1. Şam Yolculuğu ve Rahip Bahîra
Siyer kitapları Allah Resûlü’nün ilk yolculuğunu amcası Ebû Talib’le ve henüz on iki yaşında iken yaptığını naklederler. Bu yolculuk Şam’a yapılmaktadır. Kervan bir yerde konaklar; Allah Resûlü de kervana gözcü olarak bırakılır. Diğerleri istirahata çekilmek üzere bir hana yerleşirler. Bazılarının, yanlışlıkla “Buhayra” dedikleri rahip Bahîra, gelmekte olan bu kervanı seyrederken dikkatini çeken bir hâdise olmuştur. Kervanın üzerinde bir bulut vardır ve bulut, sürekli kervanı takip etmektedir. Kervan durunca durmakta, yürüyünce de harekete geçmektedir.
Bunun üzerine Bahîra kervanda bulunan herkesi yemeğe davet eder. Daha önceleri kervanlarla hiç ilgilenmeyen Bahîra’nın bu davranışı herkesi şaşırtmıştır. Efendimiz hariç herkes bu davete icabet eder. Fakat rahip gelenler içinde aradığını bulamamıştır. Bunun üzerine kervanın başında kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Aldığı cevab üzere O’nu da çağırtır. Daha O’nu görür görmez, hükmünü verir. Ve Ebû Talib’e O’nun kim olduğunu sorar. “Oğlum” deyince de, Bahîra buna pek inanmak istemez, zira onun tespitlerine göre bu O’dur. O’nun babası, henüz O doğmadan vefat etmiş olmalıdır. Ve daha sonra Ebû Talib’i bir kenara çekip, bu yolculuktan vazgeçmesini tavsiye eder. Çünkü ona göre Yahudiler haset insanlardır. Bu çocuğun simasından O’nun son peygamber olduğunu anlayabilirler ve kendilerinden olmadığı için de O’na bir kötülük düşünebilirler mülâhazasıyla, Ebû Talib’e: “Sen bu yolculuktan vazgeç.” der. Ebû Talib denileni yapar.. bir mazeret bulup kervandan ayrılır ve Mekke’ye geri döner.[1]
Bahîra, hakikati söylüyordu. Fakat bilemediği bir husus vardı. O, Allah’ın (celle celâluhu) himayesindeydi ve O’nu hayatının sonuna kadar Allah (celle celâluhu) koruyacaktı ki, وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِyani “Ey Habibim! Allah seni (iç ve dış mihrakların şerrinden) koruyup muhafaza edecektir.”[2] âyeti de bunu ifade etmektedir. Evet, Rabbi, O’na böyle diyordu.. ve dediğini de yerine getirecekti…
2. Şam’a İkinci Seyahat
İki Cihan Serveri, ikinci seyahatini de yirmi beş yaşlarında yapar. Bu defa da Hz. Hatice’nin gönderdiği kervanın başındadır ve onunla iş ortaklığı yapmaktadır. Bu seyahatinde de Bahîra ile karşılaşır. Rahip iyice ihtiyarlamıştır. Allah Resûlü’nü görünce de bir hayli sevinir. Zira o, hep böyle bir günü beklemişti. Allah Resûlü’ne: “Sen peygamber olacaksın. Ah keşke Senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem.” demişti.[3] O, o günlere yetişemedi; fakat bu kabullenmenin, ona ahirette çok şey kazandırdığı kesindi; muhakkaktı.
3. Herkes O’nu Bekliyordu
O’nu bekleyen ve O’nu müjdeleyenlerin sayısı sadece bir iki kişiye münhasır değildi, bunlar çoktu ve Zeyd b. Amr da bunlardan biridir. Aşere‑i Mübeşşere’den meşhur sahabi Said b. Zeyd’in babası ve Hz. Ömer’in amcası olan Zeyd, hanîflerdendi. Bu zat, putlardan yüz çevirmiş ve onların hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırmış, tulûa beş dakika kala gurûb edenlerden biriydi. Bunun da bişaretleri olmuştu ve en mühimi de şu sözleriydi: “Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?”
Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah’a (celle celâluhu) inanıyor ve O’na teslimiyetini arz ediyordu. Ancak ne inandığı Allah’a, “Allahım” diyebiliyor, ne de O’na nasıl ibadet edeceğini bilebiliyordu.
Sahabe-i kiramdan Âmir b. Rebia, bize şunu naklediyor: “Zeyd b. Amr’dan işittim, bir gün şöyle diyordu: ‘Ben Hz. İsmail’in, sonra Abdülmuttalib’in soyundan gelecek bir nebi bekliyorum. O’na yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama iman ediyor, tasdik ediyor ve kabul ediyorum ki, O, hak nebidir. Eğer senin ömrün olur da O’na yetişirsen, benden O’na selâm söyle! Sonra da, sana O’nun şemâilinden haber vereyim de sakın şaşırma!’ dedi. Ben de ‘Buyur anlat.’ dedim. Devam etti: ‘Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de değildir, kıvırcık da değildir. İsmi Ahmed’dir. Doğum yeri Mekke’dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha sonra kavmi, O’nun getirdikleri, onların hoşlarına gitmediğinden, O’nu Mekke’den çıkaracaklardır. O, Yesrib’e (Medine) hicret edecek ve getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz. İbrahim’in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hıristiyan âlimleri bana, (senin aradığın daha sonra gelecek) dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar: O, son peygamberdir ve O’ndan sonra da bir daha peygamber gelmeyecektir.’ ”
Âmir b. Rebia devam ediyor: “Gün geldi ben de Müslüman oldum. Allah Resûlü’ne, Zeyd’in dediklerini bir bir anlattım. Selâmını söyleyince toparlandı ve Zeyd’in selâmını aldı. Ardından da şöyle buyurdu: Ben Zeyd’i Cennet’te eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm.“[4]
Varaka b. Nevfel bir Hıristiyan âlimiydi ve Hz. Hatice’nin de akrabasıydı. Allah Resûlü’ne ilk vahiy gelmeye başladığında, Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) durumun ne olduğunu öğrenmek için ona gelmiş ve Varaka’dan şu cevabı almıştı: “Yâ Hatice! O doğru sözlü bir insandır. Gördüğü, nübüvvetin ilk başlangıcında görülmesi gerekenlerdir. O’na gelen Namus-u Ekber’dir. Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya (aleyhimesselâm) da o gelmiştir. Yakın zamanda O, peygamber olacaktır. Eğer o günlere yetişebilirsem, ben de O’na iman eder ve mutlaka muzahir olurum.”[5]
Abdullah b. Selâm ise bir Yahudi âlimiydi. İslâm’a girişini bizzat kendisinden dinleyelim: “Allah Resûlü Medine’ye hicret edince herkes gibi ben de görmeye gittim. Etrafında birçok insan vardı. Ben içeriye girdiğimde mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu: أَفْشُوا السَّلاَمَ وَأطْعِمُوا الطَّعَامَ…“Önünüze gelene selâm verin ve yemek yedirin…” O’nun sözlerindeki büyüye ve çehresindeki derinliğe vurulmuştum. Hemen orada şehadet getirip Müslüman oldum. Çünkü O’nda gördüğüm sima ancak bir peygamberde olabilirdi.”[6]
Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) mühim bir şahsiyetti. İbn Hacer’in “İsâbe”de kaydettiğine göre, Hz. Yusuf’un neslinden geliyordu.[7] İtibarlı bir insandı. Onun şahitliği bizzat Kur’ân’da tebcil ediliyor ve delil getirme sadedinde anlatılıyordu: قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَكَفَرْتُمْ بِهِ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ”“De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz de O’nu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı hâlde, siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[8]
Âyette zikredilen Benî İsrailli şahit, Abdullah b. Selâm’dır. Her ne kadar bazı müfessirler, bu sûrenin Mekkî oluşunu nazara alarak zikredilen şahsın Hz. Musa (aleyhisselâm) olacağını söylemişlerse de,[9] bu âyetin Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Yani Ahkâf sûresi Mekkî olmakla beraber sadece bu âyet Medenîdir ve Abdullah b. Selâm’dan bahsetmektedir.[10]
4. Neden İnanmadılar?
Aslında Yahudi ve Hıristiyanlardan bazıları, Allah Resûlü’nü çok iyi bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mâni oluyordu. Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki inanmak için sadece Allah Resûlü’ne bir kere bakmaları yeterliydi. Zira onlar, Allah Resûlü’nü bütün şekil ve şemâiliyle tanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim bu hakikate şöyle işaret etmektedir:
اَلَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ “Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.”[11]
Âyette, bizzat Allah Resûlü’nün ismi zikredilmeyip de “O’nu” denmesi işaret ediyor ki, Ehl-i Kitap bütünüyle, son gelecek peygamber kastedilerek “O” dendiğinde hep Tevrat ve İncil’de adı geçen Zât’ı anlıyorlardı. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dı ve O’nu öz evlâtlarından daha iyi tanıyorlardı.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Abdullah b. Selâm’a sorar:
– Allah Resûlü’nü öz evlâdın gibi tanıyor muydun?
Cevap verir:
– Öz evlâdımdan daha iyi tanıyordum.
Hz. Ömer, ikinci defa “Nasıl?” diye sorunca da şu cevabı verir: “Evlâdım hakkında şüphe edebilirim. Belki beni hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü’nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.” Bu cevap Hz. Ömer’i öyle sevindirir ki, kalkar ve Abdullah b. Selâm’ın başından öper.[12]
a. Kıskançlık ve Haset
Evet, onlar Allah Resûlü’nü çok iyi tanıyorlardı. Fakat iman başka, tanımak daha başkadır. Tanıyor, ama iman edemiyorlardı. Kıskançlıkları ve hasetleri imanlarına mâni oluyordu.
وَلَمَّا جَاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِرِينَ“Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)’ı doğrulayıcı bir kitap (Kur’ân) geldi ki, daha önce küfredenlere karşı nusret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri (Kur’ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah’ın lâneti, inkârcıların üzerine olsun.”[13]
Bu âyetle de Cenâb-ı Hak, onların, Allah Resûlü’nü kabul etmemelerindeki gerçek sebebi anlatıyordu. Bütün mesele son gelen nebinin Yahudi olmamasıydı. Eğer Allah Resûlü, Yahudilerin içlerinden çıkmış olsaydı, hiç şüphesiz davranışları daha farklı olabilirdi.
Nitekim Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne gelerek: “Yâ Resûlallah, beni bir yere saklayın ve Medine’de ne kadar Yahudi âlimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl tanıdıklarını sorun! Muhakkak cevapları müspet olacaktır. Sonra da ben, saklandığım yerden çıkıp Müslümanlığımı ilân edeyim.” teklifinde bulunmuştu. Allah Resûlü de bu teklifi kabul buyurmuşlardı. Derken Abdullah b. Selâm, evin bir yerine gizlendi. Gelen Yahudi âlimleri yerlerini aldılar. Efendimiz sordu: “Siz Abdullah b. Selâm’ı ve babasını nasıl bilirsiniz?” Cevap verdiler: “O ve babası bizim aramızda en âlim ve en şereflilerdendir.” Allah Resûlü: “O beni tasdik ederse, siz ne dersiniz?” dediğinde ise: “İmkânı yok, asla böyle bir şey olamaz!” dediler. Tam o esnada da Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) saklandığı yerden çıktı. Şehadet getirip Efendimiz’in peygamberliğini tasdik etti. Şaşırıp kaldılar ve biraz önce söyledikleri övücü ifadeleri geri alarak: “O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur.” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ikiyüzlülerin, huzurunda daha fazla kalmasına izin vermedi.[14]
Bu hâdise de açıkça ispat ediyor ki, Yahudiler Allah Resûlü’nü bilip tanıyorlardı. Ancak peşin hükümlü ve sabit fikirli olmaları, onları imandan alıkoyuyordu.
Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) de bu mevzuda tek başına bir delildir. Önceleri Mecûsi idi; ama hak dini bulabilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Sonra Hıristiyanlığı gördü; kiliseye kapandı. İntisap ettiği rahipten, vefat edeceği sırada kendisine bir rahip tavsiye etmesini istedi; o da ona, bilip itimat ettiği bir başka rahibi tavsiye etti. Böylece pek çok kimsenin yanında kaldı. Nihayet son dakikalarını yaşayan bahtiyar bir rahipten de aynı talepte bulununca, bu Hıristiyan âlimi ona şu tavsiyede bulundu:
“Evlâdım, şu anda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Ancak, son gelecek nebinin zamanı iyice yaklaştı. O, İbrahim’in Hanif dini üzere gelecek, İbrahim’in hicret ettiği yerden zuhur edecek; ancak başka bir yere hicret edip orada yerleşecek. O’nun nebi olduğuna dair açık deliller vardır. Gidebilirsen oraya git. O, sadaka yemez. Hediye kabul eder ve iki omuzu arasında nübüvvetine delil bir hâtem vardır.”
Gerisini kendisinden dinleyelim:
“Rahibin haber verdiği yere gitmek için bir kervan araştırdım. Nihayet böyle bir kervan buldum ve onlara, ücret karşılığı beni de götürmelerini söyledim. Kabul ettiler. Ancak, Vâdi’l-Kurâ’ya gelince zulmedip beni köle diye bir yahudiye sattılar. Bulunduğum yerde hurma bahçelerini görünce, herhâlde burası bana rahibin haber verdiği yer, dedim ve orada kaldım. Sonra da birgün Benî Kurayza yahudilerinden biri gelip beni bu adamdan satın aldı ve Medine’ye götürdü. Orada hurma bahçelerinde çalışıyordum. Allah Resûlü’nden hiçbir haber alamamıştım. Yine günlerden bir gün ağaca çıkmış hurma topluyordum.. ve sahibim olan yahudi de ağacın altında oturuyordu. Biraz sonra onun amca çocuklarından bir yahudi çıkageldi. Öfkeli bir hâlde: ‘Allah kahretsin, bütün millet Kuba’ya gidiyor. Mekke’den gelen bir adam peygamberliğini ilân etmiş ve onlar da O’nun peygamber olduğunu zannediyorlar!.’ dedi. Heyecandan titremeye başladım. Nerede ise ağaçtan sahibimin üzerine düşecektim. Hızla ağaçtan indim ve adama: ‘Ne diyorsun? Ne diyorsun? Bu nasıl bir haber?’ demeye başladım. Sahibim benim bu heyecanımı görünce elinin tersiyle bana şiddetli bir tokat atarak: ‘Sana ne bu işten? Sen işine bak!’ dedi. Ben de: ‘Hiç.. sadece ne olduğunu öğrenmek istemiştim.’ dedim. Tekrar ağaca çıktım. Akşam olunca neyim varsa topladım ve Kuba’ya gittim. Allah Resûlü ashabıyla beraber oturuyordu. ‘Siz fakir insanlarsınız, ben de sadaka verecek yer arıyordum. Şunları size sadaka olarak getirdim, buyurun yiyin.’ dedim. Allah Resûlü yanındakilere; ‘Siz yiyin.’ dedi. Kendisi hiç dokunmadı. İçimden: ‘İşte rahibin dediği birinci işaret.’ dedim. Ertesi gün yine gittim ve, ‘Bu sadaka değil, hediyedir, buyurun yiyin.’ dedim. Allah Resûlü ashabını buyur edip kendisi de yedi. ‘İkinci işaret de tamam.’ dedim.
Ashabdan biri vefat etmişti. Allah Resûlü de cenazede bulunmuş ve Bakîü’l-Garkad’a (Medine Mezarlığı) gelmişti. Yanına varıp selâm verdim. Sonra da arkasına geçtim ve sırtındaki nübüvvet mührünü görmeye çalıştım. Niyetimi sezmişti.. zaten omuzları da açıktı.. ve nübüvvet mührünü de görmüştüm. Üçüncü işaret de aynen rahibin senelerce önce anlattığı gibiydi. Kendimi tutamadım, hemen sarılıp mührü öpmeye başladım. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Dur bakalım!’ dedi. Çekildim. Karşısına oturup, başımdan geçenleri bir bir anlattım. Çok sevinmişti. O’na anlattıklarımın ashabı tarafından da duyulmasını istemişti…”[15]
Evet, inat ve hasedi bırakıp O’na bakanlar O’nu buldu ve O’na vuruldu. Dünle-bugün arasında keyfiyet bakımından zerre kadar fark yoktur. Bugün de binler-yüz binler, O’nun hakkaniyetini görüp tasdik etmekte ve O’nun son resûl olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadırlar. Ancak, yine dünle bugün arasında fark olmayan bir husus da, inat ve temerrüdü terk edemeyenlerin, O’nun risaletini bildikleri hâlde kabullenemeyişleridir…
b. Rekabet Hissi
Muğîre b. Şu’be anlatıyor: “Ebû Cehil’le beraber oturuyorduk. Allah Resûlü geldi ve bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebû Cehil, küstahça: ‘Yâ Muhammed! Eğer bunları öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma, ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!’ dedi. Allah Resûlü bizden ayrıldı. Ben Ebû Cehil’e sordum: “Hakikaten O’na inanmıyor musun?” Cevap verdi: “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam.”[16]
Kureyş toplanıp kafa kafaya verdi ve Allah Resûlü’ne göndermek üzere Utbe b. Rebia’da karar kıldılar. Utbe gidip O’nu ikna edecek ve davasından vazgeçirecekti. Bu zat, o günün entel sınıfından ve Arap edebiyatına vâkıf, varlıklı bir insandı. İki Cihan Serveri’nin yanına vardı ve kendince mantık oyunları yapmaya çalışarak O’na sordu: “Yâ Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?” Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Hayır, belki de ahmağa en güzel cevap olan sükût ile karşılık verdi. Utbe devamla: Eğer onun senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklarını ben de dinleyeyim.
Allah Resûlü sordu: “Diyeceklerin bitti mi?” Evet, dedi Utbe ve sustu. İki Cihan Serveri diz çöktü ve Fussılet sûresini başından itibaren okumaya başladı. 13. âyet olan:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ17 âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtmalı gibi titriyordu. Ellerini Allah Resûlü’nün mübarek dudaklarına götürdü. Takati kalmamıştı. ‘Sus yâ Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus!’ dedi ve kalkıp gitti.
Mekke büyükleri neticeyi bekliyorlardı. Ebû Cehil, Utbe’nin gelişini hiç beğenmemişti. Yanındakilere, ‘Gittiği gibi dönmüyor.’ dedi. Utbe doğruca evine gitti. Dinlediği âyetler onu yıldırım çarpar gibi çarpmıştı.. ve biraz sonra da şeytana akıl öğreten adam Ebû Cehil gelip kapıya dayanmıştı. Utbe’nin iman etmesinden korkuyor ve hemen hâdisenin üzerine gitme lüzumuna inanıyordu.. ve Utbe’nin zayıf tarafını çok iyi biliyordu. Onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:
– Yâ Utbe, duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirmiş, içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp O’na iman etmişsin. Halk arasında söylenenler bunlar… Utbe öfkelendi. Damarı kabardı. ‘Benim O’nun yemeğine ihtiyacım olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Aranızda en zengin benim. Fakat Muhammed’in söyledikleri beni sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O’nun okuduklarını dinlerken Âd ve Semûd’un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden korktum…[18]
c. Başka Sebepler
Aslında bu itiraflar sadece bir iki kişiye münhasır değildi. Umumî vicdanda kanaat hep aynıydı. Fakat korku, tama’, hırs ve inat gibi menfî tesirler inanmalarına mâni oluyordu.. evet, hem de bildikleri hâlde inanamıyorlardı.
İşte, Kur’ân-ı Kerim, hem onların bu hâlini anlatma hem de Efendimiz’i tesliye makamında şöyle buyuruyor:
قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ “Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”[19]
Onlar sana çeşitli isnatlarda bulunuyorlar. Onların bu isnatları da seni üzüyor. Sakın, o bedeninin altında kalıp ezilmişlerin ve alışkanlıklarını terk edemeyen nefsinin zebunu tali’sizlerin dedikleri ve söyledikleri seni üzmesin. Hem aslında onlar seni bizzat yalanlamıyorlar. Evet, onların hiçbiri kalkıp da sana yalan isnat edemiyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki, sen yalan söylemekten müberrasın. “Emîn” ismini sana veren onlardır. Bunların akılsızlıklarına bak ki, sana isnat ettikleri şeylere inanmadıkları hâlde, kendi akıl ve muhâkemelerine rağmen, böyle bir şeye cüret ediyorlar. Öyleyse üzülmene ne gerek var!
Evet, üzülmesi gereken birisi varsa, o da dünya ve ukbânın dizginlerini elinde tutan bir Zât’a karşı hem de ışığın etrafında durdukları hâlde, istifade menfezlerini açıp istifade edemeyenlerdir.
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 1/319-322.
[2] Mâide sûresi, 5/67.
[3] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/353; 6/506.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/298 vd.; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/615.
[5] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/451.
[7] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/118.
[8] Ahkâf sûresi, 46/10.
[9] Taberî, Câmiu’l-beyan, 26/9.
[10] Taberî, Câmiu’l-beyan, 26/12.
[11] Bakara sûresi, 2/146.
[12] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 1/195; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, 1/357; Ebu’s-suûd Efendi, İrşadü akli’s-selim, 1/176.
[13] Bakara sûresi, 2/89.
[14] Buhârî, enbiyâ 1; menâkıbu’l-ensar 45.
[15] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/41-47.
[16] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/255-256.
[17] “Eğer yüz çevirirlerse sen şöyle de: ‘Ben, sizi Âd ve Semûd halklarını çarpan kasırga gibi bir kasırganın geleceğini bildirerek uyarıyorum.’ ”
[18] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/61-64; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/130-132.
[19] En’âm sûresi, 6/33.
Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen