78
Ebedi ölüm vadilerinde yıllarca bir ümit ışığı aradı insanlık… Engin bir denizdeki yoğun karanlıklar içinde debelenip durdu. Hasret kaldı bir sese, bir nefese… Issız çöllerde hep serap kovaladı.
Ve zulmetin zirve yaptığı anda Hira’da tutuşturuldu sonsuzdan gelen bir aşk meşalesi…
Beşeriyet bu aşkla kirlerinden arınarak tertemiz hâle geldi. Beden hapishanesinden kurtularak kalp ve ruhun hayat derecesine yükseldi. Vahşi duyguları karınca incitmez melekler seviyesine çıkardı bu son aşk bestesi…
Derken, asırları aştı sevgi şem’ası… İnsanlığa beklediği huzur ve barışı getirdi yüzyıllarca…
Fırtınalı bir zamanda, Erek Dağı’ndaki mağaraya, Van kalesinin üstündeki kapkaranlık oyuğa, Barla’daki çınarın tepesine konulan tahta bir kulübeciğe sığındı… Çam Dağı’ndaki katran ağacının üstüne bina edilen kapısız, penceresiz, duvarsız evcikte yeniden harlandı, bir kere daha tutuştu… küllerinden arındı aşk közü, alevlendi sevgi koru…
Nur Adam’ın yüreğini yakan coşkun bir ateşe dönüştü bu aşk.. Gurbette, hücre hapsinde, yalnız ve münzevî olarak yaşadı… çok tazyik ve sıkıntı verildiği hâlde, bütün emsali tutuklulara muhalif olarak istirahati için bir tek defa hükûmete müracaat etmedi… ebedi hayatı yok eden ve dünyevi yaşamı dahi elem içinde eleme, azap içinde azaba çeviren mutlak anarşiye karşı gâlibâne mücadele etti… ölümü yüz bin adam hakkında ebedi idamdan terhis tezkeresine çevirdi samimi bir gönlü yakan bu aşk bestesi…
‘Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.’ diyerek Şark tarafından bir nurun zuhurunu hep gözledi o vefalı aşk insanı…
Gezip gördüğü her yerde bu ümit kahramanını sordu. Fakat, aradığını bulamadı, bulduklarında da aradığının hususiyetlerini göremedi. Karşılaştığı insanlar, sahabenin aşkını, şevkini yeniden uyaracak bir düşünceye, heyecana; bir mum tutuşturacak kadar iradeye sahip değildiler. Onlarda arayıp sorduğu aşk insanının çarpıcı nazarları, ızdırap ve acıları; coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu. Ateş denizinde mumdan gemiler yüzdürecek Aşık-ı Sadık’ı bulmak kolay değildi.
O gönlündeki heyecanla yanıp tutuştu. Fakat çiçekler baharda gelirdi. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazırlamak için gayret etti o eşsiz insan kalbindeki bu aşk u şevkle…Ve anladı ki, bu hizmetleriyle o nurani zatlara zemin hazırlıyor… (Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
Zamanı gelince de devretti bu aşk nöbetini Edirne’deki cami penceresine ve ardından Kestanepazarı’ndaki tahta bir kulübeciğe…
Küçük bir yerdi bu kulübecik… Uzansa, insanın ayakları duvara değerdi. Banyosu, lavabosu yoktu. Dışarda bir su bidonu vardı sadece. Fakat bu küçük oda, gönülleri gerçek aşkla doyuracak şekilde hizmet verdi. Çok mütevazi ve sade bir hayatla gelecek nice hizmetlere işte bu Tahta Kulübe analık yaptı. Bir han gibi işledi orası…
Bu tahta kulu¨beyi dolduran aşk, mana ko¨ku¨yle gidip ta^ “Daru¨’l-Erkam”a dayanıyordu. Asr-ı saadetteki safveti, keyfiyeti, ruhu ve manayı ha^l-i ha^zıra aksettiriyordu. I·manın, ızdırabın, u¨midin ve as¸kın birles¸tigˆi iklimde etrafına mahzun bir dirilis¸ sadası yayıyordu.
Bu küçük tahta kulübede fidanlara can oldu aşk… Gönül “aşk” ile öyle bir şahlandı ki ondan başka bütün mülahazalar, silinip gitti!.. Semaya ser çekmiş ulu ağaçlar, kökleri zeminin derinliklerine inmiş yüce çınarlar yetişti. Karın, dolunun şiddetinden; tipinin ve boranın yakıp kavuruculuğundan etkilenmeyecek fidanlar yeşerdi… Gecesi sabah aydınlığında, gündüzü Cennet gibi rengârenk bahçeler oluştu yavaş yavaş her tarafta. Duyguda, düşüncede, anlayışta, inançta ve hizmette daima coşkun aşk sahibi güller, fidanlar boy attı.
Musab b. Umeyrler, Asımlar, Hubeybler, Sa’dlar, Hamzalar, Aliler… nice er oğlu erler yetişti bu kulübenin aşk bahçesinden.
Hep geçmişin şanlı hikayeleri içinde gösterdiğimiz yiğitler aramızdaydı artık. İnsanlık için büyük hizmetler yapacak olan güzide insanlar kitapların sayfalarına hapsolmaktan kurtulmuştu. Cenâb-ı Hakk’ı her an görüyor gibi bir tavır ortaya koyan ve onun tarafından görülüyor olmanın mehâbetini üzerlerinde taşıyan Hacı Kemal Erimezler, Yusuf Pekmezciler, Mehmet Özyurtlar, Bahattin Karataşlar, M. Ali Şengüller… insanların yanındaydı, sohbetindeydi…gönlünde ve gezisindeydi.
Tavırlarda inanmış bir insan görüntüsünün olması, başkalarını da imrendiriyordu artık. “Acaba bir yalan peşinde miyim?” dedirtmiyordu İslâm’a sıcak bakanlara.
Arkadan gelen nesiller önlerinde gönülden inanmış, inancını hal ve tavırlarına içirmiş, böyle ciddî insanlar görünce, onlar da ciddiyetle yetişiyordu.
Model insan, o¨rnek adam aradıgˆımızda sadece Saadet Asrı’na, I·sla^m Tarihi’nin bazı altın kesitlerine kos¸makta bulduğumuz kahramanlar artık sokağımızdaydı.. mahallemizde, şehrimizde ve ülkemizin her yanındaydı…
Diğergamlık, feda^karlık, hasbi^lik, co¨mertlik, iffet, s¸efkat, merhamet… denildigˆinde bu yüce faziletleri yaşayan insanları göstermek ic¸in sadece gec¸mis¸in şanlı sayfalarına gitmeye gerek yoktu. Tahta Kulübe’nin çayını yudumlamış samimi insanlara bakmak yeterliydi… Canlanmıştı onlar yeniden. Ete, kemiğe bürünmüş, hayat bulmuştu bir kere daha…
Bu nasıl bir aşktı ki örnekleri kendinden nice güzel sadakat erenleri ortaya çıkarmıştı.
Japon İmparatoru Meiji’nin 1889 yılında Sultan Abdülhamid Han’dan istediği elçiler hayatın göbeğindeydi artık. Meiji, “İslâm Dini hakkında detaylı bilgileri Japonca veya Fransızca olarak” anlatacak elçiler göndermesini talep etmişti. Sultan Abdülhamid Hân, Japonya’ya hicret edip orada Müslümanlığı bizzat yaşayışıyla gösterecek insanları gönderme arzusundaydı. Fakat ne acıdır ki, o dönemde kaht-ı rical yani adam yokluğu devri yaşanıyordu. Etrafta dine hizmet için dünyanın dört bir tarafına gönderilecek insanlar pek yoktu. Olana da zaten memleketin büyük ihtiyacı vardı. Onun için Japonya’ya ancak birtakım hediyeler gönderildi. İslâm dini hakkında istenen bilgiler için ise süre istendi. Adam yokluğu devri bütün kahrediciliğiyle acı acı yaşanıyordu.
Ülkemizin de dünyanın da yoluna ümit bağladığı gökteki yıldızların izdüşümü aşka pervane gönüller fetret döneminden sonra yeniden diriliyordu… Allah’ın lütfuyla, Tahta Kulübe’nin coşkun aşkı, altın bir nesli filiz ve fideleriyle yeşertmeye başlamıştı artık…
‘Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman?
Nerdesin, hayâllerimizin güvercini, rüyâlarımızın üveyki?
Nerdesin ‘ba’su ba’del-mevt’imizin müjdecisi?
Izdırab dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıya, ‘bu O’dur’ deyip, ‘seniye-i vedâ’ türküleriyle yollara döküldük. Guruplara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki; kolumuz, kanadımız kırık evlerimize dönerken, zambaktan hülyalarımızla teselli olup durduk.’ deyip yıllarca hasreti çekilen kara sevdalılar yaşamın her karesine canlılık veriyordu.
Boşuna yorulma… iğneyle kuyu kazma! Gelmeyecek Mesih soluklular, Heraklit pazulular… diyerek ümit kıranların kuruntuları kursaklarında kalmıştı.
Kaf dağından ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı olan yiğitler,
Bir karasevdalı gibi girdiği bu yolda, ‘girdik reh-i sevdâya bize onur, bize gurur lâzım değil’ diyen adanmışlar gönüllerine koydukları aşkla, riyânın, şöhretin, mansıbın ümitlere zift sürmek istediği kara günlerde yeniden insanlık için nefes olmuşlardı.
Bu aşk, gülüyle, fidanıyla dünyanın dört bir yanını tutmuştu artık. Tahta Kulübe’den dünyaya barış ve huzur taşıyan bu sevdalıları yok edeceklerini zannedenler yanılıyorlardı.
Bir zamanlar kendilerine bu aşkı kazandıran gönül insanını sevenler, onun fikirlerine değer verenler; hareketi, hamleyi, gayreti durdurmadan, Allah’ın izni ve inâyetiyle alternatif yollar, yöntemler oluşturarak yola devam ediyorlar.
Aşka pervane bu gönülleri, kime benzetirsek benzetelim, onların yaydıkları nurlar sayesinde kupkuru çöller Cennet bağlarına döndü… pek çok kömür ruh, elmasa dönüştü.. taştan-topraktan tabiatlar, altın ve gümüş olma pâyesine yükseldi.. ve haklı olarak şimdilerde herkes onlardan söz ediyor; onların vadettikleri sevgi, kardeşlik ve hoşgörünün gerçekleşeceği günleri bekliyor. Bugün sadece, karanlık ile ışığı birbirine karıştıranlar, hayatlarını beden hapsinde geçirenler onların aleyhinde atıp-tutuyor… yalan, iftira, tezvir ocakları yeniden körükleniyor. Ama bütün bu çırpınışlar nâfile…
Sonsuzdan gelen bu aşk sarmış her yanı; sarmış gönülden taşan bu sevgi bütün cihanı. Artık dem aydın ruhların demi, devran da onların devranı.
Bir gülü, bir çiçeği soldurmakla, bir tahta kulübeyi yıkmakla bahara engel olacaklarını zannedenler aldanıyorlar.
Yüzlerine kapansa da hep dost bildikleri kapılar,
Ülkelerinde besteledikleri aşk şarkıları yarım kalsa da,
Çizdikleri resimleri solsa da,
Döktükleri gözyaşları sel olup akıp gitse de,
Onlar aşklarından bir şey kaybetmedi…kaybetmiyorlar… Sadece ülkelerinin kaybettiği değerlere üzülüyorlar…
Zira, bu şık-ı sâdıklar, ne naz biliyor ne de kuruntu tanıyorlar.
Onlar, iradelerinin hakkını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayet edip gösterişsiz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduklarını ortaya koyuyorlar.
Onlar, Hira’da yakılmış olan bu aşk meşalesini söndürmeden hedefine ulaştırmaya azmetmişler. ‘Siz bitirmeye azmederseniz Allah sizi çoğaltmakta, sizi ikmal etmekte, itmam etmekte ve bu işi bitirmede size yardımcı olacaktır.’ diye gürül gürül sesleniyor onlara o Tahta Kulübe’nin samimi ve mütevazi aşkını taptaze, dupduru gönlünde taşıyan kutlu insan.
‘Eğer tutulup kaldırılmayı düşünüyorsanız, dağınıklığınızın giderilmesi ve toparlanmayı düşünüyorsanız bu işe sahip çıkın. İslam’ın dağınık şemnini bir araya getirin ki Allah da sizi dağınıklıktan kurtarsın, derlenip toparlanmanıza yardımcı olsun ve tutsun sizi tutup kaldırdığınız hakla beraber kaldırsın. Hakkı koyacağı yere koysun. Hak sahiplerini, ihkak-ı hak yapanları hakkı kaldırıp koyduğu yere koysun.’