336
[ Tarık Burak yazdı ]
Hazımsızlık
Hapishanede çöpleri dökmek sırayla idi. Her gün çöp dökme sırası birine geliyordu. Herkes nöbet vaktini dört gözle bekliyordu. Çünkü işin içinde dışarıya çıkmak ve çok kısa bir süre dahi olsa hapishanenin dışında bulunmak, hava almak vardı.
‘Bir gün sıra Bekir Bey’indi. Aniden “Çöpçüler” diye bağırıldı. O nasıl olsa yatıyor diye ben hemen yataktan fırlayıp koştum.’ diyor Hocaefendi. ‘Gayem, Bekir Bey’e laf işittirmemekti. Ben dışarı çıkınca duruma muttali oluyor ve çok canı sıkılıyor. Zannediyorum ona ait işi yapınca o kristaller kadar ince ve narin insanın onuruna dokundu.
Rahmetli Bekir Bey hassas bir insandı. Bir gün bana şöyle demişti: “Benim bu hafakanlarım var ya! Biliyor musun neye benziyorum. Bir arslana.. Hani tutar kafese kapatırlar. Hiç bir şey yapamaz… Sağa döner Mırrr…, sola döner Mırrrr”
Bekir Bey’in şayanı takdir çalışmaları olurdu. Müdafaaları hazırlarken gece gündüz uyumazdı. Mahkemeye gideceğimiz günler de bile, bir saat ya uyur ya uyumazdı. Sabahlara kadar kitaplar okur, şerhleri karıştırır ve hâkimleri bağlayacak hususlar bulmaya çalışırdı. Çok defa da orjinal bir şey bulursa muhakkak gelir beni gecenin yansında kaldırır ve bulduğu şeyleri bana okur ve “Adamların anasını ağlattım” derdi. Okuduğu kitaplarda bazen satırların üstünü on kere çizmiş olurdu.
O bir heyecan ve aksiyon adamıydı. Çok gayretliydi. Fakat aşın hassasiyeti sebebiyle bazen bana “Ben sahabeden kime benziyorum” diye sorduğunda, bilhassa Hz. Ömer dememek için gayret eder ve başka isimler söylerdim. Bunca letafetine rağmen daha önce de onun da katıldığı bir istişari toplantıda böyle bir tatsızlık olmuştu. Benim bu toplantıya katılmam tamamen İzmir’de bulunuşumla alakalıydı. Yoksa o toplantıya ben çağrılmıyordum. O gün de söz arasında “Bu toplantılara, Elazığ’dan Hulusi Ağabey, Kastamonu’dan Mehmed Feyzi Efendi ve Hüsrev Abi gibi zatları da çağırsanız iyi olur, iştira güç kazanır…” dedim. Bana içlerinden birisi gayet soğuk bir şekilde “Herkes haddini bilsin, başkasının vazifesine karışmasın..” dedi.
Ve yine böyle bir sohbette Bekir Bey’le bir başkası arasında huzursuzluk olmuştu. İkisi de birbirinden dert yanıyor ve herbiri diğerinin kendi gıybetini yaptığını söylüyordu. Bunlar hep insani ve kardeşlik çizgisinde cereyan ediyordu. Ben de “Kardeşinin gıybetini yapan birisinin yüzüne çakıl saçmak lazım” dedim. Bu sözümle de kimseyi kasdetmiş değildim. Söylediğimi mücerred bir söz olarak söyledim. Fakat Bekir Bey, benim bu sözümü kendisine söylenmiş kabul etti. Ve kardeşin kardeşe tavrı ölçülerinde “ben ondan bunu beklemezdim, benim için bir taneydi..” gibi sitemli sözler etmişti. Kendisine mektup yazdım. Ve mektubumda şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Ben Nur’un kahraman bir müdafii hakkında böyle düşünmedim. Buna rağmen hala eski düşüncenizde ısrar ediyorsanız, bu mevzuda Allah huzurunda hesap vermeye hazırım..” Ben bu mektubumun cevabını o zaman alamamıştım ama o, sonraları hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı.’
Bekir Bey Bademli’ye getirildiğinde Hocaefendi ile aralarındaki münasebet bu şekildeydi. Zaten Cenab-ı Hakk’ın adaleti, hep araları böyle olanları orada bir araya getirmişti. Hocaefendi, Bekir Bey’e tazim ve hürmette kusur etmemeye çalıştı.
‘Benim başka türlü davranmam da mümkün değildi. Zira onu ilk tanıdığım günden itibaren hep Hakk’ın müdafii olarak gördüm ve bildim. O, bir avukat değildi; o, mazlum ve mağdur sesi ve soluklarıydı.
Hapishanede bazı arkadaşların bazılarına karşı, az da olsa antipatileri vardı. Ve bu, medrese-i Yusufiyye’nin kendine has tadını, lezzetini kaçırıyordu. Mevkuf kaldığımız süre zarfında, gördüğümüz her tahkir, tezyif ve horlamalara karşı, tek tesellimiz din adına, orada geçirilen günlerin, saatlerin, dakikaların sevap ve uhrevi hayatımız hesabına, onlar, yüzler, binler katlanıp defterimizin hasenat hanesine kaydolması ve bu iman ve kazancın sinelerimizde meydana getirdiği huzur ve itmi’nan esintileriydi.
Oysa ki, bu ruhani haz ve ledünni zevki, içte ve dıştaki bazı menfi esintiler inkitaa uğratıyor, bulandırıyor ve en azından tadını kaçırıyordu.
Keşke, her yanıyla uhrevi tüten ve bir ucu gidip cennet yamaçlarına dayanan o tevkifhaneleri dolu dolu değerlendirebilseydik! Yine de Rahmet-i Sonsuz’un öyle kabul buyuracağı ümidini besliyoruz.
İşin doğrusu, bu tül perde, zaman zaman değişik arızalarla delindi. Ve ümidlerimiz de inkisarlarımızın altında kalıp ezildi. Olanları aşabilir miydik; gelecekte bunları değerlendirenler aşamadıklarımızı söyleyecekler. Öyle de olsa, biz işte bu kadarız…
Yakınımızda, hatta bir manada aynı düşünceleri paylaşanlar arasında müsamahasız, herkesi kabul edemeyen, kendi bildiklerinin dışında doğru tanımayan, dar görüşlü bir hayli insan vardı. Bu insanlar arasında, sebep ve saiki ne olursa olsun, birbirine antipati duyanlar da mevcuttu. Her türlü kine, adavete ve nefrete açık bu potansiyel hal, en küçük hadiseleri bile çok ciddi birer tutuşturma maddesine dönüştürebiliyor ve gönüllerimizin fırdevsi yamaçlarında gayyalardan esintiler meydana getirebiliyordu.’
Hapishane psikozu, değişik buudlardaki baskı ve horlamaların ruhlarda hasıl ettiği zaaf, inkisar ve öfkeye bir de yarım düzine meczupla beraber bulunma zorunluluğu da eklenince “Bademli” tam dört buudlu bir zindan oldu.
Hocaefendi, tevkifhaneye alınmasının üzerinden henüz üç ay geçmemişti ki, onun bulunduğu koğuşa, bir grup meczup getirip koydular. Ve işte ondan sonra idi ki, bir kere daha çok acı bir tarihi tekerrür yaşandı.
Tarihte Hz. Ali (ra) muhabbetiyle başı dönmüş, kitap ve sünnet ölçülerini bilmeyen heva ve heveslerini dini kaynak zanneden Kannatiler’den Râfizilere kadar bazı cemaatler gibi, bunlar da aslında önemli ve büyük bir zatın muhabbeti ile meşbû bulunuyorlardı ama; “Minhac-ı Muhammediyye”ye yabancılıklarından ötürü, kendilerinden başka herkese karşı bir yabancılık ve bir vahşet hissediyorlardı.
‘İşte, bundan sonra bizler, bu insanlarla oturup kalkacak, onlarla aynı masada yemek yiyecek ve aynı namazgahda namaz kılacaktık. Yemek, oturup-kalkma ne ise, namaz nasıl olacaktı? Onlar bizi belki Müslüman bile kabul etmediklerine göre arkamızda namaz kılmayacaklardı. Biz de onların arkasında namaz kılmayınca iftirak olacaktı.
Biz cemaat olmaya katlanabilirdik; katlanabilirdik diyorum; zira Kevser Sûresi’ni dahi yanlış okuyorlardı. Namazın diğer şart ve rükünlerini de sıhhatli eda ettikleri söylenemezdi. Ama herşeye rağmen ben arkalarında namaza duruyor, ‘zayi olan namaz rükünleri karşısında burkuluyor, hırpalanan Kur’an ayetlerini dinlerken iki büklüm oluyor ve fevt ettiğim cemaat sevap ve namazından dolayı da inim inim inliyordum.. ama, yine de kılıyordum. Zira, fitne her şeyden daha eşeddir. Kılıyor, ondan sonra da münasib bir yerde namazımı eda ediyordum.
Her arkadaşımız bunu böyle yapamadı, yapamazdı da. Onun için de koğuşumuzda namazlar iki cemaatla ayrı ayrı eda edilmeye başladı. Bu durum gerginliği daha da artırdı. Hatta o güne kadar bir işe yaradığını zannettiğim mudârat ve mumâşaatımın hiçbir şeye yaramadığını gördüm. Yaramazdı da, zira karşı tarafın dini hiçbir kıstası yoktu: “Kitab” desen yüzünü ekşitiyor, “Sünnet” desen sana aval aval bakıyor.. hasılı, ümmehât adına hiçbir şey bilmiyorlardı. Sabahtan akşama kadar “Cin” deyip oturuyor, “Cin” deyip kalkıyorlardı.
Bunların cinlerle alakaları, hapse girmeden önceki zamana dayanıyormuş. 12 Mart Muhtırası verilmeden evvel veya o günlerde, her sabah erkenden kalkar kalkmaz radyonun başına koşuyor ve cinlerin idareye el koyup, koymadıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu tuhaf ve ümitsizce bekleyiş haftalar ve aylar sürüyor. Bir gün idareye vaziyet etme işinden ümitlerini kesince, teselli için, bizi kastederek “Cinler bu işi tahakkuk ettireceklerdi ama, içimizdeki bu insanların yüzünden ettiremediler” demiş ve radyo dinlemeden vazgeçmişler… tutukevinde de benzeri hikayeler sürüp gitti:
Muhit ismindeki cin, kırk milyonluk ordusu ile Eskişehir’den Ankara’ya doğru hareket etti ve ediyor… Atılgan ismindeki daha büyük bir cin, kırk milyarlık bir ecinni taifesi ile şimdi falan yerde otağını kurdu.. harekete emir bekliyor.. yakında bütün muhaliflerin işi tamam vesaire… Bir türlü bitmeyen bu hikayeleri defaatle dinledik; dinledik ve İslam adına bu hezeyanlarla kim bilir kaç kere sarsıldık, kaç kere öfkemizi yuttuk ve inledik… Dinlememek elimizden gelmezdi; çünkü aynı koğuşta kalıyor, aynı masada oturuyor ve sabah-akşam beraber oluyorduk.
Onlara doğruyu anlatmaya, yanlışlarını tashih etmeye de gücümüz yetmezdi. Zira bize inanmıyorlardı. Yüzüme “köpek” dediklerini bugünkü gibi hatırlıyorum. Ben öyle, diğer arkadaşlar da beni taklid eden maymunlar. Ve bu hakaretler, ayrı zamanda birer iddia da değil; onların müşahedesine veya cinlerin ihbarına dayanan, tevil götürmeyen muhkemât.. (!) Birinci semayı sarık deposu, ikincisini misvak atelyesi gören bu zihniyetteki insanlarla bir arada bulunmanın verdiği ızdırabı, bilmiyorum anlatmaya gerek var mı..?
Bu arada, bizden bazı arkadaşların aşırı hassasiyeti de işi bütün bütün şirazeden çıkarıyordu. Ve bir gün bardağı taşıran bir durum oldu. Onlardan ayrılma Mehmet ismindeki birisi, solculardan İslam’a biraz sıcak bakan bir arkadaşını bizim koğuşa getirdi… bu daha önce de olmuştu. Bizim koğuşa gelip İzzet Hocaefendi’den İman ve Kur’an’a dair bazı şeyler öğreniyorlardı. Gel gör ki, bazı mübarek ve muhterem arkadaşlarımız bu işin içinde çaşıtlık dönüyor diye, böyle bir şeyin yapılmasını istemiyorlardı. Derken, o gün öğle yemeği sonrası, tam Kur’an öğrenme ve öğretme başlayacaktı ki, birden bire karşılıklı laf çarpmalara girildi… hava elektriklendi ve birkaç saniye içinde, Avukat Bekir Bey, yerinden kalktı. Mehmet’e hafif vurdu. Meğer meczuplar grubu, pusuda bu pozisyonu bekliyorlarmış. Hepsi birden yataklarından fırladı ve Bekir Bey’in üzerine çullandılar. Hadiseler o kadar seri gelişmişti ki, önüne geçmek ve engellemek mümkün değildi. Önce Mustafa Birlik Bey sonra da ben, atlayıp oraya gireceğimiz ana kadar, oturakla Bekir Bey’in kafasına vurup onu yere sermişlerdi. Bir müminin diğer mümine karşı bu kadar hınçlı olacağını ve öldürme kastıyla saldıracağını tahmin edememiştik. Mustafa Birlik Bey’i de bir tarafa savurduktan sonra ben araya girmiş, onları sağa sola atmaya çalışmıştım ama, bir sandalye de benim yemem mukadderdi.. onun için ilk fırsatta pencereye koştum ve askerleri çağırdım. Böylece, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle mukadder gibi görünen bir cinayet önlenmiş oldu.
Muhit ve Atılgan’ın cinlerden birer orduları olsun veya olmasın, cinler, şeytanlar, ekrem-i mahluk olan insanları hem de çok ciddi olarak bir kere daha vuruşturuyordu.
Bu cin ve şeytan şokunu henüz üzerimizden atamamıştık ki, koğuşun kapısının önünde tın tın gardiyanın sesi duyuldu:
“Tuh size bir de Müslüman olacaksınız” dedi. Hiçbir zaman unutamayacağım bu sözlerden hem utandım, hem üzüldüm, hem de “bu kadar boş, bu kadar zayıf insanlarla ne yapılır ki?” dedim ve sarsıldım.’
Hocaefendi, ta o günlerden çağdaş dünyaya ılımlı, sevgi ve hoşgörüye dayalı gerçek İslâm’ın kuvvetli örneklerini gösterdi ve göstermeye de devam etmektedir.
Bütün Müslümanlar üzerine atılan cahil, geri kalmış, dünyayla entegre olmayan olumsuz imajını Hocaefendi başlattığı Hizmetle bizzat düzeltti, temize çıkardı. Gerçek Müslümanın bir karıncayı bile incitmeyecek hassasiyete sahip olduğunu Sonsuz Nur Aleyhissalatü Vesselam’ın şahsında bütün dünyaya ilan etti. Hizmet, diğer yandan, Müslümanlara herhangi bir korku ve önyargıya kapılmadan modern dünyayla her türlü bütünleşmeyi başarabileceği bir model gösterdi. İslâm’ın moderniteyle ve bilimle hiçbir probleminin olmadığını kendisinden örneklerle ortaya koydu. Hedefsiz, gayesiz ve ufuksuz yaşayan Türk gençliğine bir ufuk kazandırdı. Batı’ya İslâm’ın müspet ve gerçek taraflarını gösterecek, küreselleşmeye katkıda bulunacak ve dünyanın her köşesindeki insanlarla temasa geçecek, son derece eğitimli ve sorumluluk sahibi, küresel bir ufka sahip ‘Altın bir nesil’ yetiştirdi.
Meczuplarla, İslam adına dünyaya hiçbir şey anlatılamazdı. Şimdi birisi kalkmış ‘Gülen denilen bu zat, ilkokulu bile okumamış, üstelik bilge adam diye övüldü’ diyor. Acaba bugün bunu diyen kişinin basiretsizlikte şu meczuplardan ne farkı var? Hocaefendi, İslam’ın dünyaya Gülen yüzü…
Hocaefendi hapishanede cereyan eden o hadiseden sonraki durumu anlatmaya devam ediyor:
‘Bilerek, bilmeyerek kavgaya iştirak edenler hücreye atılmış, sebebiyet verenlere ilişilmemiş, biz de koğuşta oturup kara kara düşünmeye başlamıştık. Mikro planda dört asırlık İslam dünyasının hicranlarını, hasretlerini tedayi ettirecek şeyleri yaşıyorduk… ve tarih bir kere daha “tekerrür” deyip yutkunuyorduk….
Onlardan bir de Arif vardı. Daha yumuşaktı. Çıktıktan sonra bir gün beni Havra Sokağın’da görmüş. Hızla yanıma koştu. Elimi sıktı ve “Hakkınızı helal edin, size çok kötülük yaptık” dedi ve gitti.. Bir de Çorapçı Arif vardı. Gözü ve sözü açıktı. Çehresi de temizdi. Yumuşaktı. Fakat A. Bey ve M. Bey çok serttiler. H. Bey adındaki arkadaş ise son ikisine göre yumuşak sayılsa bile ilk ikiye göre sert sayılırdı. Mehmed’i de katarsak hepsi altı kişiydiler..
Kitaplar ferdî okunuyordu. Bütün gayretim hiç olmazsa bazı faslı müştereklerde birleşmeyi temin edebilmekti. Ama buna katiyyen muvaffak olamadık. Onlarla değil, çok kıymetli arkadaşlarla bile umulan seviyede diyalog sağlandığı söylenemez. Herhalde bizim hamlığımız. Mesela, Harun Reşit Hocaefendi’den sonra S. Efendi’nin talebelerinden Enver ve Ahmed isimli pırıl pırıl iki genç arkadaşı getirmişlerdi. Onlara teklif ettim. Siz, dedim, Nakşî’siniz. Gelin müştereken Evrad-ı Kudsiye’yi okuyalım. Okuyalım ki her an burada dua edilmiş olsun. Mezun değiliz, dediler ve benim bu en masum teklifimi kabul etmediler. Halbuki böyle bir kalbî vahdete çok ihtiyaç vardı.
Zaten önce bahsi geçen arkadaşlarla bir faslı müşterek temin edilemezdi. Bizden gelecek hiçbir teklifi kabul etmeyecekleri muhakkaktı. Bunlar biraz alınan terbiye ve kültürden kaynaklanıyor biraz da hapishanenin kendisine has havasından oluyordu.
Hapishane havası insanı zaten sıkıcıydı. Hele mahkemeye gelip-gidip tahliye olmama ve orada söylenenler, iddialar insanı çileden çıkarıyor. Mahkemeler başlı başına bir fasıl. Gelenler, zorla aleyhte şahidlik yaptırılanlar ve bir de kendisi gelip gönüllü şahidlik yapanlar.. Büyük bir kahramanlık edasıyla kitaplardan bahsedip, ardından da bize, işte hakiki talebe böyle pervasız ve mert konuşur deyip caka satanlar.. bizi böyle konuşmadığımızdan dolayı ihanetle suçlayanlar… Orada meydan nutku attıktan sonra elini kolunu sallaya sallaya mahkemeden çıkıp evine gidenler.. ve mukabilinde tutukluluklarının devamı kararıyla tekrar hapishaneye gönderilenler.. Evet, bütün bunlar çok sıkıcı oluyor ve ister istemez arkadaşların davranışlarına tesir ediyordu.
Solcu arkadaşlarla aramızda, bizim yumuşak huyluluğumuzdan kaynaklanan bir sulh havası hâkimdi. Yer yer tehdit edilmemize rağmen iyi geçinmeye gayret ediyorduk. Abdestimiz, namazımız, namazda dizlerimizi yere vurmamız hep tecavüz vesilesi yapılmak isteniyordu. Ama, Allah’a hamdederim, orada her zaman mü’min olmanın kazandırdığı emniyet ve güveni estirmeye çalıştık. İçlerinde inanmasa dahi Savaş Al gibi mert insanlar da yok değildi. Mesela bir Menemenli çocuk vardı. O da çok mertti. Kartal bakışlıydı. Hep ona bakar bakar, şu çocuk bir hidayete erse sahabe gibi olur, derdim.
En son Bademli’ye gelenlerden Kadir Kaymaz da temiz bir çocuktu. Fakat fikren, hayalen nezih bu çocuğun gönlüne iman hiç misafir olmamıştı…”
Allah’ı Tanısalardı Birer Sahabe Gibi Olurlardı
Hocaefendi’nin cezaevinin dört duvarı arasında geçireceği 7 ay, kendisine gençliğin sol yelpazesini tanıma fırsatı verecekti. Dine uzak yaşantıları olmasına rağmen, bu gençlerdeki idealizmi ve toplum için bir şeyler yapma çabasını görecekti. “Nice vatanperver, mert, dürüst, özbeöz Anadolu çocuğu vardı ki, ‘Avrupa’nın emperyalizmini kabul etmiyoruz’ diyorlardı. Ama buna karşı olarak yanlış bir tercihle komünizmi seçmişlerdi. Onlarla bir kader birliğimiz oldu, çok candan dostlarımız oldu. Öyle riyasız delikanlılar gördüm ki, kafalarına Allah’ı koydun mu her biri bir sahabe gibi olurdu. Dobra dobraydı hepsi” demesinin sebebi buydu.
Bu yüzden Hocaefendi, cezaevinden çıktıktan sonraki yıllarda sağ-sol kavgalarına bulaşan gençleri ayırt etmeksizin, sokağa dökülmenin bir şey kazandırmayacağına dair konuşmalar yaptı. Ona göre gençlik bütün kanatlarıyla bir sorunlar yumağının içindeydi.
Haddini Aşanlar
Tabii bu solcular arasında zaman zaman dine hakaret edenleri de oluyordu. Hocaefendi anlatıyor: “Onlar yanımızdaki koğuşta kalıyorlardı. Biz namaz kılarken iki de bir duvara vururlardı. Halbuki kendileri sabahtan akşama kadar hiç durmamacasına saz çalarlar, Dadaloğlu, Köroğlu türküleri söylerlerdi. Milli duyguları tahkir edici, hafife alıcı ifadeleri ise hiç eksik olmazdı. Buna rağmen biz namaz kılarken hemen duvara vururlar “Hocalar sesinizi yükseltmeyin” diye bağırırlardı. Hele sabahları abdest alırken her gün onlardan ikaz gelirdi. ‘Uykumuzu kaçırıyorsunuz’ derlerdi.
Belki de kendi dünyalarına göre haklıydılar. Çünkü yaz geceleri çok kısa. Onlar da zaten bire ikiye kadar oturmuşlar. Tam onlar yatacağı zaman biz gece namazı veya sabah namazı için abdest almaya başlıyorduk.. ve derken hır-gür….
Bir gün hava almaya çıkmışlardı. Radyo, “Endonezya’da sağcılar komünistleri ezip, geçtiler” mealinde bir şeyler söyledi. Söz nasıl kaydıysa Bekir Bey, tam solcular da dışardayken “Bir fırsat düşerse burada da olur..” dedi. Tabii onun bu sözü hemen gerilimi artırdı. Solcuların planları toptan hepimizi benzetmekmiş. Fakat Cenab-ı Hakk onlara fırsat vermedi. Yoksa, planladıklarını rahat yaparlardı ve idareden hiçbir tepki almazlardı. Hem fiziki olarak da bunu yapabilecek durumdaydılar. Hepsi de komando talimi görmüş insanlardı.
Üç ayları tevkifhanede idrak ettik. Ramazan yaklaştıkça, tahliye olma arzusu da artıyordu. Bilhassa salıverilenlerin ayrılıp gitmesi, içeride kalanların salıverilme arzusunu daha da coşturuyordu. Teselli olabileceğimiz şeyler yok değildi: Bu kadar arkadaşın bir araya gelmiş olması, bu kadar insanın çarşının-pazarın günahlarından uzak kalması… ve birlerle binleri yakalamak suretiyle bu kısacık hayatın ebedileştirmesi gibi hususlar, bu tesellilerden sadece bazıları…
Tutuklu kaldığımız günlerin sonlarına doğruydu. Solcularla biz ayrı ayrı koğuşlarda kalıyorduk. Güneri ile halef-selef olmuştuk. Ondan sonra koğuş mümessilliğini bana verdiler.. Kadir Kaymaz’ı da bizim koğuşa yerleştirdiler. Ben de onu bizim ranzalara yakın bir yere yatırdım. Bazı arkadaşlar ondan da rahatsız oldular. “Onu koğuşun arkasında bir yere yatırın” dediler, zira onun da çaşıt olabileceğinden endişe ediyorlardı.
Böyle düşünülüyordu ama benim kanaatım o merkezde değildi. Çünkü bu çocuk sadece bir aletti. İdeolojik bir hırsızlığa, banka soygununa alet edilmişti. Yaptıkları şey de çirkin ve adiceydi ama bunlar 19-20 yaşlarında bu çocuğun kafasında teşekkül eden şeyler değildi.
Kadir Kaymaz gelmeden, biz hadiseyi gazetelerden okumuştuk. O günün parasıyla 4,5 milyon lira Kadir’in marifetiyle çalınmıştı. Soygun esnasında Kadir kadın kılığına girmiş, peruk kullanmış. Tutuklanıp geldiğinde bazıları onunla alay etti. “Kadriye abla” dediler. Bu bizim terbiye sınırımızı aşar.
Komünistler akıl vermesin diye Kadir’i bizim yanımıza koymuşlardı. Kendisiyle beraber yakalanan başkaları da vardı; ama sadece Kadir bizimle kalacaktı.
Banka soygununu programlayanlar başkalarıydı. Ancak Kadir bankada çalıştığı için organizenin mühim kısmını o yapmıştı. Kendisinin anlattığına göre bankanın arabasını Selçuk tarafında durdurmuşlar. Yanlarındaki muhafızlara uyutucu iğne vurup onları etkisiz hale getirmişler ve bütün parayı da alıp kaçmışlar. Daha sonra İzmir Güzelyalı’ya gelmişler. Büyükçe bir apartmanın dairelerinden birini kiralamışlar. Gayet lüks bir şekilde döşemişler. Yanlarında kız arkadaşları da olduğu halde orada kalmaya başlamışlar..
Birgün polis bu apartmanda arama yapıyor. Onların bulunduğu daireye de gelmişler. Kapıyı kızlardan biri açmış. Bir komiserin oğlu olan aynı ekipten birisi de kapının arkasına saklanmış. Polis kapı aralığından kıza: “İçeride başka kimse var mı?” diye sormuş. O “Yok” cevabını vermiş. Ama tam bu sırada komiserin oğlu -ki iri kıyım birşeydi- kımıldayınca cama gölgesi düşmüş. Polis hemen içeriye girmiş. O polislerle çatışmaya, boğuşmaya başlamış. Boğuşma esnasında elbise dolabına çarpmışlar. Dolabın kapısı açılıvermiş. Meğer Kadir de orada saklı. Hemen adını sormuşlar. “Kadir” demiş. “Kaymaz’ı da var mı?” diye tekrarlamışlar. O da evet, deyince hepsini birden tutup karakola götürmüşler.
Biz hadiseyi teferruatıyla olmasa bile daha önceden bildiğimiz için Kadir gelir gelmez ben kendisiyle ilgilendim.
Din adına verilen bütün tenbihlere karşı yumuşaktı. Hayatında bir kere dahi namaz kılmadığını söylüyordu. Bizimle beraber namaza başladı, oruç tuttu. Teravih namazları uzun gelir de bıkar diye ben; “Şafii Mezhebine göre teravih sekiz rekat kılsan da olur. Sen o kadar kıl.” dedim. Ertesi gün kendisi bana “Hocam bugün de teravihi Şafii’ye göre kılalım” demişti. Yavaş yavaş terminolojimizi anlamaya başlamıştı..
Bir suç işlemişti; fakat hapishanede garipti. Kazağımı çamaşırlarımı da vermiştim ona. Elimden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyordum.’ diye anlatıyor Hocaefendi hapishane günlerini.
Devam edecek…,
[ Tarık Burak yazdı ]
Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-24