Yükselme ve Düşmeler Arasında İnsan

Yazar Egeli

Soru: İnsanı diğer varlıklardan ayıran hususiyetler nelerdir?

Cevap: İnsan, değişik yönleriyle sair varlıklardan çok farklıdır. Ancak aradaki fark bazen minimuma indiği gibi bazen de maksimuma çıkar. İnsan bazen öyle alçalır ki, kendi altındaki varlıklardan biriyle aynı seviyeye gelir veya daha aşağı bir seviyeye iner.

İnsan, yeryüzüne mahlukatın en şereflisi olarak gönderilmiştir. O, talim ve terbiye görerek, dünya ve ahiretini burada temin edebilecek bir donanıma sahiptir. Sair mahlukata gelince onlar, yaratılış itibariyle tekâmül etmiş olarak dünyaya gelmiş gibi bir mahiyet arz ederler. Bir kedi yavrusu dünyaya geldiği andan itibaren annesinden miras olarak aldığı bütün hususları bilir. Böyle bir yavru dünyaya gözlerini açar açmaz bir tavuğun altına konulsa ve onun kanatları altında yetişse o, yine de yumurtadan çıkmış bir civciv gibi hareket etmeyecek; bir kedi gibi davranacaktır. Bir civciv de kendisine has özellikleriyle kendini gösterecek ve öyle görünmeye çalışacaktır. Böylece her varlık, hayatını sürdürebilmek için Allah (celle celâluhu) tarafından bahşedilen cihazlarla başka bir âlemde talim ve terbiyeye tabi tutulmuş gibi mamur ve mükemmel olarak dünyaya gönderilir. Bediüzzaman, en küçük canlılardan biriyle alâkalı durumu ifade ederken, “Bir sivrisinek, dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, dünyaya yeni gelen mahlûka bu bilgiyi, bu fenn-i harbi ve su çıkarma sanatını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım, bu sanatı, bu kerr ü fer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.” der.[1]

Bir insanın, bütün işlerini bu kadar maharetle yapabilmesi için belki yirmi sene talim ve terbiye görmesi gerekir. Hâlbuki diğer varlıklar, bunları dünyaya gelir gelmez rahatlıkla yapabilirler. Evet, onlar bütün bunları başka bir âlemde öğrenmiş de dünyaya öyle gelmiş gibi bir tavır sergilemektedirler. Kant ve Scheller, insanı bir bakıma otomat gördükleri için onu, bu hayvanî hayattan çok farklı yönleriyle ele almışlardır. Fakat imansızlık içinde mesele tabiata verildiği için ciddi bir çıkış yolu bulamamış; insanı anlaşılmaz bir muamma varlık hâline getirmişlerdir.

Fakat insanın kritiğini iman gözüyle ele alan, yani bütün bu işlerin, Allah’ın (celle celâluhu) talim ve terbiyesiyle olduğu anlayışıyla konuyu değerlendirenler bu şekilde bir muamma ile karşı karşıya kalmamışlardır. İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren fazla bir şey bilmez, belki sadece hayatını sürdürebilecek şeyleri bilir. Meselâ süt emmeyi ve ihtiyaçlarını ağlayarak anlatmayı bilir. Daha sonra tevarüs yoluyla anne ve babasından aldığı şeyler, neş’et ettiği muhitten kazandıkları ve talim terbiye yoluyla elde ettiklerini geliştirmek suretiyle kendisini bulmaya başlar.

Evet, yaratılış itibariyle insanla hayvan arasında çok ciddi farklar görülmektedir. Demek insan, bilmesi gerekenleri burada öğrenecek, kabiliyet ve istidatlarını burada inkişâf ettirecektir. Öyleyse o, her şeyden evvel bu noktada kendi altındaki varlıklara kendinden farklı bir nazarla bakmalıdır. Çünkü hayvanlar, hayatlarını sürdürmek ve kâinatta cari kanunlara uymak için bir kısım kabiliyetlerle donatılmış olarak dünyaya gelirler. Onlar, fıtratın kanunları içerisinde kendilerine tayin edilen sınırlarda hareket ederler. Ancak insan burada kabiliyetlerini inkişâf ettirmezse onların çok aşağısında kalabilir.

İnsanın asıl vazifesi ve onu diğer varlıklardan ayıran şey, onun, Allah’ın (celle celâluhu) tanıdığı sınırlar içinde hayatını akıl ve iradesini kullanarak tanzim etmesidir. Diğer mahlûkat, tabiatına yerleştirilen ihsaslar ve insiyaklar içinde, sevk-i ilâhi ile hayatlarını Allah’ın tanzim ettiği şekilde yaşarlar. İnsanın ise iradesi vardır ve o, sırf sevklerle, insiyaklarla hareket etmez. Allah, insanın hareketlerini yine insanın kendi iradesiyle yarattığından dolayı onun, hareketlerini bizzat kendisi tayin ve tanzim etmesi lâzımdır. İnsan, hareketlerini Allah’ın tayin ettiği istikamette tanzim ettiği zaman, kâinatta cari kanunlara uygun hareket etmiş olur. O, Kur’an-ı Kerim’i dinleyip anladığı zaman, tıpkı bir karıncanın vazifesini yapması gibi vazifesini yapmış olacaktır. Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeyen kimse ise bunları yapmamış olacaktır. Bu itibarla insanı sadece hayvanî hisleriyle değerlendirmeye kalkarsak, onu, kendi altındaki canlılarla aynı seviyeye düşürmüş oluruz.

Avrupa’da, her canlının bir formülü olduğu gibi insanın da bir formülü olduğu düşüncesinden hareketle yola çıkan, Nobel ödülü sahibi Alexis Carrel’in başında bulunduğu bir heyet, 20. asır gençliğini formüle etmişler. Yirminci asrın nefsî arzularını yaşayan; ırz, namus demeden önüne gelen herkese saldıran; helâl-haram demeden her kazancı esas alan; hayatını maddî bir zihniyet üzerine inşa eden gençliğini bütün duygu, tavır ve davranışlarıyla inceleyip formüle ettiklerinde karşılarına “serseri bir köpek” resmi çıkmıştı. Evet, gerçekten yirminci asırda bu şekilde yaşayan bir kısım insanların formülü harfi harfine ona uymaktadır.

Ahsen-i takvîm sırrına mazhar olarak yaratılan insan, fıtratın kendisine tanınan hudutlarında hareket etmediği zaman böylesine sukût ediyor ve düşerken de yine Kur’an’ın bir âyetine tercüme ve tefsir oluyor: كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ “Onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da sapkındırlar.”[2] Hayvanlar, fıtratlarının hudutlarında hareket etmektedirler. Bu tür insanlar ise onlardan çok aşağı durumlara düşmüşlerdir.

Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede, “Biz, insanı en mükemmel surette yarattık. (Fakat tedenni ve terakki merdivenleriyle ona esfel-i sâfilîne düşecek ve âlâ-i illiyyîne çıkacak bir mahiyet de verdik.) Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. Ancak iman edip salih amel işleyenler bundan müstesnadır.”[3] buyurmaktadır.

Evet, en fazla yükselebilen varlık insan olduğu gibi en aşağılara düşebilen varlık da yine insandır. İnsan öyle düşer ki, bu durumuyla o, şeytandan daha aşağıdadır. Belki de şeytan ondan ders alır. İnsan, âlâ-i illiyyîne çıktığında ise öyle bir yükselir ki, Cibril (aleyhisselâm) çok geride kalır. Tıpkı Miraç’ta Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cibril’in dediği gibi: “Bir adım daha ileri atarsam yanar kül olurum!”[4]

İşte insan böyle bir yükselme ve düşme arasında gidip gelebilen bir özelliğe sahiptir. Öyleyse imkânlar ölçüsünde insanlığını aşağıya düşürmemeye bakmalıdır. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) maksimum seviyeyi aşmış, “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” sırrına mazhar olmuştur.[5] Biz buna, “Allah Resûlü, imkân-vücub arası bir noktaya ulaştı.” diyoruz.

O’nun nuru o anda asıl mahiyetiyle temessül edivermişti. Dünyaya ait maddi varlığı yok olmuştu ve o esnada görülen sadece ilk nurdu. Zayıf bir rivayete göre O (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: أوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُوري “Allah’ın yarattığı ilk şey, benim nurumdur.”[6] İşte o esnada bu hadisle ifade edilen şey olmuştu. O zaman, اِنَّا للهُ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ “Muhakkak ki biz Allah’a aidiz; vakti geldiğinde de yine O’na döneceğiz.”[7] sırrı zuhur edivermişti. Allah’tan (celle celâluhu) gelen bu Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) urûcuyla Allah’a yükselmiş, imkân-vücub arası bir makama ulaşmıştı.

İşte bu seviyeyi yakalayabilen tek varlık insandır; o, kendisi için mukadder bu merdivenlerde ne kadar terakki ederse, Allah hakkında irfanı, iz’anı o nispette artacak; kalbini ne nispette kamçılar, duygularını ne nispette teşvik eder, şevke getirirse o nispette âlâ-yı illiyyîne çıkmaya namzet bir varlık hâline gelecektir. Aşağıya doğru düşmeye başlarsa –Allah muhafaza buyursun– esfel-i sâfilîne kadar yolu vardır. Cenâb-ı Hak bizi salih amelle esfel-i sâfilîne düşmekten muhafaza buyursun!

İsterseniz konuyu Hazreti Mevlâna’nın mübarek bir sözüyle noktalayalım: “Bazen melekler bizim incelik ve nezaketimize imrenirler; bazen de kabalık ve küstahlığımızdan şeytanlar tiksinti duyarlar.”[8]


[1] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 17. Lem’a, 8. Nota; Mesnevî-i Nuriye, Zühre.

[2] A’râf sûresi, 7/179.

[3] Tîn sûresi, 95/4-6.

[4] el-Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât 1/121.

[5] Bkz. Necm sûresi, 53/9.

[6] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/265.

[7] Bakara sûresi, 2/156.

[8] Mevlâna, Mevlâna’nın Rubaileri, s. 15 (61. Rubai).

Kaynak: Bahar Neşidesi / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy