Yüzümde Ne Görüyorsun?

Yazar Mehmet Yıldız

Küçük bir tersanesi vardı. Geçimini oradan temin ediyordu. İşini çok seviyor, tekneleri özenle, acele etmeden yapıyordu. Ama onun âşık olduğu başka bir meşguliyeti daha vardı. İşten eve gider, ailesi ile halleşir, çocukları ile oynar sonra da çayın buğusuna doğru yola çıkardı. Her hafta bir iki akşam böyle olurdu. Farklı meslekten insanlarla tanışmak, çay sohbetinde kalpten kalbe yollar bulmak, onun için dünyalara bedel bir güzellikti. Hafta sonları işe gitmez, ailece arkadaş ziyaretleri yapar, engin gönüllerdeki yakamozları izlemeye doyamazdı. Maişet derdi ve ahiret şevkini birlikte tutup hayatın iki ucunu birleştirmiş müstesna bir insandı.

O, hayat ve ölüm arasındaki gerçekleri anlatmak, insanlara bu konuda rehberlik etmek derdinde, bir ideal insanı idi. Bir derdi vardı ve o bu derdini seviyordu. “Seviyordu” kelimesi yetmez kanımca; aşıktı. Nebiler, Resuller, Kur’an ve nihayet Allah denilince akan sular dururdu.

Bir gün bir haber yayıldı şehre. Önce ailesi sarsıldı sonra dostları, arkadaşları. Tekne yapımında kullanacağı tomrukları araçtan indirirken bir anlık dikkatsizlik sonucu tomrukların birisi üzerine düşüvermişti. Ambulans gelmiş ve acilen hastaneye kaldırmışlardı. Durumu ağırdı. Kaburgaları kırılmış, omuriliği kopmuştu. Hastanede aylarca tedavi görecekti. Gördü de. Zor günlerdi kendisi ve ailesi için. Hastaneden çıksa bile artık tekerlekli sandalyeye bağlı yaşayacaktı.

Kendine geldiği günler ziyaretçileri ile yavaş yavaş konuşmaya başladı. Durumunu biliyordu. Tekerli sandalyede olacağını da işine devam edemeyeceğini de. Hatta kendi ifadesi ile arabanın gazına basamayacağını da. Ancak onun gündeminde daha farklı konular vardı. Geçmiş günleri özlüyordu. Evinin güzel insanlarla dolup taştığı, hafta sonları ailece gittiği arkadaş ziyaretlerini. Çayların buğusuna doğru yol alırken Allah için iş yapmanın vermiş olduğu huzuru. Başına gelen zahirde olumsuz bir şeydi ama o kadere iman etmiş, kazaya teslim olmuş bir mümindi.

Hastaneden çıktıktan sonra rutin kontrolleri vardı ve bu bir süre devam etti. Konuşuyor, yemeğini yiyordu ama belden aşağısı tutmadığı için bakıma muhtaç haldeydi. Bu hal ve geçmiş günlerin özlemi onu için için kemiriyordu. Arkadaşları gibi koşturamamak onu çok rahatsız ediyordu. Hatta bu duygu öyle bir hal aldı ki zamanla bir şikâyet konusu oldu. Bu olsa olsa şeytanın vesvesesi olabilirdi. İnsanın manevi beslenmesinde boşluk olduğu anda şeytan fırsatı ganimet biliyordu. Şeytanın sağdan gelişini, oradan aldatmak istemesini anlamaz insan bazen. Ancak abimizin imanında sorun yoktu. O hayır işlerinden geri kalmanın verdiği acıyla farklı bir düşünceye savrulmuştu sadece. Kendisi kalben tasdik etmese de Allah nezdinde hoş olmayacak kelimeler, cümleler dolaşıp duruyordu zihninde. “Çok sevdiğin, uğruna her şeyini feda ettiğin, gece demeden, gündüz demeden, adını bayraklaştırmak için koşturduğun Rabbinin sana reva gördüğü şeye bak.”

Bundan sonrasını onun sözlerinden takip edelim:

İlk günler karşı koymuştum bu seslere. Fakat günler geçtikçe farklı ifadelerle, farklı üsluplarda, farklı tonlarda, durmadan bu noktayı dövmeye, surda bir gedik açmaya çalışıyordu. Sandalyeye mahkûm olmuştum. Belden aşağım tutmuyordu. Yine rutin kontrollerden birinde hastane odasında bunları derin derin düşünürken, esen rüzgârların sesi duygularıma eşlik ediyor, bulutların karanlık havası bunalmış dünyama negatif katkı sağlıyor, çiseleyen yağmur damlaları ruhumdan akan gözyaşlarına karışıyordu.

Yalnızlık, acizlik, ortam, hastane, dilediğim gibi hareket edememe; bende negatif duyguların toplanmasına sebep olmuştu. Kaldığım odada bir hasta daha vardı, benim durumuma benziyor hatta daha da ağırdı. Çok konuşmuyor derin derin düşünüyordu. Tanıştık, ranzalar arasında yavaş yavaş konuştuk.

Yatmak zordu ve biz buna mecburduk. Bir süre sonra ben kendi âlemime dalıp gitmiştim. Yine içimde fırtınalar esiyordu. Bir ara oda arkadaşımın bana seslendiğini duydum. Baktım, o da bana bakıyor. Gözlerindeki nemi hissettim. “Buyurun” dedim. Tane tane konuştu. “Beyefendi şu anda Allah’tan ne istediğimi bilebilir misin?” Ben “Nereden bilebilirim ki ama sağlıklı olmak, yürümek, kendi işini yapabilmek olabilir” dedim. Devam etti, “Yüzüme dikkatle bakabilir misin? dedi. Baktım. “Ne görüyorsun dedi? Ben “Bir şey görmüyorum” dedim. O yine devam etti. “Bir sinek var burnumun üzerinde görmüyor musun? “Evet şimdi görüyorum” dedim. Ancak o an “Bu nasıl bir soru şimdi” diye de içimden geçirdim. Yine onun konuşması ile kendime geldim. “Evet haklısın insan sağlıklı olmak, yürümek ister ama ben şu anda Allah’tan burnumdaki sineği kovalayacak kadar da olsa elime güç vermesini arzu ederdim. Benim ellerim, kollarım, ayaklarım kısacası boynumdan aşağısı tutmuyor. Bir bedenim var ama, sineği burnumdan gönderebilecek bir gücüm yok.”

Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibiydi. O devam etti. “Ama Rabbim beni, insanların hallerine şükretmesi için seçti. Rol model yaptı. Rolümü iyi oynayabilirsem, Rabbime isyan etmezsem, belki şu fani dünyada istediklerimi gerçekleştiremeyeceğim ama sonsuz hayatta belki her istediğim olacak hem de fazlasıyla.” O bu sözleri acı bir ilaç gibi sarf ederken ben kendi içimde çoktan muhasebeye başlamıştım. “Senin ellerin, kolların, başın, vücudunun belden yukarısı Rabbime sonsuz şükürler olsun ki çalışıyor, tutuyor, ihtiyaçlarını görebiliyorsun. Bak bu adam ne diyor sana. Allah konuşturdu onu. Sana ders veriyor anlasana.”

İçimdeki fırtınalar bir anda dinmiş, rahmet esintileri tecelli etmişti. Utandım Rabbime karşı söz eden nefsimin seslerine kıymet verdiğim için. Adama neler söyledim sonra bilmiyorum ama çok da yüzüne bakamadım galiba. Eve geldiğimde üzerimden büyük bir yük kalkmış gibiydi. Hanım da çocuklar da sevindiler halime. Gaflet böyle bir şeymiş dedim kendi kendime. Ama rahmet olmasa nasıl çıkardım ki o kuyudan? Halimi benden daha iyi bilmiyor muydu Allah da ben olmayacak hayallerle isyana yelken açıyordum. Hey büyük Allahım sana sonsuz şükürler olsun. Sen beni yarattın, onca nimetler verdin, bir aile ve bir yer nasip ettin. Dahası insanlar içinde bir konum verdin ve orada hizmet imkânı verdin. Hepsi Senin rahmetin, Senin rahmetin.

Ben bu halde iken aradan geçen günler beni yerimde durmama müsaade etmedi. Bir şeyler yapmalı, her şeye rağmen yerimde durmamalıydım. O’nun bana önceden verdiği imkanlarla bir şeyler yapabildiysem bugün de bu imkanlarla bir şeyler yapabilirdim.

Günler su gibi akıp gidiyordu ama o tekerlekli sandalyeye rağmen yerinde durmuyor, arkadaşlarının yardımı ile hizmet edebileceği yerlere gidiyor, dilinin döndüğünce, elinden geldiğince bir şeyler yapmaktan geri durmuyordu. Onu tanıyan herkes şahittir ki o yıllarca bir sabır kahramanı olarak yaşadı, olumsuzluklara dair bir ses etmedi. Kâh evinde kâh başka yerlerde gönüllere su serpmeye devam etti. Günlerden cumartesi idi. Esnaftan bazı arkadaşlarını kendi evinde ağırlıyordu. Çaylar doldurulmuş, misafirlerle koyu bir sohbet başlamıştı. Konu rahmete, nimete gelince bir misal vermek istiyorum dedi ve anlatmaya başladı.

Askeri birliği teftiş esnasında bir asker Padişahın dikkatini çeker. Asker; disiplini, mükemmel iş yapması ve ahlakı ile padişahın takdirini kazanmıştır ve bu yüzden padişah onu sarayına davet eder. Asker şaşırır ama emir emirdir deyip huzura çıkar. “Beni emretmişsiniz haşmetmeab efendimiz buyurunuz” deyince, Sultan; “Senin askeri terbiyeni, ahlakını ve kabiliyetlerini çok beğendim. Bundan sonra artık burada, bu sarayda yaşayacaksın. Ancak senden iki küçük isteğim var. Birincisi, bir asker (nefer) olduğunu unutmayacaksın. İkincisi ise nefer gibi davranmayacaksın. Çünkü sen artık saraydasın. Buranın kendine göre kuralları, kaideleri vardır. Seçkin misafirleri olur buranın. Faklı ülkelerden gelen elçileri, memleketin şairleri, sanatçıları, düşünürleri yer yer saraya uğrarlar. Adımlarını ona göre ayarlamalısın. Nefer olduğunu unutursan kışlaya tekrar geri gönderirim. Nefer gibi davranırsan da gönderirim. Nerede olduğunu, sana biçilen rolünü çok iyi ve samimi bir şekilde yerine getirmelisin.”

Askerin ne dediği önemli değil artık değil mi? Benim aldığım ders şudur bu olaydan: Allah herkese bir konum vermiştir bu dünyada ve zor da olsa herkes konumunun hakkını vermek zorunda.

Yani konum da bir nimettir ve konum bizden hakkını vermemizi ister.

Yoksa…

[email protected]

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy