Fethullah Gülen Hocaefendi, -çoğunluğu kız öğrencilerden/gençlerden oluşan ziyaretçilere yaptığı- bu haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
“Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir.”
Efendimiz’in her sözü, lâl ü gûherdir; onun için demişler ki: كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözleri, sözlerin sultanıdır.” Her sözü O’nun, sultandır; bu da öyle: “Sizin gençlerinizin en hayırlıları, yaşlılara benzeyenlerdir.” Ölüm emareleri etrafında tüllenmeye başlamış gibi yaşayan, dünyaya baktıkça hep karşısında, gözünün önünde, âhiret tüllenen gençler… Hayatlarını ona göre dizayn eden gençler… “Nasıl olsa bir gün öleceğiz!” diyen gençler… İşte öyle gençler.
Öyle de oluyor; öbür türlü -ikinci şıkta ifade edildiği gibi- de oluyor. Bu gençler, belki sizin ihtiyarlarınızdan da, ihtiyarlarınızın ihtiyarlarından da daha hayırlıdır. “İhtiyarların en şerlisi de, hevâ-i nefsine uymuş, pek çok günah etmiş kimselerdir.” Leyla Hanım’ın Naat’ındaki ifadelerle, “Huzura k(h)angi yüzle varayım yâ Rasûlallah!” diyecek hale gelmiş insanlar… “Hevâ-i nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura k(h)angi yüzle varayım yâ Rasûlallah!” der Leyla Hanım. Ağzın şeker şerbet yesin, annem benim!..
Genç, bir yönüyle, böyle âhiret için yaşayan… Mus’ab İbn Umeyr’in temsil ettiği fütüvvet… “Hep Mus’ab’ına hayranım!” dedim bir Naat’ta. Hazreti Mus’ab aklıma gelince gözlerim dolar. İbn Cahş, aklıma gelince -halazâde- gözlerim dolar… Onlar, dünyada yaşamışlar ama hep gözlerinde âhiret tüllenmiş. Daha genç yaşında iken, dünya nedir bilmemiş, mâsivâ üzerine katiyen eğilmemiş… “Dünyasına, dünyasına / Aldanma dünyasına / “Dünya benim!” diyenin / Gittiydik dün yasına.” Öyle bakmışlar dünyaya. Mus’ab, öyle centilmen, öyle dahi bir insan ki!.. İnsanlığın İftihar Tablosu, Medine’ye mürşîd göndermeyi düşünürken -daha genç yaşında, 20 yaşında- onu gönderiyor. Demek ki o kıvamda; öyle bir adanmışlık ruhu var. Başka bir sevda, gözlerinin içine girmemiş; hiçbir şey, başını döndürmemiş.
Hazreti Mus’ab, annesini de idare ediyor. Annesi putlara tapıyor; her gün değişik tehditler filan: “Annenim ben! Sana sütümü/emeğimi haram ederim!” falan diyor. “Anne, ben sana hiç kusur etmem, haksızlık yapmam! Günah işlemem sana karşı. Ama beni yolumdan döndüremezsin! Ben, rehberimi buldum, adım adım O’nu takip ediyorum!” cevabını veriyor. Evet, bu çok önemli bir şeydir o yaşta. Hani biz olsak, ben olsam, akılsız, ya onu kırarım veya beri tarafta kusur ederim. Ne anneyi kırıyor, ne İnsanlığın İftihar Tablosu ile münasebetlerinde bir kusura giriyor. Bu kıvamdaki bir insan…
İnsanlığın İftihar Tablosu, insan keşşafıdır; insanlara bakınca, tavırları, davranışları, sözleri, sazları, vurgulamaları ile onları hemen keşfeder, “Ne işe yarar bu?!” diye. Medine’ye birini gönderirken, Mus’ab İbn Umeyr’i gönderiyor. Bir sene sonra da yetmiş insan ile İkinci Akabe Biatları’na geliyorlar. Ağza kolay; puta tapan insanlar bunlar. Orada başında hep kılıçlar kavis çiziyor; “Otur kardeşim!” diyor, “Bir dinle. Beğenmez isen yine ne yapacaksan yap; benim boynum hazır burada, karşı koyacak halim yok!” Yetmiş kadın, erkek, genç insanı, insan hissiyatını kontrol altına alarak, Allah Rasûlü’nün emrine getiriyor. Öbür sene biraz daha artıyor, öbür sene… Ve bir gün orası “Dâru’l-Hicret” oluyor. “Gençlerin en hayırlısı, ihtiyarlara benzeyen…”
“Hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir. O, Rasûlullah’ı, yârânlarını ve bütün ihtişamıyla âhiret bahçelerini seçen gönlü genç Hak eridir.”
“Yaşlıların en fenası ise gençler gibi yaşayandır.” Hafizanallah… Girmiş altmış yaşına, yetmiş yaşına, seksen yaşına, hâlâ hevâ-i nefsinden sıyrılamıyor bir türlü; onun güdümünde hareket ediyor. Aklına ne eserse onu yapmaya çalışıyor; sövüyor, sayıyor, gıybet ediyor, iftirada bulunuyor; kendi gibi düşünmeyen insanlar, başkalarını cennetlere götürseler bile “Harap olsun o Cennet!” diyor, “Yıkılsın, yerle bir olsun o Cennet!” diyor. Hafizanallah; böyleleri var.
Hiç gördünüz mü siz sahabe-i kiramın yaptığı hizmetleri yapmaya çalışan bu Hizmet erlerine yapılan eziyetler karşısında bir ses çıkaranı?!. İşkenceler, öldürülen çoluk-çocuk, hapishanelerde annesinden dünyaya yeni gelmiş çocuklar, gençler, delikanlılar… Türkiye’nin kıvamında, en entelektüel insanları ya sürgün edilmiş ya hapse atılmış. Merhum Akif’in dediği gibi -Evet, Akif’in Abdülhamid’e karşı söylediği şeylerdir bunlar- bunca mezâlim… Mezâlimi irtikâp eden insanlar yapıyorlar onu; gözlerini kırpmadan yapıyorlar.
Fakat beri taraftan “Müslümanım!” diye onların arkasından sürüklenenlerden bir tanesi de çıkıp demiyor: “Yahu biraz fazla olmadı mı bu?!. Bu insanlar ne yaptılar, nedir günahları bunların? İşte okuyorlar bunlar, ilim elde ediyorlar; kardeş gibi sarmaş-dolaş oluyorlar; dünya kardeşliğini tesise çalışıyorlar; dünyanın dört bir yanında örnek oluşumlar sergilediler. Ne yapıyorlar ki, bunlara siz böyle yapıyorsunuz; ‘terör örgütü!’ diyorsunuz.” Bir tanesi kalkıp bu mevzuda o yanlış anlayışa, sapık anlayışa “Yahu yeter; fazla oldu biraz!” demedi.
Toplum, nasıl çürümüş, onu ona göre değerlendirin. Çürümüş, tefessüh etmiş toplum tamamen. O tefessühâtı da yeniden formuna koymak, yani deformasyonu gidermek, yeniden formalize etmek size düşüyor, Allah’ın izni-inayetiyle. İki üç asırlık bütün ihmalleri kaza etmek size düşüyor Allah’ın izniyle.
Böyle yaşadığınız takdirde -çünkü hepiniz kıvamınızdasınız, elhamdülillah- o zaman ihtiyarlardan bin defa daha hayırlısınız. Efendimiz’in “hakiki kardeşim” dediği de işte sizlersiniz belki.
Ama bu arada bazı yaşlılar da başını almış gidiyor; nereye gideceği belli değil, pusulasız bir gemi gibi nerede aborde olacağı belli değil. Giden yaşlılar var altmış yaşında, yetmiş yaşında, seksen yaşında. Yaşlarının ne ifade ettiğinin de farkında değiller.
Avamca bir deyiş; bizim Erzurumlular kullanırlardı, benim de çocukluğumdan aklımda kalmış. Yaşları belli kademelerde ele alıp değerlendirme:
Yaş on -anne-baba nezdinde- bülbül dalına kon. -Sevimli, kucaktan kucağa, hep sevgiyle tebessümler ile karşılanır.-
Yaş yirmi, yumruk değirmi (yuvarlak).
Yaş otuz, yumruk topuz. (Biraz daha -günümüzün insanları gibi- cânî.)
Yaş kırk, sakalı bırak, bıyıkları kırk.
Yaş elli, her şey belli.
Yaş altmış, gelmiş-gitmiş.
Yaş yetmiş, işin bitmiş.
Yaş seksen, kafa biraz noksan.
Yaş doksan, ha varsan ha yoksan.
Bundan ders almayan bir insan, “Ha varsan, ha yoksan!” Bundan ders almayan insanın insanlığında şüphe vardır.
“İmanı en kâmil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”
Esasen dinin önemli bir yanı, “ahlak”tır. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ diyor. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celilini seslendirme mülahazası ile Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, en yüksek ahlak üzerinesin!” deniyor.
O, karşı tarafın mütemerritlerine, mütemerrid Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebî Muayt gibi kimselere, bir şey anlatmak mümkün değil. Bunlar, kafalarını -siyasiler gibi- tamamen kendi hayat felsefelerine kaptırmış; ne derseniz deyiniz size bir yumruk sallarlar. Fakat o Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi kimseler, Aşere-i Mübeşşere gibi kimseler, hemen yurdunu-yuvasını terk edip Habeşistan’a giden kimseler, sonra Medine-i Münevvere’ye giden kimseler…
Kadınlar da öyleydi; mesela Ümm-i Seleme validemiz dâhiydi, o bir dâhi idi. Ümm-i Meymune validelerimiz gibi kadınlar, “Hicret!” denince hiç gözlerini kırpmadan hemen kalktı, dağarcığının içine üç-beş eşya koydu, Medine’nin yolunu tuttular. Ümm-i Seleme validemiz, aynı zamanda Habeşistan’a da hicret edenlerdendir. Belli bir süre sonra dönüp geliyor Medine-i Münevvere’ye. Ve bunların sayıları çoktur. Sadece Ezvâc-ı Tâhirât arasında yerlerini alan değişik kabileden annelerimiz… Hepsi farklı farklı kabilelerdendir; çünkü onlar, Efendimiz ile kendi kabileleri arasında bir koordinasyon tesis ederler. Eve ait, kadınlığa ait meseleleri o aileler içinde, yakın akrabaları içinde onlara götürür-getirirler. Rahat girip çıkacakları evleri vardır orada. Onların yaptıkları da Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin yaptığından geri değildir. (Radıyallahu anhüm ecmaîn.)
Fakat Siyer Felsefesi yazılamamış; yazılsa da onlar için -önemleri ölçüsünde- o meseleye yer verilememiş. Ben bu mevzuda teessürümü yaşarım. Haşa, Sahabe-i kirama, Tâbiîn-i ızâma karşı değil. “Siyer felsefesi yazıldığı zaman, Megazî yazıldığı zaman, Tabakât ortaya konduğu zaman, niye konumları itibarıyla onlara yer verilmemiş?” filan diye. Bunu söylerken, “Acaba hiç yer verilmedi mi?” denebilir. Hayır, yer verilmiştir belki fakat değerleri ölçüsünde değildir. Türkçemizdeki başka bir ifadeyle, değerleri ile “mebsûten mütenasip” (doğru orantılı) değildir.
Şimdi biz de çok defa şunu tekrar ediyoruz: Bir yerde öyle ideal bir toplum, küçük çapta bile olsa… Mesela şu kadar bir şey olsa… Evet, üç yüz insan… Var mı üç yüz insan? -İki yüz elli kadar, üç yüze yakın.- Evet, üç yüz insan; bu kadar insan bir araya gelmişler, böyle kaynaşmışlar, sarmaş-dolaş olmuşlar, muânaka yapıyorlar, boyun boyuna sarılıyorlar. Bunu deyince/görünce, “Yahu bunları böyle bu ölçüde bir araya getiren nedir? Siyaset yok, siyasî kazanım yok, burada dünyaya bakan bir yön yok; onlar neye dilbeste olmuşlar, ne için koşturuyor bu insanlar?” derler. En azından bir merak uyandırır o. Yani, bir yerde ideal bir toplum oluşturulduğu zaman, zannediyorum, o her şeyiyle okunmaya başlanacaktır, Allah’ın izni-inayetiyle.
Antrparantez; siz böyle bir şeye namzetsiniz. Bizim arkadaşlarımız/hemşirelerimiz böyle bir şeye namzettirler. O ütopyayı oluşturmak… Farabî’nin “el-Medinetü’l-Fâzıla”sı gibi bir şey oluşturduğunuz zaman, çok ciddi bir alaka, dünyada bir imrenme oluşacaktır, Allah’ın izni-inayetiyle. Değerlerini alacaklar onun, “Ahlak-ı Hasene”sini alacaklar onun.
Hadis-i şerifte yine ifade buyuruluyor: “Bir insanın amelleri içinde güzel ahlaktan daha yüksek bir şey yoktur.” deniyor Mizanda ağır basacak, ötede terazinin kefelerini kıracak bir amel var ise, o da güzel ahlaktır.
Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurmuş: تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakı ile ahlaklanınız.” Yani, herkesi iyilikle kucaklayın; biri size “bir arpa boyu” iyilikte bulunmuş ise, siz onu “bir adım”a çevirmeyi ihmal etmeyin. “Bir adım” ile mukabelede bulunulmuş ise şayet, “adım”a, “adımlar” ile mukabelede bulunmayı ihmal etmeyin. Şayet normal bir “gezme” şeklinde size doğru gelinmiş ise, siz “koşarak” ona doğru gitme mukabelesinde bulunmayı ihmal etmeyin!.. Bunun gibi… İlahî ahlak, bu; Kudsî hadis ifade ediyor: “Kulum Bana bir karış gelirse, Ben bir adım gelirim. Bir adım gelirse, gezerek gelirim…”
Hâşâ, Allah gezmeden, adım atmadan, yürümeden, yer değiştirmeden münezzehtir.
“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.” diyor İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde. “Hudâ Rabb’im, nebîm hakkâ Muhammed’dir Rasûlullah.” diye başlıyor, sallallâhu aleyhi ve sellem.
Bunun gibi, hiç aksatmadan onu yaşıyorsa bir insan, nabzı tutulduğunda hep kalbinin atışları aynı ise, kalbi ritmik atıyorsa, inandırıcı olur. Dün başka, bugün başka, yarın başka yaşayan kimseler hiç inandırıcı olamazlar, Allah göstermesin!.. Hani bir de çirkin misalini arz edeyim onun: Bir kilise haziresinde veya havra haziresinde, manastır haziresinde Türkiye’deki genel manzarayı uzaktan seyretseniz, “Müslümanlık!” deseler buna, zannediyorum herkesin dilinin ucuna kadar gelen mülahazalar şunlardır: “Aman, Allah göstermesin!” Bir Suriye’yi görseler, Müslümanlık adına “Aman, Allah göstermesin!” derler. Bugün İslam dünyasında imrendiricilik kalmamıştır.
Bunu -inşaallah- o Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’ın yolunda sizler, Efendimiz’in mesajları olarak gerçekleştireceksiniz, Allah’ın izni-inayetiyle. Ben bu mevzudaki inanç ve kanaatimi hiç kaybetmedim. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın lütfunun bir çeşit tecelli dalga boyunda zuhurlarısınız.
Hayatın her döneminde ve her şartta ahiret azığı hazırlamak için gayret göstermeli; ölüm gelip çatıncaya kadar ilim, imanda derinleşme, sâlih amel ve hizmete devam etmeli!..
Beğendiğim bir insan vardı: Hüsrev Hoca. Hiç görmedim ben. Arnavut idi, çok vukufluydu. Bir dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yapan Yaşar Tunagür hocanın da hocası, İstanbul’da hocası. Öyle çok vukuflu; talebelerine ders takrir ediyor. -Bir-iki küçük hususu arz edeyim; sıkılmadınız ise.- Yaşar hoca der ki: -Makamı Cennet olsun; o da Cennet’te inşallah, o da Cennet’te. Her şeye rağmen bize “inşaallah” demek düşer.- Bir gün talebe arkadaşlar ile -Mahmud Bayram hoca da o talebelerden birisi; hizmetimizi çok severdi, bayılırdı.- beraber derse giriyoruz. Baktık ki kapının önünde tabut var, teneşir var, kazanlarda su da kaynıyor. İçeriye girdik, oturduk. Hiçbir şey yokmuş gibi, hoca bize dersi takrir etti.
Antrparantez: Hüsrev Hoca “Tavzîh” okutuyor, Teftâzânî’nin. Felsefi düşünceyi Müslümanlaştıran adamlardan birisidir Teftâzânî. Seyyid Şerif Cürcânî ile muasırdır. (Ankara Savaşı’nda) Çubuk’a gelinceye kadar da Timurlenk’in ordusunda, onlar, serkârlık yapmışlardır. Öyle birisi Teftâzânî. Hüsrev Hoca onun “Tavzîh”ini okutuyor.
Son günlerinde, yatakta idi, en son durumlarında yatakta uzanmış, tefsiri elinde zor tutuyordu; bazen de kayıyordu kitap. Bir gün düştü elinden. Hıçkıra hıçkıra ağladı: “Allah’ım, bu kadarını bile yapamıyorum, artık kitabı elimde tutamıyorum, beni bağışla!” O hâle gelinceye kadar yapması gerekli olan şeyi yapmış. O hâle gelinceye kadar… Yatakta… Ya-tak-ta…
İşte o Hüsrev Hoca’ya o gün soruyorlar; “Hocam bu nedir, bu kaynayan su, kazan, filan?” Hani ben onu bütünüyle insanî hislerden tecrîd edilmiş olarak görürüm. Fakat “Hocam bu nedir?” denince, o “Yok bir şey” diyor; “Bizim, üniversitede okuyan bir kızımız vardı; vefat etmiş de onun için; burada yıkayalım, gömelim diye!..” Yapacağı şeyi yaparken, ne eşinin ölmesi, ne kızının ölmesi, ne şu, ne bu… Ben bu yüksek insanın kalbsiz olacağına ihtimal vermiyorum. Fakat nerede o kalbi kullanacaksın, nerede insanî değerlere sahip çıkacaksın, İ’lâ-i Kelimetullah için çırpınıp duracaksın; bunları birbirine karıştırmamak lazım.
Evet, işte Hazreti Pîr-i Mugân’ın durumu da o; dünyayı elinin tersiyle itmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu bir gün Hazreti Ebu Bekir de yanında olduğu zaman, birden bire, karşısında hiçbir şey olmadığı halde eliyle böyle (bir şeyi iter gibi) yapmış. O, adeta kendinden geçtiği ve bir daha kendine döndüğü o durumda, “Sorduk” diyor, “Yâ Rasûlallah, ne yaptın?!” Buyuruyor ki: “Dünya temessül etti Bana. ‘Sana kendimi kabul ettireceğim!’ dedi, Ben, ‘Bana kendini kabul ettiremezsin! Git!’ dedim. Döndü bana ‘Sana kabul ettiremeyeceğim ama Senden sonrakilere kabul ettireceğim!’ dedi.” Hazreti Ebu Bekir’e bir gün öyle buzlu-muzlu bir bardak su verilince, onu büyük bir nimet olarak görüyor, dudaklarına götürüyor; içmeden geri getiriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bu vakayı hatırlatıyor. Bir bardak su bile…
Hazreti Musa’nın, fütüvvet ile alâkalı sorusuna Cenâb-ı Hakk’ın şöyle cevap verdiği nakledilir: “Fütüvvet, nefsini Benden tertemiz aldığın gibi, yine Bana tertemiz iade etmendir.”
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadis-i şeriflerinde, كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ “Her çocuk, İslam fıtratı üzerine dünyaya gelir.” Mâsumdur mutlaka. Yemin etseniz ki, “Vallahi, Billahi, Tallahi, bu, Cennet’e girer!” yemininizde hânis olmazsınız, günah işlemiş olmazsınız, hilâf-ı vâki bir beyanda bulunmuş olmazsınız. İnsan öyle tertemiz bir fıtrat ile gelir dünyaya. Onun için eskiler, rüşde ermemiş çocukları yağmur duasında, Husûf-Küsûf namazlarında yanlarına alır, onlara da “Âmin!” dedirtirlermiş. Böyle, mâsum. Biraz evvel içeriye girerken, bir-iki tane küçük vardı; ben onlara aynı şeyi söyledim; “Siz günahsızsınız, bana da dua edin!” dedim. Birisi eski talebelerimden birinin oğlu idi. Neyse söylemeyeyim, utanır; onu bilirim, ağlar o hemen; bilirim onu çünkü elli senedir tanıyorum. Şimdi o mâsum çocukları, böyle, dua ettirirlermiş. Çok ciddî gâye-i hayallerimiz var bizim, mefkûrelerimiz var, ideallerimiz var. Bunları Cenâb-ı Hakk’ın tahakkuk ettirmesi için onların dualarına sığınırız, vesayetine gireriz onların; “Onlar da bize dua etsinler!” deriz. Bu, hep öteden beri büyüklerin yapageldikleri şeylerdendir. Ve öyle de olmuştur Allah’ın izni-inayeti ile.
Evet, “Fütüvvet, nefsini Benden tertemiz aldığın gibi yine Bana tertemiz iade etmendir.” deniyor. Öyledir. Allah (celle celâluhu) temiz bir fıtrat ile bizi dünyaya gönderiyor: لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ “Muhakkak, Biz insanı en mükemmel donanım ve surette yarattık.” (Tîn, 95/4) ayetinde de onu görebilirsiniz. Ama ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.” (Tîn, 95/5) Sonra, iradesini kötüye kullanması ile, meyelân veya meyelândaki tasarrufu ile onu esfel-i sâfilîne ittik. Ama orada kalmıyor. إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ “Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır. Onlara ise hiç eksilmeyen bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95/6) İman eder, amel-i sâlih yaparsa, o ufku ihraz eder.
Şimdi bunu tamamlama esasen şununla olur; bunun ikinci mısraı -o tabiri kullanmak caiz ise- ikinci mısraı şudur: Onu da hadis olarak aktarılan bir beyanla ifade etmek lazım: تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşamışsanız, öyle ölürsünüz; nasıl öldüyseniz, öyle dirilirsiniz.” Bir yönüyle, işte o iman ve amel-i sâlih ile meseleyi taçlandırdığınız zaman, namaz ile meseleyi taçlandırdığınız zaman, o başlangıçtaki temizliği yeniden kazanmış olursunuz.
İmam Rabbanî hazretlerinin buyurduğu gibi, “Namazı öyle bil ki, o, Mü’minin miracıdır.” Efendimiz, Miraç’ını semaları aşarak, Cenâb-ı Hakk’a mülâki olmakla taçlandırdı. Sizler de günde beş defa şuurlu, bilerek, bir yönüyle gönlünüzü O’na vererek o namazı kılarsanız, aynen Miraç yapıyor gibi olursunuz. “Namaz, Mü’minin miracıdır.”
Alvar İmamı hazretleri de -Efe hazretleri derdik biz ona-
“Namaz, dinin direğidir, nurudur,
Sefine-i dini namaz yürütür,
Cümle ibadetin, namaz piridir,
Namazsız, niyazsız İslam olur mu?!.”
diyor. O olmayınca, olmaz; o olunca da her şey oluverir, birden bire oluverir.
Bu açıdan da hedef dünyaya geldiğimiz gibi yine tertemiz Rabbimize mülâkî olmaktır. إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Allah’tan geldik, Allah’tanız; bir yönüyle O’nun tecellileri ile, O’nun halkı (yaratması) ile, O’nun inşası ile, O’nun ibdâsıyla. Yeniden O’na dönüyoruz.” diyoruz. O (celle celâluhu) bizi dünyaya tertemiz gönderdiği gibi, dünya levsiyâtı ile üstümüzü başımızı -çocukların önlüklerini kirlettikleri gibi- kirletmeden, yeniden tertemiz bir hal ile Rabbimize mülâkî olmayı bin can ile arzu ediyoruz. Vesselam.