“Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var.” (Yunus Emre)
Yollar kıvrım kıvrım uzanır sonsuzluğa kadar. Ve yolcular vardır bu yollarda, çağlayan sular, ağlayan bulutlar gibi.. sular gibi başını taştan taşa vurarak koşar sonsuz ummanlara doğru. Ve, ışıkla, hararetle yükselir yükselebildiği kadar.. bitip tükenme bilmeyen bu devr-i dâim, bu ebedî yolculuk, bir lâhza dinmeden sürer gider. Güneşler ülkesinden toprağın bağrına ve oradan da yeniden yıldızlar âlemine göç eder durur bütün varlıklar..!
Mahlûkatın solukları sayısıncadır yollar. Ve her varlık, kendine has bir yolda koşar durur hedefinden yana… Solucan sürüm sürüm kat eder yolunu. Kaplumbağa adım adımdır kendi yolunda. Atlar sekerek, kuşlar kanat çırparak geçer giderler yollarından. Yıldırımların bir ayrı seyahati; güneşlerin bir ayrı akıp gidişi vardır bu yollarda…
Ve, asıl yol, insanoğluyla doğmuş, onun şuuruyla aydınlığa kavuşmuş ve onun duygu ve düşüncesiyle sonsuzluk kazanmıştır. Ne gariptir ki; yolsuzluk da onunla doğmuş ve yolların rağmına; bir lâhza da, onun yakasını bırakmamıştır. Evet, her devirde, yıldızlar arası seyahat edenlere mukabil, bataklıkta yol arayanlar da eksik olmamıştır.
Aslında yol, yol vurup yürüyen ve yürüdüğü yolun erkânını bilenler için vardır. Her günü ayrı bir hezeyânla geçip gidenlere, yolun varlığıyla yokluğu müsavidir. Yolda yürüme, emniyetin ve hedefe varmanın ilk şartıdır. Bu itibarla da, zevkli ve ümit vericidir. Ne var ki, aynı yolun, bir sürü de, inişi, çıkışı; deresi, tepesi; sıkıntı ve ızdırabı vardır. Hele bizim yolumuz, hele bizim yolumuz..!
“Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var.” (Yunus Emre)
Aşk ile çıkıp revân olanlara; yürüyüp rehberini bulanlara, dağlar dümdüz, ovalar da pürüzsüz olur. Şimşek gibi aşar giderler kan-revan deryaları. Cehennem ateşini söndürürler semtine uğradıklarında… Onların, takılıp yolda kalmaları, yürürken vazgeçip geriye dönmeleri asla bahis mevzuu değildir. ‘Halktan Hakk’a seyrân eder, asla sapmazlar. Dikenli yolda tayaran[1] eder, dikenlere basmazlar. Ölüme, ecele dost gibi bakar asla korkmazlar. Kabre gülerek girer, kat’iyyen ürkmezler. Orayı, ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı görmez; aksine orayı; ahbaba kavuşturan bir rahmet kapısı, nur kapısı, Hakk kapısı görür’ tereddüt ve telaşa kapılmazlar…
Bir de, gittiği hedefi terk edip dönenler, gündüz gözü yolunu yitirenler, bir dikende takılıp kalan, bir tümseği aşamayan talihsizler de vardır bu yollarda. Yolda yürümenin zevkine erememiş ve bu mihnet yurdunu ebedî zannederek ikamete[2] karar vermiş böyle bahtsızlar için, yürüyecekleri kaldırımların yıldızlardan örülmesinin bile bir manâsı yoktur.
Her yolun zevki, safası olduğu gibi; çilesi, ızdırabı da vardır. Hele bu yol sonsuzlukla kucak kucağa ve iç içe ise…
Evet, ebedî mutluluk bir ulûfe[3] olmayacağı gibi sonsuz nimetler de bir buluntu değildir. Aksine, her saadet, aşılması çok zor sarp tepelerin arkasında ve her nimet de, bin konağı olan, uzun bir yolun en son durağındadır.
Evet, her nimet, upuzun külfetlerin gelip geçtiği yollarda gelişir ve her saâdet de, bir sürü mahrûmiyetlerden sonra elde edilir.
Mısır’a hükmedebilmek için, kova gibi kuyuya salınmak, bir tutsak gibi esir pazarlarında dolaştırılmak ve bir mücrim gibi zindanlara atılmak şart ise, bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Ve bunları görüp tatmadan da asla hedefe varılamayacaktır.
Hikmet elinin açtığı yolu kim değiştirebilir ki? Onu değiştirmeye kalkışmak, fıtrata ve eşyanın tabiatına ilân-ı harp demektir. Şu sıkışmış bulutun hâline, şu doğum yapan ananın iniltilerine ve binbir güçlükle yuvasını örmeye çalışan, şu kuşun, şu örümceğin sa’y ve gayretine dikkat edin! Fıtrat kanunlarının herkes için aynı değişmezlik içinde olduğunu göreceksiniz.
İnsan ruhu da öyledir. Baş aşağı maddenin bağrına indiği günden itibaren, aslına avdet edebilmek için, kalıptan kalıba girer; ızdırab görür, ızdırab duyar; ızdırabla haşr u neşr olur ve madde ile bütünleşerek ebedî saâdetini örmeğe çalışır. ‘İnsan, sıkıntılar için yaratılmış’ ve yolunu yığın yığın ızdırabın beklediği çileli bir yolcudur. Onun asıl kahramanlığı da, yolundaki bu güçlükleri yenmesine bağlıdır.
Ah keşke! Bütün bunları insanımızın ruhuna duyurabilseydik! Geçeceği dikenli yollardan, yolunu kesen gulyâbânilerden, zulümlerden, gadirlerden ve önündeki tepe tepe vahşetlerden bahisler açarak, ona gerçeğin yüzünü gösterebilseydik…
Evet, bu karasevdalıların yolunda ‘bir an belâ-yı dertten cûdâ’ kalmanın mümkün olmadığını anlamak, hakikatın ifâdesi ve bu dertliler yolunun esasıdır.
Kendi insanına, hizmet yolunda koşanlara, bu hakikatın anlatılmasında zaruret vardır. Aksine, onlar bu hakikatı anlayıncaya kadar, ne yoldan ne de yolcudan bahsetmeye imkân yoktur.
[1] Tayaran: Uçuş, uçma
[2] İkamet: Bir yerde kalmak, oturmak
[3] Ulûfe: Yeniçerilere ve Sipahilere dağıtılan maaş
Sızıntı, Ağustos 1981, Cilt 3, Sayı 31