Allah (cc) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir de, İnananlar Geri Kalmış ve Terakkî Edememişlerdir?
Evvelâ, yaratana suâl sorma mevkiinde olmadığımızı, olamayacağımızı bilmek edebin ifadesidir. Varlığın asıl sahibi O’dur; O, dilediğini aziz, dilediğini zelil; istediğini sultan, istediğini dilenci kılar da kimse ona hesap soramaz. Her icraatında çok hikmet ve maslahatların bulunması her işi, akla ve fikre hayret verecek şekilde cereyan etmesi muhakkaktır. Ne var ki, bütün işlerindeki gerçek mantık ve hikmetleri yine sadece kendisine aittir. Bizim, o fayda ve maslahatlar adına öne süreceğimiz her şey, ya onun anlattıklarının bir tekrarı veya idrak edebildiğimizce ortaya atılmış bir kısım tevilciklerdir. Bu türlü te’vil ve tefsir gayretleri, tereddüt ve şüpheleri gidermeğe yarasa bile, hiçbir zaman asıl hakikati ifâdeye yetmeyecektir.
Bununla beraber, bu hususta söylenmiş ve söylenebilecek bir kısım hakikatleri sıralamada fayda mülahaza ediyoruz:
1. İlk önce, ortaya atılan tereddüt üzerinde duralım: Allah’ın, (c) mülkü ve dünyayı inanmayanlara verip de, bütün bütün inananları mahrum bıraktığı doğru değildir. Aksine, belli devirlerde ve belli şartlarla inananlar, inanmayanları bir hayli gerilerde bırakacak şekilde ilerlemiş ve dünyayı, maddi, mânevi hakimiyetleri altına almışlardır.
Nebiler kumandası altında çok iyi inanmış bir Tevrat toplumu, kitabına ve peygamberine saygılı bir İncil toplumu asırlarca, dünya çapında devletler kurmuş ve hükümran olmuşlardır. Ve hele Kur’an toplumu, köklü inanç ve sağlam prensipleri sayesinde, dünyanın çeşitli kıtalarında, çeşitli medeniyetler kurmuş ve asırlarca beşerin kaderine âdilâne hükmetmiştir.
Bu itibarla, bir kısım inkarcı mürtecilerin zannettikleri gibi, inkar ve ilhadı ilerletici, inancı da geriletici unsurlar olarak görmeye imkan yoktur. Aksine, toplumların ileri ve müreffeh olmasında imanın rolü her türlü takdirin üstünde ve yeri doldurulamayacak kadar büyüktür. Ancak, hikmetlerin kavranması ve sebeplere riayetin şart koşulduğu bu dünya hayatında, o hikmet ve sebepler dairesi içinde harekete de zaruret vardır.
2. Yüce Yaratıcı, imkânlar bahşedip yükseltmek istediği toplumlarda, âdî şart ve vesileler olarak bir kısım şeylerin yerine getirilmesini ister. Bu şart ve vesilelere riayet edildiği takdirde, o toplumu yükseltir ve müreffeh kılar. Aksine, riayet edilmediği zamanda perişan ve derbeder eder. Bu şart ve vesileler inananlar için bahis mevzuu olduğu gibi, inanmayanlar için de her zaman bahis mevzuudur. ‘Her mü’minin her sıfatının mü’min olması lazım gelmediği gibi, her inançsızın her vasfının da küfür olması lazım gelmez.
Nice kimseler vardır ki, dupduru ve tertemiz inançlarıyla beraber, boylarınca bâtıl vasıflar ve kötü hasletler içindedirler. İnandığı halde haram yiyen, yalan söyleyen, tembellik ve atalet içinde bulunan, tefekkürden hoşlanmayıp, ilmi sevmeyen insanların sayısı hiç de az değildir. Ve, yine nice kimseler vardır ki, inanmadığı halde, ilme aşıktır. Düşünmeyi sever. Başkalarının hukukuna karşı saygılı ve riâyetkardır. Yalan nedir bilmez. Boş oturma ve boş konuşmadan nefret eder. Evvelkisi, kafir sıfatlarını taşıyan bir inançlı, ikincisi de mü’min sıfatlarım taşıyan bir inançsız.. Bütün alemlerin Rabbi olan Yüce Yaratıcı, vasıf ve hasletlere göre hüküm verdiği için, mü’min vasıflarıyla serfiraz olanı, bu dünya hayatında yükseltecek ve bir bakıma mesut edecek, diğerlerini de, yine bu hayat itibariyle perişan ve sefil kılacaktır. Diyelim ki Cenabı Hak, sistemli düşünmeyi, ilmî gayreti, çalışma ve yorulmayı, hususiyle metotlu çalışmayı seviyor. Ve bunların aksi olan, düşünmemeyi, ilimle uğraşmamayı, tembellik ve uyuşukluğu ve çalıştığı zaman da sistemsiz ve metotsuz çalışmayı sevmiyor. Şimdi, buna göre O, yükseltmek ve alçaltmak; aziz ve zelil etmek istediklerini, yukarıda bir kısmını sıraladığımız vasıflara ve hasletlere göre yükseltecek, alçaltacak; aziz ve zelil kılacaktır. Zira O, hükümlerini vasıflara göre vermektedir. Kim, taşıdığı sıfatlarıyla, sonsuz kudret ve inayetle münasebete geçerse, herkesin hukukunu görüp gözeten Erhamürrahimin tarafından te’yid görür ve ilerler.
Evet, hangi toplum sistematik düşünüyor, hangi millette ilim aşkı var; hangi topluluk gayretli ve çalışkan ise, o topluluk inançsız dahi olsa, bu güzel hasletlerinden ötürü, muvakkat dünya hayatında mutlu ve müreffeh olacaktır. Aksine ise, bir şey söylemek oldukça zordur..
Böyle bir muvazenede imanın kendine has ağırlığı ise, gönülden inanmışlar için ebedî saadete vesile olma gibi bir mazhariyettir ki; her mü’min inancının semeresini kat kat görecek demektir.
3. Maddi terakkî ve teknik üstünlük, bir zamanlar bizde de olduğu gibi, halihazırdaki nesle intikal eden mirasın, çok iyi değerlendirilmesine; iş bölümü ve mesailerin tanzimine; atâlet ve miskinlikle mücadeleye bağlıdır. Bir toplum, geçmişini inkar ediyor ve kendine intikal eden mirası hor görüyorsa; keza, herkes her işe karışıyor ve umum işler ehil olmayanların elinde kalıyorsa, o toplumun terakki etmesi asla düşünülemez.
Oysaki, bugün ileri gördüğümüz dünya, kendisine intikal eden mîrası çok iyi değerlendirdi ve asla geçmişi tahkirle uğraşmadı. Tahkirle uğraşmak şöyle dursun, geçmişle, hali, yan yana getirdi ve terkiplerini ondan çıkardı.
Bu dünyada, halihazırdaki parlak durumu ve gelişmiş teknolojiyi, esas ve kıstas kabul ederek, geçmişini inkar eden, onu hakir gören tek ferde rastlayamazsınız. Galileo, bütün hatalarına rağmen Copernik’i saygıyla yad eder; Einstein, yanlışlarını ıslah ettiği Newton’u hürmetle anar. Ve bu anlayış daha sonraki nesillere, onları ve eserlerini müşterek mütalaa etme fikrini ilham eder.
Ah, benim Gazalim, İbn-i Sina’m, El-Cabir’im, Eb-ul Heysem’im, Eb-ullz’im.! (vs) sizi kameti kıymetinize göre tanıyamadık. Bıraktığınız muhteşem mirası batıya kaptırdık ve şimdi onun istirdat [1] yollarını araştırıyoruz. Hayır hayır istirdat değil; batının bin bir akrobatlığı karşısında, şaşkın, beceriksiz, mahkur [2], mezmum [3], menfur [4] ve merdut [5] bir topluluk gibi hediye ve ulufe bekliyoruz.
Ve, yine bu ileri dünya, mesailerin tanzimine, iş bölümüne ve ihtisasa ehemmiyet verdi. Kim, hangi işi yapacaksa, daha başlangıçta o yola girdi ve o istikamette melekelerini geliştirdi. Bütün bir ömrünü böyle belli bir yönde tüketen ve himmetini belli bir noktaya teksif edenin ilerleyip muvaffak olmasından daha tabii ne olabilir? Yoksa, üçüncülüğü kabul eden bir dünyada olduğu gibi, sabah deve çobanı; öğlene doğru zürra [6]; akşam üstü sanayici ve yatarken de idareye talip olanların teşkil ettiği bir toplumda ne memleket kalkınmasından, ne de maddî refah dan bahsetmeye imkân yoktur.
4. Yüce Yaratıcının iki kitap ve iki çeşit kanun mecmuası vardır:
Her bir meselesi bir ilme mevzu olan şu kâinat kitabı,
Bu muhteşem kâinat sarayını kuran zâtın kâinat ve onun seyircileriyle alakalı beyanlarını ihtiva eden Kur’an-ı Kerim.
Birinci kitapta eşya ve hadiseler konuşur. İkinci kitapta ise, söz ve kelimelerle, birinci kitabın şerh ve izahı; seyircilerin vazife, mesuliyet ve gidecekleri yer anlatılır.
Birinci kitap, fizik, kimya, astronomi gibi dillerle kendini bize tanıttırır . Ve elektronlardan nebülözlere kadar geniş bir sahada dersini takrir eder. İkinci kitap, bu dağınıklığı derler, toparlar, ulvî bir bâtının zahirî ve yüce bir hedefin vesilesi haline getirir.
Her iki kitabın kısmen farklı, kısmen de müşterek ahkâmı vardır. Beşer bu iki kitabın ahkâmına da uyma mecburiyetindedir. Her iki kitabın ahkâmına uymanın mükafatı, muhalefetin de cezası vardır. Ancak kâinat kitabına uymamanın cezası ekseriyet itibariyle dünyada, Furkan-ı Mübin’e uymamanın cezası da, umumiyet itibariyle ahirette verilmektedir. Buna göre, her iki cihanın saadeti de, her iki kitabın ahkâmını inceden inceye tetkik edip kavramaya ve o çizgide hareket etmeye vabestedir.
Şimdi, bir toplum, eşya ve hadiseleri didik didik edercesine, tabiat kitabını okuyor ve onun ahkâmına uyuyorsa, dünyada bütün varlıklara merhamet eden Alemlerin Rabbi, O toplumu, bu muvakkat hayatta başarıya ulaştıracak ve yükseltecektir. Aksine, eşya ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanları da, bu hayatta zelil ve perişan kılacaktır.
Evet, bir toplum, istenildiği gibi ve sıhhatli bir imana sahipse, onun ebediyen mesut olacağında kuşkuya mahal yoktur; ancak, dünya mutluluğu için gerekli olan malzemeyi değerlendirip kullanmadığı zaman da dünya hayatı itibariyle tokat yiyeceği muhakkaktır.
5. Maddî terakkî ve üstünlük, bazen, ruhen yükselememiş toplumları, azdırır ve saldırgan kılar. Günümüzdeki süper devletlerin, insanlığın kaderiyle oynamaları; içtimaî coğrafyayı değiştirip durmaları, maddî güç ve refah seviyelerine göre, kalbî ve ruhî hayatları yükselmemiş bütün toplumların, nasıl birer felaket toplumu olduklarını göstermesi bakımından çok manidardır.
Bu itibarla, inanmış dahi olsa,bir toplum, kendini keşfedeceği, benlik sırlarına ereceği, yani insanlık meleke ve kabiliyetlerini inkişaf ettireceği ana kadar hikmet eli, ona bahşedeceği şeyleri belli ölçüde verecek ve onu azdırmayacaktır. Bu husus inançsız bir toplum için, her zaman bahis mevzuu olmasa bile, inançlı bir toplum için daima söz konusu olur.
6. Toplumun, taban ve tavanı kendi aralarında ‘uyum’ temin edecekleri âna kadar, ehil olmayanların şımarmalarına, kuvvet ve hakimiyet kazanmalarına meydan vermemek için, yükseltme hükmü kısmen imhâl [7] edilir; ama, katiyen ihmâl edilmez.
Sen’in hikmetin ne kadar güzel, hükmün ne kadar tatlı..!
7. Değişen dünya, yenilenen şartlar ve umumî ahval muvacehesinde, aklın ve ruhun harekete geçirilmesi; bize ait kaynakların yeniden ele alınması ve günün ışığı altında didik didik edercesine bir kere daha gözden geçirilmeleri, evet bütün bunlar için, toplumumuzun hayat ve kültür seviyesi muvakkaten düşürüldü. Yani, aldatıcı ticarî emtiaya ve kalp paralara, geçici olarak pazar ve piyasaya çıkma izni verildi. Ta, asırlardan beri karanlık izbelerde ve ufunetli dehlizlerde terkedilmiş bulunan eşsiz elmaslar, sahihleri tarafından, yüzlerindeki tozu toprağı alınarak, saykıllanarak kalp paraların yerine piyasaya sürülsün ..
Diğer bir ifade ile, toplumumuz, bu mağlubiyet döneminde, hasımlarının çeşitli hokkabazlıklarıyla karşı karşıya bırakıldı ve tagallüplerin, tahakkümlerin, tasallutların en acılan, kendisine tattırıldı. Ta, ilerideki dünyasını, düşmanları ve onların entrikalarını bilmişlik üzerine kursun ve o dünya için vârid olan tehlikelerin ortaya çıkacağı delikleri şimdiden tıkamış olsun…
8. Ayrıca, her inanan insan, yüce hedefine doğru giderken, yürüyeceği yolun ve kullanacağı vesilelerin de hak olması lazımdır. Zira, batıl yol ve vesilelerle hak hedefe ulaşılamaz. Oysaki, günümüzde makyavelist düşünce o kadar yaygınlaştı ki, inanan insanlar arasında bile, başkalarını aldatmak, yalan söylemek, olduğundan başka görünmek ve hedefine varabilmek için her vesileyi meşru saymak, artık normal görülmekte ve normal kabul edilmekte.. Bu sevimsiz vasıflarından ötürü de, Yüce Yaratıcı, onları terbiye ediyor ve kendilerine gelmeleri için uyarıyor. Hattâ, geçici olarak hasımlarına ezdiriyor. Ama, er geç, gönlünü hakka verenlerin, doğru düşünüp doğru yaşayanların, yanî ezilen milletlerin de günü gelecektir. Bu dönemin sonu, başından daha hayırlı olacak ve rahmeti bol Yaratıcı, verdikçe verip bu toplumu hoşnutluğa erdirecektir.
Sızıntı, Ağustos 1981, Cilt 3, Sayı 31, Sayfa 19
[1] İstirdat: Geri almak, Geri almayı istemek
[2] Mahkur: Hakir görülen. Hakarete uğramış
[3] Mezmun: Zemm olunmuş, kötü
[4] Menfur: Nefret edilen, sevilmeyen
[5] Merdud: Reddolunmuş, kabul edilmemiş, kovulmuş
[6] Zürra: Ekinciler, ziraatçiler
[7] İmhâl: Mühlet verme
Kaynak:Kader / M.Fethullah Gülen