Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-17

Yazar Egeli
[ Tarık Burak yazdı ]
Hocaefendi’nin İzmir Kestanepazarı Yılları (1966-1970)
İzmir’e Hicret…
Fethullah Gülen Hocaefendi, Edirne ve Kırklareli’nde uğradığı baskı ve takipler üzerine 1966 yılının Şubat ayında bir süre izne ayrıldı ve Ankara’ya gitti. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Yaşar Tunagür Hoca’yı ziyaret etti. Yaşar Tunagür Hoca, kendisini İzmir’e tayin etmeyi düşünmekteydi. Ve Hocaefendi istemese bile Yaşar Hoca’nın zorlamasıyla 11 Mart 1966 tarihinde İzmir’e tayini yapıldı.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu hadiseyi şu şekilde aktarıyor. 
“İzine ayrılıp küçük bir Türkiye seyahatine çıktım. Çeşitli yerlerdeki dostlarımı ziyaret ettim. Seyahatim kırk gün kadar sürdü. Halbuki izin sürem yirmi gündü. Ankara’ya uğradım. Yaşar Hocaefendi Diyanet İşleri Reis Muavini olarak Ankara’ya gelmişti. Ona durumumu anlattım. Meğer aklında başka bir düşünce varmış. İzmir’den ayrılırken onlara kendi yerine beni göndereceğini söylemiş ve benden sitayişkârane bahsetmiş. Bana “Bir dilekçe yaz ve İzmir Vaizliğini iste” dedi. Ben, aniden böyle bir teklifle karşılaşınca şaşırdım. “İzmir büyük yer, beni yutar. Mümkünse beni şarkta küçük bir vilayete verin” dedim. O ısrar etti. Bir başkasına dilekçe yazdırdı, bana da zorla imzalattı. Daha sonra da kararnameyi Diyanet İşleri Reisi Elmalı’ya imzalattı. Kendi imzalamadı. Bu Yaşar Hocaefendi’nin her zamanki temkinli davranışlarından biriydi.
Kırklareli’ne geldiğimde ilk işim müftüye tayinimi duyurmak oldu. Çünkü suçlu durumundaydım. Tayinimin çıktığını duyunca müftü suçumu unuttu ve üzüntülerini bildirdi. Kırklareli’nden ayrılışım adeta bir merasim oldu. Arabalar tuttular ve beni Edirne’ye kadar tekbirlerle, salavatlarla getirdiler. Edirne’deki dostlarla görüşüp vedalaştım. İstanbul’a geldim ve İzmir’e gitmek üzere trene bindim.”
Kırklareli Valisi Nail Memik, 25 Mart 1966 günü İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a gönderdiği bir yazıyla Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 21 Mart 1966 tarihinde ilden ayrıldığını bildirdi. Ayrıca Yeşilyurt gazetesinde Hocaefendi’nin Kırklareli’nden ayrılışına dair 28 Mart 1966’da bir haber yayınlandı. Haberde şöyle deniyordu:
“Bir yıla yakın süredir şehrimizde vaizlik görevinde bulunan genç vaizlerimizden Fethullah Gülen, İzmir Merkez Vaizliğine atanmıştır. Verdiği vaazlarla aydınların dikkatini üzerine çeken Fethullah Gülen’e yeni görevinde başarılar dileriz.”
Hocaefendi’nin İzmire tayini nasıl çıktı?
Yaşar Tunagür Hoca’nın 1965 yılı sonbaharında Ankara’ya Diyanet İşleri Başkan vekili olarak tayini çıkmıştı. Kestanepazarı’ndaki talebeler ve camiye gelen insanlar “Bizi kime bırakıp da gidiyorsunuz?” deyince, Yaşar Hoca onlara “Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni bile unutacaksınız” diyordu. Onlara isim vermiyordu. Fakat kafasında sadece tek isim vardı. O da henüz 27 yaşında genç bir hoca olan Fethullah Gülen Hocaefendi’den başkası değildi.
Yaşar Tunagür Anlatıyor:
“Ankara’ya gider gitmez de ilk işim Hocaefendi’nin tayinini İzmir’e yapmak oldu. Ve böylece bu müessese ehil bir insana teslim edilmiş oldu. İnsanı hangi ameli kurtaracaktır, bunu ancak Cenab-ı Hakk bilir. Fakat ben kendi namıma şöyle düşünüyorum: “Ahirette beni kurtarmaya vesile olacak hiçbir amelde bulunmadım. Sadece bir işe vesile oldum ki bütün ümidim ondadır. O da Fethullah Efendi’yi İzmir’e tayin etmiş olmamdır. Evet, beş senelik Diyanet İşleri Reis Muavinliği döneminde yaptığım en hayırlı iş odur.”
Hocaefendi, 25 Mart 1966’da İzmir Kestanepazarı’na geldi. 1966 Mart ayında başlayan ve 1970 yılı Mayıs ayına kadar süren yaklaşık 4 yıllık Kestanepazarı hayatı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İzmir’deki ilk dönemini teşkil ediyordu.
 Hocaefendi, elinde iki çantayla Kestanepazarı’na vardığında bazı insanlar biraz hayret etmişti. Yaşı yirmi yedi dolaylarındaydı. Onun için Hocaefendi’nin idareci olarak gelmesini kabullenememişlerdi. Hatta hocaların içinde, hem de kendisine duyuracak şekilde “Yaşar Hoca, bula bula bu çocuğu mu bulup gönderdi” diyenler oluyordu. “Yaşar Hoca’nın ‘Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni bile unutacaksınız, dediği Hoca bu muydu!”
Hocaefendi, kimseye yük olmamak için burada eşyasını müdür odasındaki küçük cam bir dolaba yerleştirdi. Odada, gece gündüz kullandığı, açılıp kapanan bir koltuk vardı. Gündüzleri onu koltuk olarak, geceleri de yatak olarak kullanıyordu.
Bir İki Saat Uyku
Hocaefendi o günkü hatıralarını şöyle aktarıyor:
‘İlk müşahedeme göre, devamlı olarak talebenin başında bulunmamda zaruret olduğu kanaatine vardım. 24 saat hiç uyumamam icap ediyordu. Talebenin umumi durumu bunu gerektiriyordu. Devamlı riyazattan bünyem iyice zayıf düşmüştü. Buna rağmen bir-iki saat uyku ile yetiniyordum. Bazen sabaha kadar beklediğim ve hiç uyumadığım olurdu. Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşır talebeyi kontrol ederdim. Bir taraftan talebe ile yakından ilgileniyor, diğer taraftan da gördüğüm gayr-i nizami durumları düzeltmeye çalışıyordum.
O sene tedrisat döneminin bitimine iki-üç ay kadar bir müddet vardı. Ve o sene öyle geçti.
Son sınıf talebelerinden birkaç asi çocuk vardı. Yaşları da büyüktü. Söz dinletmek mümkün değildi. Benden evvelki idareciler tarafından şımartılmışlardı. Başka çarem olmadığını anlayınca, bunlardan bir-ikisine çok sert bir konuşma yaptım. Bir kısmı okulu bitirip gitti, diğerleri de kuzu gibi oluverdi.
Yaşım yirmi altı veya yirmi yedi dolaylarındaydı. Onun için hem talebeler hem de hocalar benim idareci olarak gelmemi yadırgamışlardı. Hatta hocaların içinde, hem de bana duyuracak şekilde “Yaşar Hoca, bula bula bu çocuğu mu bulup gönderdi” diyenler oluyordu. Zaten daha önce idarecilik yapmış ve burada idareci olarak bulunmuş bir arkadaş, beni o zaman da daha sonra da kabullenemedi.
İlk gün, talebeyi toplamış ve beni onlara takdim ederken “Bundan sonra başınızda bulunacak. Yani müdür gibi bir şey” demişti. Tabii ki böyle bir takdim bana çok dokundu. Elbette ki, bu takdim şekli talebeye de menfi yönde tesir etmişti. İdareyi ele alıncaya kadar epey sıkıntı çektim.
Ali Rıza Güven Bey, dernek başkanıydı. Dernekte en çok sözü geçen oydu. Gıyabımda beni takdirle yadettiğini ve bir gün idarecileri toplayarak “Bu hoca, buranın yemeğini dahi yemiyor. Eğer onu rahatsız edici bir tavrınız olursa, hepinizi buradan atarım” dediğini, daha sonra duydum. Kısa bir müddet sonra da gerek talebe, gerek idarecilerin büyük çoğunluğu, gerekse hocalar beni kabullendiler ve aramızda ciddi bir kaynaşma oldu.
Benden evvel, Ali Rıza Güven Bey, her sabah gelir talebeleri kontrol edermiş. İlk günler de geldi. Fakat beni hep ayakta ve talebelerin başında buldu. Bir gün “Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı” dedi. Ve ondan sonra da kontrol maksadıyla yurda hiç uğramadı.
Tahta Kulübe...
Altı ay kadar sonra, bana kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir yerdi. Ben ilk altı yedi ay, hep müdüriyette kaldım. İş oturuncaya kadar sırtımı yere koymadım, diyebilirim.
Kulübemi çok seviyordum. Küçük bir yerdi. Uzansam ayaklarım duvara değerdi. Helası, lavabosu yoktu. Ellerimi dışarıdaki bir bidondan yıkıyordum. Fakat bu küçük oda, beni doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi; fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapmıştı. Bir han gibi işlerdi orası… Bazen Ali Rıza Güven Bey, Sacid Bey ile beraber, bazen Saffet Solak Bey bazen da bir başkası gelirdi. Ben de hususi çay yapar ve ikram ederdim. Ali Rıza Güven Bey, o tatlı sesiyle telefon eder ve “Hocam, çay hazır mı?” derdi. Veya ben açardım telefonu “Ağabey, çay hazır” derdim. Gelirdi. Evliya gibi bir insandı.”
Ali Rıza Güven Bey o günleri şöyle anlatıyor:
“Yaşar Tunagür Ankara’ya gidecekti. Kendisinden yerine mutlaka birini bulmasını talep ettik. Zaten aldığımız söz üzerine gidişine muvafakat ettik. O da Hocaefendi’yi gönderdi. Hepimiz onu çok genç bulmuştuk. Acaba Yaşar Hoca’nın yerini doldurabilecek miydi diye. Fakat o çok kısa zamanda tereddüt ve kuşkumuzun yersizliğini ispat etti. Onu, tahminimizin çok üstünde, alim, faziletli, feragat sahibi ve çalışkan bir insan olarak bulduk. Disiplinine hayran olmamak mümkün değildi. Hem derslere girer hem de talebenin sevk ve idaresiyle meşgul olurdu.
Kendisini gün aşırı ziyaret ederdim. Küçük odasında -ki bir insan uzansa ayağı duvara değerdi-beraberce çok çay içtik. Çayı, Hocaefendi kendi elleriyle demlerdi. Odasında küçük bir elektrik sobası vardı. Bununla ufak tefek ihtiyaçlarını görebiliyordu. İkili sohbetlerimizi ve bazen de dertleşmelerimizi çoğunlukla bu çay vaktinde yapardık. Vakit olarak da ekseriyetle ikindi namazından sonra olurdu.
İmam Hatip okulunun döşemeleri için İzmir’in zengin bir kadınına beraberce gitmiştik. Prensiplerine aykırıydı, fakat fedakarlık yapmıştı. Onun bu fedakârlığını hiç unutamam.
Hocaefendi beş sene kadar Kestanepazarı’nda hizmet verdi. Bu zaman zarfında yetişen talebeler çok daha başka yetişmişlerdi. Şuurlu ve ruh köklerine bağlı birer insan oldular.
Talebelerin her şeyi ile bizzat meşgul olurdu. Dersleriyle, terbiyeleriyle ve sosyal durumlarıyla.. O hem yurt müdürü hem de başöğretmendi. Yetişen talebeler de ona göre ihlaslı ve samimi oluyordu. Bu farkı her zaman hissetmişimdir.
Kestanepazarı Camii’nde verdiği vaazlar da çok ilgi topluyordu. Zaten içi dolu bir insandı. Ancak içindekileri aktarabilmede de çok mahirdi. Seçkin bir hitabet tarzı ve üslubu vardı. İkna gücü çok kuvvetliydi.
Vaazlarında işlediği konular, her seviyedeki insanı tatmin ediyordu. Onun vaazlarına kim gelse ve dinlemesi peşin bir hüküm sebebiyle değilse mutlaka çok beğenirdi. İlmî ve teknik ağırlıklı konuşuyordu. Zaten bütün, vaazları çokları tarafından teyplerle kaydediliyordu.”
1966’da Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir’e ilk geldiği günlerde rüyasında (tam altı yıl sonra Nefi Akyazılı’nın bağışlayacağı) bir arazi üzerinde dünyayı kuşatacak bir okul inşaatının başlatıldığını gördü ve o günlerde YENİ BİR DÜNYA şiirini yazdı. Bugün 173 ülkedeki sevgi okullarının öğrencileri görülen bu rüyanın bir meyvesi olarak bu şiiri Türkçe Olimpiyatları Şarkısı olarak seslendirmekteler.
Hocaefendi, İzmir’deki o ilk aylarda vefasının gereği olarak Suat Yıldırım Bey’i ziyarete gitti. Suat Yıldırım Hoca anlatıyor:
“Tuzla’dan sonra Eğirdir Dağ ve Komando Okulu’nda beş aylık kursa gittim. Onun biteceği gün Hocamız İzmir’den kalkıp beni ziyarete geldi. Bu arada onun da tayini İzmir vaizliğine çıkıp oradaki Kestanepazarı öğrenci yurt müdürlüğüne de yeni başlamıştı. Mevsim kış olup Şubat ayında idik. Beraberce Isparta ve Denizli’yi gezdikten sonra Ankara’ya gittik. Orada merhum Necip Fazıl’ın Mehmetçik konferansını beraberce izlemiştik. Böylece Ankara’ya kadar gelerek beni Hopa’ya uğurlayıp, oradan İzmir’e döndü.
Hocaefendi’nin vefakârlığına sınır yoktur. Çok kıt imkanları ile 1966 yazında İzmir’den Hopa’ya, yani Türkiye’nin batısındaki en uzak yerden, en doğusundaki hudutta beni ziyarete geldi. Ben o zaman Hopa’nın Sarp köyünde, yani tam hudutta, takım komutanı olarak yirmi dört saat boyunca devamlı görevli sayıldığım bir konumda idim. Israrlarıma rağmen, şartlar müsait değil, askerliğin hassasiyeti var düşüncesiyle, hudut karakolundaki odamda misafir olmadı. Günlerce süren yolculuğuna, yorgunluğuna rağmen bir iki saat kalıp ayrıldı.”
Bu tarihlerde, (19 Ağustos 1966) Erzurum, Bingöl, Muş çevresinde meydana gelen depremde 2500 kişi hayatını kaybediyordu.
Gurbet Dergisi’nde Hocaefendi’nin Yazılarının Çıkması
Abdullah Aymaz ve Fehmi Koru gibi İmam Hatip Lisesinde okuyan talebeler üç ayda bir “Gurbet” adında bir dergi çıkarıyorlardı. Fethullah Gülen Hocaefendi Kestanepazarı’na gelince, Abdullah Aymaz ve arkadaşları Yaşar Tunargür Hoca’dan istedikleri gibi Hocaefendi’den de dergiye yazı yazmasını istediler. Bu istek üzerine yazılar yazmaya başladı. İlk yazdığı yazının adı da “Gurbet” idi. (Gurbet Dergisi, Nisan 1966, Sayı 9) Hocaefendi’nin Gurbet dergisinde dört yazısı çıktı. Bunlar:
Gurbet (Sayı 09) 01 Nisan1966; İnanıyor muyuz? (Sayı 10) 01 Temmuz 1966; Seni Anlayamadık (Sayı 11) 01 Ekim 1966; Kapına Geldik (Sayı 12) 01 Ekim 1967).
Fethullah Gülen Hocaefendi, Gurbet Dergisi ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:
“İzmir Kestanepazarı’na geldiğim zaman orada Gurbet mecmuası çıkıyordu. Oradaki talebe arkadaşlar benim müsvedde mahiyetindeki bazı yazılarımı o dergide yayınladılar.
Derginin tahrir ve yazar heyeti içinde beşinci sınıfta okuyan Abdullah Aymaz, Mehmet Binici ve Fehmi Koru, başlarında da İmam-Hatibi bitirmiş İhsan Emci ve Osman Eskicioğlu vardı. Daha evvel Yaşar Tunagür Hoca’ya bir iki yazı yazdırmışlar. Kaçıncı sayıdan itibaren bilemiyorum ben de öyle aceleden karaladığım, o gün için o dergide birkaç yazım çıktı. O mecmuayı da seviyordum. Evet mecmuanın adı “Gurbet” idi. Benim orada ilk yazdığım yazının adı da Gurbet idi. “Sen de gurbettesin” diye bitirmiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla tabii bugünkü gibi çok tahkik, tasnif falan olmuyordu. Çok hatalı da olabilir. Fakat ruh, Azerilerin dediği gibi “yine o benim ruhumdur. Tabii o sırada bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama o da uzun ömürlü değildi ve sadece İzmir çapında çıkıyordu. İki veya üç bin belki ancak basıyordu. Kalanları da dağıtıyorlardı. İzmir çapında olan bir şey, bence güçlü sayılmazdı.”
Kuşlar Ne diyor?
Bu yıllarda bir yolculuk sırasında sabah namazını kılmak için yol üzerindeki bir köye uğrayan Hocaefendi’nin yanında İzmir’deki öğrencilerden biri olan ve günümüze kadar birçok kitaba imza atmış yazar Abdullah Aymaz vardı. İkisi köyün camisinde birkaç köylüyle birlikte sabah namazı kıldılar. Caminin dışına çıktıklarında kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyordu. O sırada köylülerden biri Hocaefendi’ye yaklaşıp, “Bu kuşlar ne diyor?” diye sordu. Muhtemelen ondan “Kuşlar çıkardıkları bu sesle Allah’ı zikrediyorlar” gibi bir cevap bekliyordu. Hocaefendi’nin cevabı ilginçti: “Kuşlar, ‘Yazıklar olsun şu köye, sabah namazına sadece dört kişi geliyor’ diyorlar!”
İzin Alıp Erzurum’a Gitmesi
Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir’deki ilk yıllarını şöyle anlatıyor:
“Klasik usulde ders okutuyordum. İlk geldiğim sene Abdullah Aymaz’lara ve arkadan gelen sınıflardan da bir-iki kişinin iştirak ettiği bir gruba ders okutmuştum. Mülteka’yı takip ediyorduk. Abdullah Aymaz, zannederim o sırada İmam Hatip beşinci sınıfa gidiyordu. İsmail Büyükçelebi ve arkadaşları hariçten hazırlanıyorlardı. Onların sınıfına İzhar okuttuk. O devreden hatırladığım ileri sınıf talebelerinden İbrahim Çalışkan, Muzaffer Karaaslan, Kafi Dönmez gibi talebeler vardı. Ertesi sene güz döneminde (1966-1967) Mustafa Ali Yılmaz, Mehmed Küçük, Mesut Erişen’lerin dahil olduğu grup geldi. O sene izin alıp Erzurum’a gittim. İmtihanlar olacağı zaman beni çağırdılar. Onların mülakatında bulundum. O sene de öyle geçti.”
Hocaefendi, çok güzel bir sesle ezan okuyan 13 yaşındaki Mesut Erişen’i bir ara konservatuara göndermeyi bile düşünüyordu. Orada da hizmet edecek güzel insanlara çok ihtiyaç vardı. Fakat, Mesut Erişen yıllar sonra Zaman Gazetesi’nin hem Roma hem de Vatikan temsilcisi olarak Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Papa ile tarihi buluşmasına vesile olacaktı.
Devam edecek…   
[ Tarık Burak yazdı ]
Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi Yazı Dizisi -17

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy