Başlangıçtan bugüne muhaddisîn-i izâmın gösterdikleri o takdire şâyân ceht, gayret ve hadis mevzuunda sergiledikleri hassasiyet sayesinde neyin sahih, neyin mevzû olduğu apaçık ortaya çıkmış olmasına ve Kur’ân gibi, onun tefsiri, mühim bir buudu ve hikmet-i televvünü olan sünnet de: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Şüphesiz, Zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik; ve onun koruyucuları da elbette Biziz.” (Hicr sûresi, 15/9) âyetinin şümulü içine girmekle ilâhî sıyânet altında bugünlere gelmiş bulunmasına rağmen, günümüzde maalesef bu mevzu, müsteşrikler ve onların tesiri altında kalan bazı tali’sizlerce tenkit mevzuu hâline getirilmiş ve pek çok sahih hadise ve sünnete dil uzatılır olmuştur.
Bu sebeple, şimdi biraz da mevzû hadislerden bazılarına temas edecek ve dile dolanan bazı sahih hadisleri ele alacağız.
1. Mevzû Hadisler
Meselâ, hadis diye rivayet edilen bir sözde: أَبُو حَنِيفَةَ سِرَاجُ أُمَّتِي “Ebû Hanife, ümmetimin kandilidir.”[1] denmektedir. Vâkıa, Ebû Hanife, ümmet-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) için gerçek bir kandil olmuş ve ashab-ı kiramdan sonra onun ayarında dine hizmet eden pek az kişi çıkmıştır. Ama gel gör ki, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir söz şerefsüdûr olmamıştır. Zannediyorum bu, mezhep taassubuyla uydurulmuş bir sözdür.
Hadis diye uydurulan bir diğer söz de: اِتَّخِذُوا الدِّيكَ اْلأَبْيَضَ “Beyaz horoz edinin.”dir.[2] Horoz, hele beyaz horoz halk tarafından pek sevilir ve “Kerameti vardır.” denilir. Fakat, hadis nakkâdı zatlar, bu sözün kezzablar tarafından rivayet edildiğini tespit edip, hadisle alâkasının olmadığını ortaya koymuşlardır. Bu da, her hâlde horoz ticareti yapan bir yalancının uydurduğu sözdü…
Halk arasında yaygın olan bir başka söz daha vardır:
اِتَّقِ شَرَّ مَنْ أَحْسَنْتَ إِلَيْهِ “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın.”[3] Bir defa bu sözün hadis olamayacağı bir yana, mantığa ve akla uygunluğu da yoktur. Eğer, uydurma caiz olsaydı ben: أَحْسِنْ إِلَى مَنِ اتَّقَيْتَ شَرَّهُ “Şerrinden korktuğun kimseye iyilikte bulun.” derdim. Çünkü iyilik, insanı yumuşatır ve iyiliği yapana köle eder. Nitekim, bu hakikati ifade eden bir sözde: “İnsan, ihsanın kölesidir.” denmiştir. Diğeri ise, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnadı mümkün olmayan korkunç bir yalandır.
Yukarıdaki sözün akla ve mantığa uygun olmadığından da bahsetmiştim. Evet, İslâm, aklîdir, mantıkîdir; ancak onun aklî ve mantıkî olması ile akla ve mantığa dayanması farklı şeylerdir. İslâm, insanüstü bir hakikattir. Bu hakikat, Allah ve Resûlü’nün tayin ve tespit ettiği şeydir. İnsana düşen, bu hakikati bulmaktır; yoksa tek tek her akıl, hiçbir zaman hakikatin kaynağı olamaz.
Hakikat bu iken, bugün maalesef bir kısım ilim mahfillerinde bu husus da ayrı bir mecraya çekilerek suiistimal edilmek istenmektedir. Meselâ: “Bendendir diye bir söz naklettiğinizde, onu kendi aranızda müzakere edin. Eğer o söz hakka muvafıksa, tasdik edin ve dininize bir esas olarak kullanın. Ben, onu konuşmuş olayım olmayayım, fark etmez; yeter ki, söz hakka muvafık olsun.”
Bu söz, kesinlikle hadis değildir ve olamaz da. Çünkü, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, hakkı tayin ve tespit eden Allah ve Resûlü’dür; yoksa, kişilerin ölçü ve değerlendirmeleri, Resûlullah’ın sözleri için asla kıstas olamaz. Tam aksine, insanlar, kendi söz ve davranışlarını Resûlullah’ın sünnetine, yani söz ve davranışlarına uydurmak mecburiyetindedirler.
Bunun gibi hadis diye uydurulmuş bir diğer söz de: وُلِدْتُ فِي زَمَنِ الْمَلِكِ الْعَادِلِ “Ben, âdil bir melik zamanında doğdum.”[4] ifadesidir. Bu, bizim “Nûşirevan”, İranlılar’ın ise “Enûşirvan” dedikleri kişiyi yüceltmek için uydurulmuş bir sözdür. Allah Resûlü’nün, bir başkasının kazandıracağı şerefe asla ihtiyacı yoktur; bilakis, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), zamana ve mekâna şeref getirmiştir. Zamana ve mekâna şeref verdiği zamanda âdil bir hükümdarın yaşamış olması, O’nun şerefine şeref katmaz; zaman ve mekânın etekleri, O’nun dünyaya teşrifleriyle şerefle dolmuştur.
Akıl ve mantığa çok ters düşmemekle birlikte halk arasında çok meşhur olmuş, kitaplarda görüp, minberlerden dinlediğiniz, hadis diye rivayet edilen bir başka söz de: اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلإِيمَانِ “Temizlik imandandır.”[5] ifadesidir. Bu sözün mânâsı doğrudur ama, böyle bir söz, asla ve kata Resûlullah’tan sâdır olmamıştır. “Mânâsı doğrudur.” dedim; çünkü sahih hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): اَلطُّهُورُ شَطْرُ اْلإِيمَانِ “Tuhûr, (yani, maddî temizlik ve tevbe, istiğfar, münâcât, murâkabe, muhasebe ve ubûdiyetle gerçekleştirilecek mânevî temizlik) imanın yarısıdır.”[6] buyurmuştur.
Bir diğer aldatan söz de: تَخَتَّمُوا بِالْعَقِيقِ “Akikten yüzük takının.” Allah Resûlü’nden böyle bir söz sâdır olmuş değildir. Şu kadar ki, Âişe Validemiz’den rivayet edilen: تَخَيَّمُوا بِالْعَقِيقِ “Akik’te çadır kurun.” hadisi vardır. Akik, Medine’den ayrılıp da Mekke’ye giderken kendisine uğranılan bir vadinin adıdır. İlk dönemlerde yazıda nokta kullanılmadığından, تَخَيَّمُوا ihtimal تَخَتَّمُوا olmuş ve Akik vadisi, akik taşı ile karıştırılmış ve ortaya böyle bir söz çıkmıştır. Bir de bunun sonuna: فَإِنَّهُ يَنْفِي الْفَقْرَ “Çünkü o, fakirliği giderir.” yalanı eklenmiştir.[7]
اَلنَّظَرُ إِلَى الْوَجْهِ الْجَمِيلِ عِبَادَةٌ “Güzel yüze bakmak ibadettir.” sözü de, hadis diye uydurulmuş sözlerdendir. “Güzele bakmak sevaptır.” şeklinde, Türk halkının ağzında çok yaygındır. Hâlbuki bu söz, bir dalâlettir, bir sapıklıktır.[8]
Bunun gibi, yukarıda geçtiği üzere: اُطْلُبُوا الْعِلْمَ وَلَوْ بِالصِّينِ “İlim, Çin’de de olsa talep edin.”[9] sözü de, -günümüzde ilim adına yeni bir şeyler söylemek ve İslâm’ın ilme verdiği değeri güya ortaya koyma adına ne kadar söylenirse söylensin- yalandır, uydurmadır ve asla hadis değildir.
İlme ait Kur’ân’da ve hadiste o kadar senâ, terğip ve teşvik vardır ki, kâhinlerin secalarına benzeyen böylesi sözlere ihtiyaç yoktur. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de: إِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ “Kullarından ancak âlim olanlar Allah’tan haşyet duyar.” (Fâtır sûresi, 35/ 28) buyrulmuştur; yine Kur’ân-ı Kerim’de:
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer sûresi, 39/9) âyeti vardır. Ayrıca sahih hadiste:
إِنًّ الْمَلاَئِكَةَ لَتَضَعُ أَجْنِحَتَهَا رِضاً لِطَالِبِ الْعِلْمِ “Melekler razı olmalarından dolayı ilim talep edenlerin (ayaklarının altına) kanatlarını gererler.”[10] buyrulmuştur. Böyle onlarca âyet ve hadis varken, hadis diye uydurulmuş sözlere hiç ihtiyaç yoktur.
2. Mevzû Damgası Vurulan Sahih Hadisler
Misal olarak getirdiğimiz bunlar ve daha bunlar gibi yüzlerce mevzû hadise dokunulmaz, hatta konuşmalara konu edilirken, bugün Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte’den diğer dört kitapta geçen ve muhaddisîn-i kiramca sahih kabul edilen pek çok sahih hadise dil uzatılmaktadır.
a. Tevrat’ın Müjdesi
Meselâ, bunlardan biri, Buhârî’nin rivayet ettiği şu hadistir:
فيِ التَّوْرَاةِ: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذِيراً وَحِرْزاً لِلْأُمِّيِّينَ، أَنْتَ عَبْدِي وَرَسُولِي، سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ، لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ سَخَّابٍ فِي اْلأَسْوَاقِ، وَلاَ يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ، وَلَكِنْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ، وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰهُ حَتَّى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِأَنْ يَقُولُوا: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ فَيَفْتَحَ بِهَا أَعْيُناً عُمْياً وَآذَاناً صُمّاً وَقُلُوباً غُلْفاً
Tevrat’ta (Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında) şu âyet vardır: “Ey Nebi, seni şahit, (ümmet-i Muhammed’in imanlarına, İslâmlarına şehadet ve nezaret edici), (doğru yolu, doğru yolun encâmı Cennet’i) müjdeleyen (eğri yolun encâmından) sakındıran, şu ümmî cemaate bir zırh, bir kale olarak gönderdik. Sen, Benim kulum ve Resûlümsün. Ben, seni mütevekkil, (her nebi tevekkül etmişse de, hususiyle seni hakkıyla tevekkül eden) olarak isimlendirdim. O, haşin, kaba, öfkeli, hiddetli, şiddetli ve sokaklarda gezerken bağıran bir insan değildir. Kötülüğü kötülükle savmaz. Fakat affeder, bağışlar. Şu bin bir puta tapan, eğri (büğrü yollara sapmış) kavmi ‘Lâ ilâhe illallah’ diyerek doğrultuncaya ve bununla, görmeyen gözleri, duymayan kulakları ve kapalı kalbleri açıncaya kadar, Allah O’nun ruhunu kabzetmeyecektir.”[11]
Müsteşrikler ve İslâm dünyasında onların çizgisini takip edenler, bu hadisi tenkit, hatta onun mevzû olduğu iddiasında bulunmaktadırlar. Sebep ise basit, gayr-i ilmî ve gayr-i mantıkî.. hadisin ravisinin Abdullah İbn Amr İbn el-Âs olması ve İbn Abbas, Enes, Ebû Hüreyre gibi onun da, rivayetlerinde Ka’bu’l-Ahbâr kaynaklı hadislerin olması.
Evvelâ, bu hadisin Efendimiz’in sıfatlarına, tarihî vâkıalara ve Kur’ân-ı Kerim’in Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkalı ifadelerine zıt hiçbir yönü, hiçbir harfi yoktur. İkinci olarak, Tevrat ve İncil’de hem de bunca tahriften sonra, hâlâ Efendimiz hakkında dünya kadar işaret ve bişaretin var olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de, Resûlullah’a inanan Tevrat ve İncil ehli hakkında:
اَلَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَاْلإِنْجِيلِ
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak buldukları (sıfatlarını ve geleceğinin müjdelendiğini okudukları) bu ümmî, nebi Resûl’e ittiba ederler.” (A’raf sûresi, 7/157) buyurmuyor mu?
Yine, Kur’ân-ı Kerim, Fetih sûresinin son âyetinde: ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي اْلأِنْجِيلِ “Onların Tevrat’taki misali buna benzer; İncil’deki misallerine gelince…” (Fetih sûresi, 48/29) diyerek, Tevrat’ta ve İncil’de Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun ashabından nasıl bahsedildiğini haber vermiyor mu?
Hatta günümüzde bile, allâme Hüseyin el-Cisr, mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında, 100 yerde Efendimiz’le alâkalı işaret tespit etmiştir ki;[12] doğrusu, onca tağyirden sonra buna hayret etmemek kabil değil.
Bir gün gereken tetkikler yapıldığında -inşâallah- sahih olduğu ortaya çıkacak olan Barnabas İncili’nde zaten apaçık Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isminden bahsedilmektedir. Evet, kendinden sonra gelecek peygamberi ismiyle haber vermesi Hz. Mesih’in (aleyhisselâm) en önemli meselelerinden biriydi.
Üçüncü olarak, İslâm’a giren çoğunluk ya müşrik ya Hıristiyan veya Yahudi idi. Ka’bü’l-Ahbâr da Yahudilikten gelme bir Müslümandı. Asrımızın dev mütefekkirinin ifadesiyle: “Malumatı da kendisiyle beraber Müslüman olmuştu.”[13] Kur’ân ve sünnete ters düşmeyen ve hakkında Kur’ân ve sünnetin sükut ettiği mevzularda İsrailiyat’a ait bazı şeyler naklediyordu. İddia edildiği gibi, katı, mutaassıp, İslâm düşmanı ve sert biri de değildi. Onu Hz. Ömer’in katliyle alâkalı göstermek ise, daha sonraki asırlarda uydurulmuş bir hezeyandır. İbn Abbas, Ebû Hüreyre, Enes b. Mâlik ve Abdullah İbn Amr gibi büyük sahabiler, onun Tevrat’tan yaptığı nakilleri dinlerlerdi; ama ne Ka’bü’l-Ahbâr yalan söylerdi ne de bu büyük sahabiler. Abdullah İbn Amr ki, kılı kırk yaran, âbid, zâhid bir sahabiydi. Evlendiğinde: “Bu kadın benim ibadetime mâni olacak.” diye beş-on gün hanımının yanına varmamış ve ancak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hanımının da senin üzerinde hakkı vardır.”[14] diye zorlamasıyla gitmişti. Yalan, onun rüyalarına bile girmemişti.
Tarihî vak’alar böylesine berrak ve açıkken, son derece indî mütalâalarla sahih hadislere ve bu hadislerin ravisi sahabilere dil uzatmak, İslâm’ın ikinci büyük rüknü olan sünneti yıkma gayesinden başka bir şey değildir.
b. Tevessül
İtirazda bulunulan sahih hadislerden bir ikincisi de şudur:
Hz. Enes’in (radıyallâhu anh) rivayetine göre, Hz. Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh), kaht ve kuraklığın ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde Hz. Abbas’ın (radıyallâhu anh) elinden tutar ve onunla tevessülde Allah’tan yağmur ister ve şöyle der:
اَللّٰهُمَّ إِنَّا كُنَّا نَتَوَسَّلُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّنَا r فَتُسْقِينَا وَإِنَّا نَتَوَسَّلُ إِلَيْكَ بِعَمِّ نَبِيِّنَا فَاسْقِنَا
“Allahım! Peygamberimiz hayattayken, O’nunla tevessülde bulunur, yağmur isterdik, Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi, Peygamberimiz’in amcasıyla tevessülde bulunuyoruz, bize yağmur ver!”[15]
Bu hâdise, İbn Ebi’d-Dünya’nın kitabı ve meşhur Câhız’ın,“el-Beyan ve’t-tebyin”inden delil getirilerek inkâr edilmek istenmektedir. Meşhur Mutezile imamı ve sahih hadisleri bile inkâr etmeyi meslek edinmiş, materyalist Nazzam’ın talebesi olan Câhız, adı geçen kitabında: “Hz. Ömer’e yağmur duası adına isnad edilen şeylerin hepsinde ızdırap vardır. Çünkü, kâh minbere çıkıp dua etti, kâh namazın arkasında dua etti, kâh kürsüde dua etti denmektedir. Öyleyse, bu hadisler doğru olamaz.” demektedir.
Bir kere Câhız, hadisçi değildir; hadisle alâkası, sıradan bir insan kadar ya vardır veya yoktur. İbn Ebi’d-Dünya’ya gelince, kendisi mübarek bir kişi olmasına rağmen, kitabının yalanlarla dolu olduğunu, hadisten haberi olanlar söylüyor. Şimdi, bunlara dayanılarak hadis hakkında nasıl hüküm verilir ki? Hatta, o kadar büyük ve İslâm tarihinin kendisiyle iftihar edeceği şahıslardan biri olmasına rağmen, bir hadis hakkında “İmam Gazzâlî rivayet ediyor.” dense insana gülerler; çünkü, İmam Gazzâlî de muhaddis değildir. Nitekim, İhyâ‘sında naklettiği hadisleri, hadiste müceddit sayılan Zeynüddin Irâkî, tek tek ele almış ve: “Şu sahihtir, şu hasendir, bu da zayıftır.” demiş ve kritiğe tâbi tutmuştur. Tabipten mühendislikle, kimyacıdan tabâbetle alâkalı mevzular sorulmaz. Demek ki, bu hadise olan itirazın, sağlam ve ilmî bir dayanağı yok.
İkinci olarak, tevessül yadırganacak bir şey değildir. Her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim’de يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na vesile araştırın.” (Mâide sûresi, 5/35) buyrulmaktadır. Sonra, sahabe-i kiram, Efendimiz’den dua isterlerdi ki, bunda da yine apaçık o mülâhaza vardır. Meselâ, bir defasında bir bedevî gelmiş ve: “Yâ Resûlallah, kaht u galâ var. Dua etmez misin?” demiş, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ellerini kaldırarak: اَللّٰهُمَّ اسْقِنَا غَيْثاً “Allahım, bize bol bol, bereketli yağmurlar ihsan et!” demiş, hemen o anda yağmur inmeye başlamış ve günlerce devam etmiş. Ancak zarara yol açtıktan sonradır ki, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek, yağmurun kesilmesi için dua etmesi istirhamında bulunmuşlar ve o anda yine minberde bulunan Allah Resûlü’nün duasıyla yağmur kesilivermişti. O kadar ki, bulutlar Medine’nin üstünde taç gibi bir hal almış ve halk, güneşin altında evlerine gitmişti. Hatta o anda bu hususî muamele karşısında Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüzünde pırıl pırıl tebessüm, şöyle buyurmuşlardı:
أَشْهَدُ أَنَّ اللّٰهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنِّي عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ
“Şehadet ederim ki, Allah her şeye kadirdir. Yine şehadet ederim ki ben Allah’ın kulu ve Resûlüyüm.”[16]
Yine, sünnet-i sahihada, mağaraya girince, düşen bir taşın mağaranın ağzını örtmesiyle içerde mahsur kalan üç Müslümanın amelleriyle nasıl tevessülde bulunduklarını görüyoruz. Biri, anne ve babasına yaptığı iyiliği.. diğeri, sevdiği amca kızına tam yaklaşacakken, Allah’tan korkup geri durduğunu.. üçüncüsü de, kendine hizmet eden, fakat hizmetinin karşılığını almadan giden bir zatın bu hakkını nasıl nemâlandırıp, daha sonra ona teslim ettiğini anlatıyor ve bu amelleriyle Allah’a tevessülde bulunuyorlardı.[17]
Resûlullah zamanında da vesilede bulunanlar oldu. Allah Resûlü de bunu tasvip buyurdu ve ayrıntılarıyla anlattı. Meselâ, görme kusuru olan bir zat, Allah Resûlü’ne gelerek şikâyette bulundu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine güzelce abdest alıp, iki rekât namaz kılmasını ve sonunda da, aşağıda arz edeceğimiz duayı okumasını tavsiye buyurdu. Tavsiye buyurulan duada şu hususlar vardı:
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ! إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللّٰهُمَّ فَشَفِّعْهُ فيَِّ
“Allahım! Peygamberin, rahmet peygamberi Muhammed’le (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sana yöneliyor ve Senden istiyor, Sana dehalette bulunuyorum. Yâ Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem): Seninle, senin hürmetine bu hâcetim için Rabbime teveccüh ettim ki, hâcetim yerine gelsin. Allahım, O’nun, hakkımdaki şefaatini kabul et!”[18] O zat, gidip kendisine söylenenleri yapınca gözleri açıldı.[19]
Şimdi, Kur’ân-ı Kerim, Allah’a vesile araştırılmasını emir buyurur, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’la tevessülü tavsiye eder, hatta kendisiyle tevessüle cevaz verir; keza sahih hadislerinde kişinin güzel ameliyle tevessülü salıklarsa, bilmem ki, terslik, tevessül yapmanın neresinde ve Hz. Ömer Efendimiz’in (radıyallâhu anh), tevessülle yağmur duasında bulunması neden yadırganır?
Evet, buna, dense dense hakikat karşısında temerrüt denir ve bunun altında sünneti yıkma gaye ve gayreti aranır.
c. Köpeğin Yaladığı Kap
Yine Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hanbel’in rivayet etikleri bir hadis-i şerif daha var ki, müsteşrikler ve onların İslâm dünyasındaki takipçileri, akıllarına sığdıramadıklarından veya sadece Ebû Hüreyre, ya da Abdullah İbn Ömer rivayet ediyor diye onu da bir türlü kabul edemiyorlar. Bu hadis şu: طُهُورُ إَِنَاءِ أَحَدِكُمْ إِذَا وَلَغَ فِيهِ الْكَلْبُ أَنْ يَغْسِلَهُ سَبْعَ مَرَّاتٍ أُولاَهُنَّ بِالتُّرَابِ “Birinizin kabını köpek yaladığında, o kabın temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır.” Hadisin bazı rivayetlerinde ise: “Birinizin kabından köpek içtiğinde…” şeklindedir.[20]
Hadis-i şerifteki ‘yedi’ ifadesi, bizzat ‘yedi’ defayı ifade ettiği gibi, çokluktan kinaye de olabilir. Bu sebeple, Hanefî fukahâsı, üç defa yıkamayı yeterli görmüşlerdir. Eğer, temizleme üç defa ile mümkün oluyorsa, üç defa yıkanır.[21]
Hakkında bir kitap yazılabilecek kadar muhtevalı bu hadis-i şerif, esasen nübüvvetle alâkalı önemli ip uçları vermektedir. Evet, ancak şimdilerde anlaşılmıştır ki, köpekten insana geçebilecek bazı hastalıklar var. Hıfzıssıhha adına üzerinde hassasiyetle durulması gereken bu mesele, köpekte ve insanda müşterek bazı hastalıkların bulunabileceğine dikkati çekmesi açısından ve hem köpekte, hem insanda hastalık yapan müşterek virüs ve mikropların her iki bünyede de yaşayabildiğini tembih bakımından mucize buudlu bir haberdir. Ve bu mevzuda, ilmî mecmualarda dünya kadar yazı çıkmıştır. Aslında çıkmasa ne olur! Bugün, köpeğin tenyasının insana nasıl geçtiğini ve insanda teşekkül eden bazı kistlere köpeğin kaynaklık ettiğini ve köpek dışkılarının gömülmesi lâzım geldiğini artık bilmeyen mi var?
Hakikat bu iken, bu hadisi serrişte edip, sünnete ilişen müstağripler ve müsteşrikler, gün gelip de zaman, bu hadisin ifade ettiği muazzam hakikati ortaya koyduğunda, acaba bu erken iddialarından dolayı hicap duymayacaklar mı?
d. Sinek Hadisi
Buna benzer bir başka sahih hadis daha var ki, Maurice Bucaille gibi, eserlerini takdirle tercüme edip yayınladığımız zatlar bile, acele edip, hadisi hemen tenkide tâbi tutmuş ve âdeta Müslümanların bilgisizliği veya zuhulü gibi göstermek istemişlerdir; ancak neticede yine hadis ve hadisi rivayet eden Ebû Hüreyre’lerin yüzleri ak, müsteşriklerle onların takipçilerinin yüzleri de kara çıkmıştır.
Hadis şudur:
إِذَا وَقَعَ الذُّبَابُ فِي إِنَاءِ أَحَدِكُمْ فَلْيَغْمِسْهُ كُلَّهُ ثُمَّ لْيَطْرَحْهُ
“Sinek herhangi birinizin (yeme veya içme) kabına konarsa, onu tamamen kabın (yiyeceğin veya içeceğin) içine batırsın ve sonra çıkarıp atsın.”[22]
Hadisi sened yönünden tenkit mümkün değildir; çünkü Buhârî ve yanı sıra Ebû Dâvûd, Nesâî, Dârimî ve İbn Hanbel rivayet etmişlerdir. Sahabe ve ümmet telakkî bi’l-kabulle karşılamış; hadis mütehassısları da herhangi bir şüphe îrâsında bulunmamışlar; bulunmamışlar ve hadis bugünlere gelmiş ulaşmış. Hadis, ilk kez, Mutezile imamlarının o günkü ilimlerine çarpmış ve inkâr edilmiş. Aynı şekilde, kriterlerine uymadığı için yirminci asır müsteşrik ve ilim adamlarının tenkidine de uğramış. Oysa ki, bu hadis de başlı başına bir mucizedir. Çünkü, her şeyden önce Allah Resûlü, sineğin mikrop taşıyıcı olduğuna dikkat çekmekte ve hadisin devamında: فَإِنَّ فِي أَحَدِ جَنَاحَيْهِ شِفَاءً وَفِي اْلاٰخَرِ دَاءً “Çünkü, sineğin bir yanında şifa, diğer yanında ise hastalık vardır.” buyurmaktadır.
Bizim burada ‘yan’ diye tercüme ettiğimiz ‘cenâh’ kelimesi “kanat” mânâsına da gelmektedir. Hadis, her iki mânâ ile ayrı iki mühim hakikate parmak basmaktadır. Sineğin bir yanında mikrop, diğer yanında ise, o mikrobu sterilize edecek stoplazma içinde bir ilaç taşıdığı, günümüz tıp araştırmalarının ortaya koyduğu bir hakikattir. İkinci durumda, yani ‘cenâh’ kelimesini ‘kanat’ diye tercüme ettiğimizde ise, -lafzın her iki şekilde de yorumlanması mümkün- karşımıza şu gerçek çıkmaktadır:
Sinek bir yere pike yaparken, yeniden kalkabilmek için kanatlarından birini ihtiyaten çok dikkatli kullanır. Pek nadir olarak, yeniden kalkamayacağı bal gibi bir zemine konar. Onun o, miniminnacık kafasında kendi hayatı adına bütün plân ve programı hazırdır ve kusursuzdur. Sinek bir kanadı üzerinde herhangi bir yere veya yiyecek ve içeceklere, insanın ağzına-gözüne konar kalkar ve tabiî tifo, kolera, dizanteri gibi hastalıkların mikroplarını da taşır.
İşte, ilmin kendisini asırlarca geriden takip ettiği Allah Resûlü, sineğin bir kanadıyla taşıdığı mikroba karşı diğer kanadının ilaç olarak kullanılmasını emir ve tavsiye buyurmaktadır ki, hıfzıssıhha adına tıbbın bugün keşfedebildiği bu gerçeği, O, asırlar ve asırlar önce iki kelime ile ifade buyurmuştur.
Muhaddislerin, ashab-ı kiramın ve ümmetin on dört asırdır telâkkî bi’l-kabul buyurdukları bu hadis-i şerifi, Ebû Hüreyre rivayet ediyor diye veya akla sığmıyor gerekçesiyle karşı çıkmak, ilim ve hakikat adına ne kadar aceleden bir karar!.
Bir yanında hastalık, diğer yanında şifa taşıması, yalnız sineğe has bir özellik de değildir. Aynı şey, akrep için de, arı için de bahis mevzuudur. Akrebin soktuğu yere, akrebi ezip sararlar; arı ise bir yanıyla bal yaparken, kuyruğuyla zehir akıtır.
e. Üç Mescide Şedd-i Rihal
Yine, sünnetin temellerine dinamit koyma adına, Ka’bü’l-Ahbâr’dan nakillerde bulunan sahabelerin rivayetinden ötürü veya Yahudilik adına Mescid-i Aksâ’yı takdis ediyor gerekçesiyle şu sahih hadis de tenkide uğramıştır:
لاَ تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلاَّ إِلَى ثَلاَثَةِ مَسَاجِدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِ الرَّسُولِ r وَالْمَسْجِدِ اْلأَقْصَي
“(Yolculuğa ve sefer meşakkatlerine katlanıp, ibadet ve sevap arzusuyla) şu üç mescit dışında başka bir mescit için yolculuğa çıkılmaz. Onlar da: Mescid-i Haram, Mescid‑i Nebevî ve Mescid-i Aksâ.” Bazı rivayetlerde önce Mescid-i Aksâ, sonra Mescid-i Nebevî zikredilir.[23]
Bir defa, mü’minler arasında, hadiste Mescid-i Aksâ takdis edildiği için rahatsızlık duyacak kimse yoktur. Mescid-i Aksâ, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraca çıkarken uğrayıp, enbiyâ-i izâmın ervâhına imamlık yaptığı ve Kur’ân-ı Kerim’in: بَارَكْنَا حَوْلَهُ “Çevresini mübarek kıldık.” (İsrâ sûresi, 17/1) buyurduğu mescittir. Mescid-i Aksâ, mukaddes bir mescit olmasının yanında, yeryüzünde din-i mübin-i İslâm’ın hâkimiyetinin remzidir. Mescid-i Aksâ’yı içine alan mübarek belde, Hz. Musa’nın cemaati kıvama geldiği zaman, o büyük nebinin fetâsı Yûşâ b. Nûn’un eliyle fethedildiği bir buk’adır. Mescid-i Aksâ’nın ve çevresinin fethi, daha sonra Hz. Ömer’e (radıyallâhu anh), bilâhare de İslâm’ın büyük ve şerefli kumandanlarından Selahaddin Eyyubî’ye nasip olmuş ve inşâallah son olarak da, âhir zamanın Hakk’a en yakın kudsîlerine bağrını açacaktır.
Mescid-i Aksâ, bir remizdir; elden çıkışı mânevî mağlubiyetin, kapısını mü’minlere bir kere daha açması da, hakikî mü’minlerin yeniden kendini bulmasının remzidir. Eğer Mescid-i Aksâ, Kitap’ta ve Sünnette tartılara gelmeyen bir ağırlığa sahipse, Allah Resûlü de bunu ifade buyurmuşsa, o zaman bu hadisi yalanlamak niye? Ama onun, Mescid‑i Nebevîye rüçhâniyetine gelince, o, münakaşa edilebilir. Mescid-i Aksâ gibi yerlerdeki ibadete gelince, oraya ait hususî bir ibadet yoktur. Zaten, ibadetlerdeki zaman-mekân tayini de Şâri’e aittir. Nitekim, İbn Abbas Hazretlerinden gelen bir rivayette bir kadın, tutulduğu bir hastalıktan kurtulursa, gidip Mescid-i Aksâ’da namaz kılmaya nezreder. Hastalıktan kurtulur ve yolculuğa çıkmak üzere hazırlandığında Hz. Meymûne Validemiz’e gelip, meseleyi açar. Meymûne Validemiz de ona şöyle buyurur:
إِجْلِسِي فَكُلِي مَا صَنَعْتِ وَصَلِّي فِي مَسْجِدِ الرَّسُولِ r فَإِنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ r يَقُولُ: صَلاَةٌ فِيهِ أَفْضَلُ مِنْ أَلْفِ صَلاَةٍ فِيمَا سِوَاهُ مِنَ الْمَسَاجِدِ إِلاَّ مَسْجِدَ الْكَعْبَةِ
“Otur da yaptığın yemeği ye (burada kal ve işine bak), namazını da Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescidinde kıl! Çünkü ben, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: ‘Bu mescitte kılınan namaz, Kâbe Mescidi dışındaki mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir.’ “[24]
Evet, ibadet ü taatte Cenâb-ı Allah (celle celâluhu), hususî bir zaman ve hususî bir mekân intihap etmediğinden, namaz her yerde kılınabilir. Burada kurban nezreden, gidip onu başka bir yerde kesebileceği gibi, başka bir yerde nezreden de, gelip burada kesebilir. Meymûne Validemiz meseleyi bu zaviyeden ele aldıkları gibi, ayrıca Mescid-i Nebevî’de kılınan namazın efdaliyetini de tebarüz ettirmiş oluyordu. Maamafih, fukahâ-i kiramdan bazıları, her zaman ibadete açık olması, namazın yanı sıra tavaf da yapılabilmesi gibi hususiyetlerinden dolayı, Mescid-i Haram’ı bu umumî kaideden ayrı mütalâa etmiş ve Mescid-i Haram için yapılan nezrin Mescid-i Haram’da îfâsının lüzumuna kâni olmuşlardır. Ne bu fıkhî meselenin, ne de Meymûne Validemiz’in sözünün, Mescid-i Aksâ veya bir başka mescidin kıymet ve derecesine dokunur herhangi bir yanı yoktur.
f. Dine Sahip Çıkan Cemaat
Tekzip edilmekle, tekzip edenlerin tutarsızlığını gösteren bir diğer sahih hadis de şudur:
لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ لاَ يَضُرُّهُمْ مَنْ خَذَلَهُمْ حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللّٰهِ وَهُمْ كَذَلِكَ
“Dünyanın ömrü olduğu sürece, Allah’ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar, ümmetimden hak üzere galip ve daima dine omuz veren bir cemaat bulunacak; bulunacak ve dine sahip çıkacaktır. (Yani din, hiçbir zaman yeryüzünden bütünüyle silinmeyecektir.) Kendilerine muhalefet edenler, onlara hiçbir zarar da veremeyecektir.”[25]
Bu hadise, hangi gerekçe ile karşı çıkarlar anlamak zordur. On dört asırlık İslâm tarihinde, din-i mübin-i İslâm’ın yeryüzünden, insanların kalbinden silindiği, desteksiz ve muavenetsiz kaldığı bir dönem hiç olmamıştır ki! Evet tarih, ona omuz veren bir cemaatin bulunmadığı dönemlerden bahsetmiyor.
Geçmişi bırakalım; dinin ve ona sahip çıkanların en çok ve en şiddetli hücumlara maruz kaldığı şu yirminci asırda bile din ortadan kaldırılabilmiş midir ki; hadisin tutarsızlığına hükmediliyor. Komünist ülkelerde baskı altına alındığı, bazı ülkelerde şiddetle takip edildiği ve silinmek üzere olduğunun sanıldığı dönemlerde bile, yine ona sahip çıkanlar bulunduğu gibi, bugün, insanlık, çeşitli dalâlet ve küfür bataklıklarında bunca yıl yüzdükten sonra, kurtulmak için el attığı yine dindir, ‘din-i mübin-i İslâm’dır; çünkü o ilâhî bir şem’adır; bir şem’a ki, Allah yaka, üflemekle sönmez.
Hadiste sözü edilen ‘cemaat’ hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Buhârî, bir yerde: “Bunlar, Şam ehlidir.”[26] diyor. Çünkü, onun yetiştiği dönemde Şam, ilmin merkeziydi. Hilâfet, vâkıa Şam’dan Bağdat’a taşınmıştı ama, Şam ondan sonra da, uzun asırlar merkez olma hususiyetini devam ettirmişti. Evzâî, Leys b. Sa’d ve İmam Malik gibi âlimler, talebelerini Şam’a gönderiyor, bunlar da orada ümerânın etrafını alıp, ilim neşrediyorlardı. Bazıları, bu hadisteki ‘cemaat’ten kastın muhaddisler olduğunu, bazıları da müfessirler olduğunu söylemiştir.
Maamafih, bu ‘cemaat’i belli bir gruba ve zamana hasretmemek, mânâya daha uygun olsa gerek. Her zaman bulunmuştur bu cemaat. Bir zaman Şam’da.. bir zaman başka bir yerde.. bir zaman Ömer İbn Abdülaziz’in etrafında.. bir zaman İmam Gazzâlî Hazretleri’nin çevresinde bir zaman İmam Rabbânî’nin, bir zaman Mevlâna Halid-i Bağdâdî’nin ve bir zaman da bir başkasının arkasında bulunmuştur ve bulunmaya da devam edecektir.
g. Uykudan Kalkınca Elleri Yıkamak
Anlamayan veya mânâsına vâkıf olamayanlar tarafından tekzip edilen bir diğer hadis-i şerif de şudur:
إِذَا اسْتَيْقَظَ أَحَدُكُمْ مِنْ نَوْمِهِ فَلاَ يُدْخِلْ يَدَهُ فِي اْلإِنَاءِ حَتَّى يَغْسِلَهَا ثَلاَثَ مَرَّاتٍ، فَإِنَّ أَحَدَكُمْ لاَ يَدْرِي أَيْنَ بَاتَتْ يَدُهُ، أَوْ أَيْنَ كَانَتْ تَطُوفُ يَدُهُ
“Sizden biriniz, uykusundan uyandığı zaman elini üç kere yıkasın ve yıkamadan elini (yiyecek veya içecek kabına) daldırmasın. Çünkü o, geceleyin elinin nerelerde gezip dolaştığını bilemez.”[27]
“İnsan, elinin gezip dolaştığı yerleri bilmez mi?” diye, Fecru’l-İslâm, Duha’l-İslâm, Zuhru’l-İslâm kitaplarının sahibi Ahmed Emin, bu hadisi alaya alır.. Ebû Reyye de onunla alay eder ve bunların üstadı müsteşrik Goldziher de. İnsan, geceleyin elinin nerelerde gezdiğini bilir mi gerçekten? Bence bu hadis-i şerifte, yukarıdaki benzerleri gibi zamanları aşan bir beyan ve hıfzıssıhha adına bir mucizedir; ve mühim hakikatleri ifade etmektedir.
İnsanın alerjisi olur, kaşıntısı olur ve geceleyin bilmeden bazı yerlerini kaşıyabilir. Yine bugün, tırnak altında milyonlarca mikrobun barındığı, tıbbın bildiği gerçeklerdendir. Öyleyse, bedenini kaşıyan ve buradaki mikropları eline bulaştıran veya tırnak altlarına yerleşmesine sebep olan bir insan, sabah ellerini yıkamadan yemeğe oturur, elini yemek veya su kabına daldırırsa, şurasına-burasına bulaşan mikropların vücuduna girmesine sebep olmayacak mıdır?
Şimdi, ümmetin öteden beri telakkî bi’l-kabulle karşıladığı ve ilmî tespitlere de ters düşmeyen; ters düşmek bir yana, onlarla mütesânit olan böyle bir haber veya tembihi, bir kısım müsteşrikler veya onların İslâm dünyasındaki takipçileri müstağriplerin hoşlanmadıkları sahabiler rivayet ediyor diye, ya da onların yaşadığı dönemde, ilmî seviye henüz o noktaya ulaşmadığı için hadisi tekzibe kalkışmaları ancak kendilerini utandıracak bir davranıştır.
h. Miraçta Hz. Musa ile Mülâkat
Tekzibine çalışılan hadislerden biri de, miraçta Resûlullah Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetine günde 50 vakit namaz farz olmuşken, Hz. Musa’nın, irşad ve ikazıyla, bunun beş vakte indirilmiş olmasıdır.[28] Bu hadisi, Buhârî ve Müslim gibi en sahih kaynaklar rivayet etmektedir.
Evvelâ, bu bir mülâkattır, müracaat değildir. Kaldı ki, Peygamberimiz’in Hz. Musa’ya müracaatının da, yadırganacak bir yanı yoktur. Bir kere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yeni miraca çıkıyor; Hz. Musa (aleyhisselâm) ise, çoktan o âlemlerin tavusu olmuş bir nebi. İkinci olarak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) edeb timsalidir; hem Allah’a karşı tavrında hem de Hz. Musa’ya karşı tavrında. Ayrıca, O hep ümmeti hakkında yüsr (kolaylık) yolunu araştırmış ve ona vesileler aramıştır. Hz. Musa ile mülâkatı da böyle bir vesile olarak değerlendirmiş olabilir. Sonra, bu bir müracaatsa, O’nun Hz. Musa’ya müracaatının, İsrailoğulları veya Yahudi kavmi nazarında umumî havayı yumuşatıcı olması bakımından taşıdığı psiko-sosyolojik durum da çok önemlidir.
Bundan başka Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün peygamberleri tasdikle gelmiştir. Bu kabîl muhtevasıyla böyle bir mülâkat, bu yüce mânâyı ifade bakımından çok önemlidir. Evet, O’nun peygamberleri kabulü âdeta dâsitâniydi. O kendisinin, önceki peygamberlerden üstün görülmesine ve önceki peygamberlerin -hâşâ- hafife alınmasına asla izin vermemişti. Hatta bir defasında bir sahabinin Hz. Musa’nın kadrine gadrettiğini görünce O, hemen müdahale edip: “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira, ben onu mahşer gününde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim.” buyurmuştur.[29] Burada da hak çizgisi mahfuz, böyle bir kadir bilirlik, dolayısıyla da yumuşatma söz konusu olabilir.
Sonra, biz mekânın bütün buudlarını tam olarak bilemiyoruz. Dolayısıyla bazı hâdiseler hangi buudda cereyan ediyor, ondan da habersiziz. Meselâ, yine Ahmed İbn Hanbel, Müslim ve İbn Mâce gibi sahih hadis kaynaklarının rivayet ettiği ve Hıristiyanken Müslüman olan Temîmü’d-Dârî’nin, bilmediği bir adada gördüğü son derece kıllı bir yaratığı (Cessâse) ve mağaradaki, kendisini “Deccal” olarak takdim eden bir insan azmanını anlatan hadis-i şerifi[30] “Temîmü’d-Dârî Hıristiyandı; bunu Hıristiyanlıktan getirmiştir.” veya “Böyle bir şey mümkün değildir.” diye hemen inkâr yoluna mı gitmek gerek? Bu hadisi, en azından, bazılarının trans hâlinde gördükleri bazı şeyler kabîlinden anlayamaz mıyız? (Öyle anlayalım demiyorum.) Kaldı ki, Temîmü’d-Dârî’nin bu hâdiseyi, hangi mekân buudunda gördüğünü de bilmiyoruz.
Yine, Hz. İsa’nın -keyfiyeti ne olursa olsun- nüzulüyle alâkalı pek çok hadis var;[31] bütün bunlara Hıristiyanlar tarafından uydurulmuş gözüyle mi bakacağız? Hz. İsa (aleyhisselâm), peygamberliğine iman ettiğimiz ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de geleceğini müjdelemiş olduğu ulü’l-azm peygamberlerden değil midir? O da bizim peygamberimizdir; Hz. İbrahim, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. Musa gibi.
Denizler altında, telepati yoluyla yapılan konuşmaları, ruh çağırmayı, insanların uyutulmasını, telefonla hipnoz hâdisesini kabul edip de zikrettiğimiz hadisleri -ki hangi buud ve keyfiyette cereyan etmiş olursa olsun- Allâme Kadı Iyaz’ın Şifâ‘sından ve Ebû Nuaym İsbehânî’nin Delâil‘ine, ondan da İbn Kesîr’in Şemâil‘ine kadar bütün şemâil kitaplarının kaydettiği “şakk-ı sadr” (Efendimiz’in göğsünün yarılması) hâdisesini akıl ve pozitif ilimlere göre izah edemiyoruz diye inkâr mı edeceğiz?
Evet, sahih hadisleri inkârla sünneti yıkmaya çalışanlar, zannediyorum, yıkamayacakları bu şeyi yıkma kuruntularıyla harap olup gidecekler; ama, sünnet ebedlere kadar dimdik ayakta kalacaktır…
[1] Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, 1/278; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/33.
[2] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/36.
[3] Aliyyülkârî, el-Masnû’, 1/45; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/44.
[4] Aliyyülkârî, el-Masnû’, 1/204; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/454.
[5] Aliyyülkârî, el-Masnû’, 1/78; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/341.
[6] Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 86.
[7] İbn Adiyy, el-Kâmil, 7/147; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ; 1/356-357.
[8] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/421.
[9] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/154.
[10] Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1.
[11] Buhârî, tefsir (48) 3; büyû 50; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/174; Dârimî, mukaddime 2.
[12] Hüseyin el-Cisr, Risale-i hamîdiye (Türkçe tercümesi) s. 52-94.
[13] Bediüzzaman, Muhâkemât, s. 56.
[14] Buhârî, savm 55; edeb 84; Müslim, savm 182.
[15] Buhârî, istiska 3; fedâilü’l-ashab 11.
[16] Buhârî, cuma 35, istiska 6, 14, menakıb 25; Müslim, istiska 8; Ebû Dâvûd, istiska 2.
[17] Buhârî, icâre 12; Müslim, zikir 100.
[18] Tirmizî, daavât 118; İbn Mâce, ikâme 189.
[19] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/707.
[20] Buhârî, vudû 33; Müslim, tahâret 90-91; Tirmizî, tahâret 68; Ebû Dâvûd, tahâret 37; Nesâî, tahâret 50; İbn Mâce, tahâret 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/245, 253, 460.
[21] Serahsî, el-Mebsût 1/48; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’ 1/64; Merğînânî, el-Hidâye, 1/23.
[22] Buhârî, tıb 58; bedü’l-halk 17; Ebû Dâvûd, et’ime 48; Nesâî, el-fera’ ve’l-atîra 11; İbn Mâce, tıb 31; Dârimî, et’ime 12; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/229, 246.
[23] Buhârî, fazlu’s-salâti fî mescidi Mekke ve’l-Medine 1, 6; savm 67; cezâü’s-sayd 26; Müslim, hac 511.
[24] Buhârî, fazlu’s-salâti fî mescidi Mekke ve’l-Medine 1; Müslim, hac 510; Tirmizî, mevâkît 126; Nesâî, menâsik 124; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/333.
[25] Buhârî, i’tisam 10; tevhid 29; Müslim, imâre 170. (Lafız Müslim’den)
[26] Buhârî, tevhid 29.
[27] Buhârî, vudû 26; Müslim, tahâret 87-88; Ebû Dâvûd, tahâret 50; Tirmizî, tahâret 19. (Lafız Ebû Dâvûd’dan)
[28] Buhârî, salât 1; Müslim, iman 263; Tirmizî, salât 45; Nesâî, salât 1.
[29] Buhârî, rikâk 43; tevhid 31; husûmât 1; enbiyâ, 31; Müslim, fedâil 160.
[30] Müslim, fiten 119; Ebû Dâvûd, melâhim 15; İbn Mâce, fiten 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/373, 374, 413.
[31] Bkz.: Buhârî, büyû 102; enbiyâ 49; Müslim, iman 242-247; Ebû Dâvûd, melâhim 14; Tirmizî, fiten 21, 54; İbn Mâce, fiten 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/240, 394, 538; 4/6-7.
Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen