Bugüne kadar hiçbir ideoloji, insanları uzun zaman bir arada tutmayı başaramadı. Bir arada tutmak şöyle dursun, böyle bir beraberliğin gerektirdiği şartları dahi tam olarak ortaya koyamadı. Ne yakın tarih itibarıyla dünyanın büyük bir bölümüne hükmetme konumunda bulunan Batılı ülkeler ne doğudaki sosyalist ve komünist milletler ne de varlığı-yokluğu müsâvi, Cemil Meriç’in ifadesiyle “Âraftakiler” diyeceğimiz bağımsızlar.. evet hiçbiri onca iddiasına rağmen dünyaya kalıcı bir huzur ve güven veremedi.
Vaad edilenlerin verilemeyişi, alıcı konumunda bulunanların güvenini temelden sarstığı gibi, verilenlerin evrensel olamayışı, insanlığı bütünüyle kucaklayamayışı ve insan tabiatına mülâyim gelmeyişi de, herkeste bir güven bunalımı meydana getirdi; dahası bundan böyle vaad edilecek şeylere karşı da bir kuşku ve tereddüt hâsıl etti. Artık bugün insanlık kendine teklif edilen herhangi bir sisteme karşı biraz şüpheci, biraz endişeli, biraz da müstehzî.. zira o, bugüne kadar cebren içine çekildiği hiçbir sistemin tam işlemediği, işletilemediği inancında. Demek ki bu sistemlerin hepsinde ciddî eksiklikler vardı; bu da onların ortaya koydukları bir kısım güzellikleri alıp götürüyordu ve insanların hafızalarında sadece esefli birer hülya ve yıkık birer rüya kalıyordu.
Mekanik bir sistemde küçük bir parçanın eksikliği, o mükemmel sistemi bir enkaz yığını haline getirdiği gibi, büyük iddialarla ortaya atılan ideolojiler de büyük ölçüde beşer tabiatına ters olmaları, her kesimi kucaklayamamaları, vaad ettiklerini gerçekleştirememeleri, insanlığın ihtiyaçlarına cevap verememeleri; dahası bir kısım insanî değerleri göz ardı etmeleri, hatta bazıları itibarıyla, insanlar arasında kin, nefret ve gayz duygularını körüklemeleri açısından, günümüzdeki ideolojilerin hemen hepsi artık birer düşünce enkazı hâline gelmiştir veya toplumlar tarafından öyle “algılanmakta”dır. Dolayısıyla da, denebilir ki, bugün, küçük bir azınlığın dışında, hemen herkes sarsık, herkes ümitsiz, herkes kuşkulu bir bekleyiş ve sebepler üstü bir arayış içinde.
Bu itibarla da, evvelâ millet olarak bizim, sonra da topyekün insanlığın iradelerimize fer, gözlerimize nur ve gönüllerimize ümit kazandıracak ve bizi yeni inkisarlara uğratmayacak yüksek bir mefkûreye ihtiyacımız var. Aklî, mantıkî, hissî boşlukları olmayan ve yukarıda söz konusu edilen olumsuzluklara karşı kapalı bulunan, şartlar el verdikçe de realize edilebilen bir mefkûre ve bir gâye-i hayale ihtiyacımız var. Yeryüzünde düşünce dünyalarının merkez değiştirdiği, temel ve kalıcı alâkaların şahıslar âleminden fikirler âlemine kaydığı, üst üste yanılmaların insanları bundan sonraki tespitlerinde daha hassas olmaya zorladığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu genel durum eğer bir kısım tutarlı stratejilerle değerlendirilebilir ve toplumdaki metafizik gerilim ve birkaç asırlık aktivite yüksek bir ideal etrafında iyi organize edilebilirse, bugün olmasa da çok yakın bir gelecekte, büyük çoğunluk itibarıyla insanlık -belli ölçüde de olsa- bu câzibe merkezinin çevresinde mutlaka bir araya gelecektir.
Ne var ki, her şeyden evvel, o yüksek gâye-i hayalin belirlenmesi icap eder. Bugüne kadar böyle olduğu gibi şimdilerde de pek çok milletin, belli politikaları bulunduğu halde, bu politikalarını sağlam bir mefkûre ile irtibatlandıramadıklarından dolayı hep sallantılar yaşamış ve insanların gönüllerine girme konusunda ciddî bir mesafe alamamışlardır. Bu durum, medeniyet ve demokrasi adına tam oturaklaşamamış ülkelerde daha çok hissedilse de, kendilerini medeniyet muallimi ve demokrasinin de üstadı sayan milletler için de aynıyla geçerlidir. Dış görünüşleri ne kadar parlak olursa olsun, propagandalar ne söylerse söylesin, bugün onca şatafat, debdebe ve ihtişama rağmen büyük gibi görünen pek çok devlet, parlak, imrendirici ideal bir gelecek ve seviyeli bir hayat vaad etmekten daha ziyade, pragmatik yörüngede hareket ediyor olmanın muvakkat aldatmacalarıyla gafil yığınları oyalamada ve yarınlar adına hiçbir şey söyleyememekte, dahası kalb, ruh ve vicdanları da hep aç bırakmaktadır.
Şimdi bize, bütün bu olumsuzlukları da göz önünde bulundurarak kendi değerlerimizi esas alıp, ileriye mâtuf onların üzerinde üreteceğimiz politika ve tasarılarda hep yüksek bir gâye-i hayal takip etmek düşmektedir ki, politikalarımızda istikrar olabilsin; olabilsin de bu iki gücü müsâdemeye meydan vermeden aynı yönde kullanabilelim. Müsâdemeye meydan vermeden diyoruz; zira herhangi bir faaliyet veya hareket ne kadar samimî duygularla da temsil edilse her zaman yapıcı olmayabilir. Niyet doğru işlerin mânevî bir buudu olarak şâyân-ı takdir bir iş sayılsa da, yanlış işlerin vasfı olduğunda kat’iyen aynı mânâyı ifade etmez. Herhangi bir hareket, motivasyon durumuna göre yapıcı da olabilir, yıkıcı da. Plân ve projede akıl, mantık ve hislerin bir değer ifade ettiği yerde, hissî boşlukların bulunmaması yanında sağlam bir temsil de çok önemlidir. Bazen, her biri tek başına iyi sayılan işler bile, “teâruzlar” ve “tesâkutlar” ağında birbirini yok edebilir. Herhangi bir yiyecek maddesini yuvalarına taşımak isteyen karıncaların, hedef farklılığı ya da onların hareket etme müşterek insiyakı programlarının muvakkat his dalgaları karşısında alabora olmasıyla, biri o tarafa-biri bu tarafa zorladıklarında bütün enerjilerini tükettikleri hâlde kat’iyen hedefe yaklaşamadıkları gibi, hiçbir ideali ve gâye-i hayali bulunmayan, bulunsa da ona göre zihnî hazırlığı olmayan toplumlar da hep hareket ederler ama, asla mesafe alamazlar; zira mesafe alma evvelâ, vicdanın saygı duyacağı ve iç insiyakların bir ibadet neşvesi içinde temâyül göstereceği yüce bir hedefin belirlenmesine; sonra, mevcut şartlar ve ortama göre kusursuz bir organizasyona; bunu müteakip de, ayrı ayrı devrelerdeki enerjinin aynı noktaya yönlendirilmesine; yani farklı kesimlerdeki bilgi birikimi, tecrübe ve bloke gücün o gâye-i hayalin emrine verilmesine bağlıdır.
Millî Mücadele esnasında bütün ferdî faaliyetler, hür ve müstakil bir Türkiye gerçekleştirme istikametinde yoğunlaşmıştı. Oldukça basit fakat her kesimce saygı duyulan bu mefkûre, aklî, mantıkî, hissî bütün boşlukları dolduracak ve bütün hareketleri tek bir noktaya teksîfe yetecek güçteydi ve işte bu güç, şart-ı âdi plânında hedeflenen hususları gerçekleştirmeye yetti. Ancak her zafer ve muvaffakiyet beraberinde rehâvet de getireceğinden, mefkûrenin her zaman renk atmadan bütün canlılığıyla mevcudiyetini devam ettirmesi de bir hayli zordur. Biz bu zor işte ne kadar başarılı olmuşuzdur, onu tarihin değerlendirmesine bırakalım. Eğer zaferler yaşayan bir toplumu yüksek mefkûrelere uyarıcı yeni sebeplerle beslemezseniz, metafizik gerilimin gevşemesi ve fütur fâsit dairelerinin yaşanması kaçınılmaz olur. Gerçi, böyle bir gerilim gevşemesini sadece zaferlerle gelen rehâvete ya da başarı sarhoşluğuna veya zaman zaman insan tabiatında kendini hissettiren bir kabz hâline, bir umursamazlığa vermek her zaman isabetli olmayabilir. Zira bazen; güven vaad etmeyen lider ve rehberlerin tereddüt doğuran tavırları.. bazen onların yeteneklerinin sınırlılığı.. bazen aydınların ufuksuzluğu; öyle ki, milleti taşımak istedikleri ufkun ötesini değil berisini bile görememeleri.. bazen milletçe içinde yaşadığımız durumu tam kavrayamama ve motivasyon eksikliği.. bazen Makyavelist ve pragmatist düşüncelerin dinî ve millî değerlerin önüne geçmesi… gibi hususlar hem düşünce hayatımızda hem de hareket ve aksiyonlarımızda çatlamalar meydana getirebilir. Bugün biz, bu mahzurların hepsinin söz konusu olabileceği bir atmosferin doğurduğu değişik krizler silsilesiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Hemen her zaman kendimizi salma ve çözülecekmiş gibi bir dağınıklık içinde bulunma görünümü sergilemekteyiz. Böyle bir durumun, düşmanların iştihasını kabartacağında, dostları da inkisara uğratacağında şüphe yok; dahası millî hayatımızda bu ölçüde aklî, mantıkî, hissî boşluklara meydan vermeye devam edersek -hafizanallah- gerçekten devrilebiliriz de. Milletimizin böyle bir düşüşle meydana gelmesi mukadder görünen fezâyi ve fecâyii yaşamaması için, üçüncü sınıf ülkelere mahsus, hedefsizlik, sömürülebilirlik ve vesâyette yaşama psikolojisinden bütün bütün sıyrılarak, “Allah’a dayanıp, sa’ye sarılmaya”, ilâhî tevfiki millî birlik ve beraberlikte aramaya, sonra da kendimiz olmaya ve kendi yüksek ideallerimizi takip etmeye mecburuz.
İç içe uçurumlarla karşı karşıya kaldığımız, köprülerin yıkılıp yolların yürünmez hâle geldiği ve milletimiz tarihinde az yaşanan türden değişik imtihanlarla sarsıldığı bir fırtınalı zaman diliminde, alışılagelen formdaki tasarılarla bütün bu olumsuzlukların üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Böylesine olağanüstü hâller, insanüstü gayret ve fevkalâde bir performans isteyen hâllerdir ve böyle hâller bazen plânlarıyla, projeleriyle, stratejileriyle ve bunları üretecek cins dimağlarıyla, yaşama yerine yaşatmaya ömürlerini adamış temsilci kahramanlarıyla, aynı zamanda bazı milletler için birer tarihî milât da olagelmiştir.
Onun içindir ki, büyük bir millet olmayı düşlediğimiz şu günlerde, uzmanca plân ve projelerin lüzumuna inanmanın yanında, hatta ondan da önce, büyük bir millet olma mefkûresine bağlı ideal nesillerin yetiştirilmesi zaruretine inanıyoruz. Dar bir dairede de olsa böyle bir mefkûrenin, belli ölçüde gerçekleşmesi ve örneklerini birkaç bin insanla ortaya koyarak, tıpkı Millî Mücadele’de olduğu gibi, yurdunu yuvasını terk edip dünyanın dört bir yanına hicretler teşkiliyle, her tarafa millî ruh fidelerini dikmeye çalışmaları, geleceğin büyük Türkiye’sinin, dünyadaki karakollarını hazırlamaları, gittikleri her yerde kendi ruh ve mânâ dünyalarını sergilemeleri, milletimizin tarihin derinliklerinden gelen itibarını yeniden ortaya çıkarıp onu, devletler arası muvâzenedeki hakikî yerine oturtmaya gayret etmeleri ve bütün bunlarda belli ölçüde muvaffak da olmaları, yüksek bir mefkûreye dilbeste olmuş ideal nesillerin neler yapabileceklerini gösterme bakımından önemli misaller olsa gerek.
Bugün, dünyanın en güçlü devletlerinin değişik lobi faaliyetlerinden kendilerini tanıtmaya kadar milyarlar harcayarak halledemedikleri pek çok problemleri bu hasbîler kadrosu, bazen aç, bazen susuz; ama her zaman imanlı, ümitli, azimli ve yine ifadenin Âkifçesiyle; Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete de râm olmalarıyla bir hamlede, bir nefhada halledebiliyorlar. İşte böyle harika bir oluşum, ne küçümsenmeli, ne tesadüflere verilmeli ne de gidilen ülkelerin azizliğinde aranmalıdır. Bu fevkalâde hareketteki sır, samimî gönüllerin Allah’a yönelmesinde ve azizliği tarihin derinliklerinden gelen bir millete, Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan ihsanlarında aranmalıdır.. evet her başarıda olduğu gibi bunda da gayret, samimiyetle çarpan sinelerden; vefa, milletten; tevfik de Allah’tandır. Tarihin en güç dönemlerinde, çaresizliklere meydan okuyor gibi birdenbire fışkırıp ortaya çıkan ve onca yokluğa rağmen hep varlık cilveleriyle serpilip gelişen harika hamleler gibi, günümüzde de, pek çok tazyik, iftira, isnad ve insafsızca karalamalara rağmen, askerî birliklerin millî marşlarla güle-oynaya ölüme yürüdükleri gibi, bu vefalı milletin ona yakışır fedakâr evlatları da, ellerinde ilim, irfan meş’aleleri, geleceğin büyük ülkesi adına sürekli gurbete, hasrete, mahrumiyete yürüyorlar. Senelerden beri hiçbir fire vermeden, milletimiz ve ülkemiz hesabına çok önemli bir misyon edâ eden bu insanların, hiç bitmeyen güç kaynakları imanları, hiç sönmeyen aşk u heyecan menbâları da millî mefkûreleridir.
Bu iki dinamiğin ne hayatî bir önem ifade ettiğini bilmeyenler, inanç ve mefkûrenin insana neler yaptırabileceğini bir türlü akıl edemediklerinden yer yer kin, nefret karışımı bir kuşkuyla, zaman zaman da hezeyanlaşan bir hazımsızlıkla; “Acaba bütün bunlar nasıl oluyor? Bu işte bunların ne çıkarları var?” diyor, idealsizliklerini ortaya koyuyorlar.
Her şeyden evvel yüksek bir mefkûre, ideal nesilleri harekete geçiren bir marş, onların bitmeyen enerjilerini besleyen bir dinamo, aşk u heyecanları için dupduru bir kaynak ve kaderlerini semâlara haykıran bir coşkudur. Böyle bir mefkûre sayesinde, müşterek harekete dönüşüp, katlanarak büyüyen ferdî gayretler, ayrı bir derinliğe, ayrı bir debiye ve tabiî ayrı bir ritme ulaşarak, tepeleri aşma pahasına da olsa kendine mutlaka bir mecrâ bularak yoluna devam edecektir.
İnsanlığın karanlıklar içinde bocaladığı bir dönemde, çölün bağrından fışkırıp çıkan ve bir hamlede dünyanın mâkûs kaderini değiştiren, bir nefhada üç kıt’ada ümidin sesi-soluğu olup inleyen o bir avuç ilk mücahitlerin en önemli güç kaynakları imanları ve o imanla, her zaman gönüllerinde köpürüp duran ilhamları başkalarının sinelerine boşaltabilme idealleriydi. Asya steplerinden kalkıp Anadolu’ya yürüyen ve bir aşiretten koskoca bir cihan devleti çıkaran Osmanlı serencâmesinin arkasında da aynı dinamikler vardı; tabiî Millî Mücadele’yi gerçekleştiren kahramanların dimağlarında da. Yirminci asrın ortalarına doğru hiçbir hayat emâresi taşımayan Hintli kalabalıkları hürriyet ve istiklâle yürüten büyük heyecanın temelindeki güç de o milletin imanı, ümidi ve kendileri olarak kalabilme-yaşayabilme mefkûresinden başka bir şey değildi.
Ne var ki, insanların sinelerinde böyle bir ateşi tutuşturup onları harekete geçirecek idealin de bir disiplinler ideali olması ve bir nizama bağlı olması gerekir. İnşa edilecek bir âbideden evvel onu teşkil edecek unsurların sağlamlığı, her parçanın bir diğeriyle uyumu ve hedeflenen estetiğe müşterek katkıları çok önemlidir. Bütünü meydana getiren parçalarda elverişlilik, uyum düşünülmeden, ortaya konan eserde mükemmelliğe ulaşılamaz.. evet, ferdî gayret ve hamleler, müşterek harekete göre disipline edilemez ve iyi bir motivasyon sağlanamazsa, fertler arası müsâdeme kaçınılmaz olur. Dolayısıyla da nizam bozulur, her hamle bir başka harekete rağmen cereyan etmeye başlar ve kesirli sayıların çarpımında olduğu gibi her işlem, gider değerlerin düşmesini ve keyfiyetin sıfırlanmasını netice verir. Bu itibarla, daha önce de işaret edildiği gibi, zarar veriyor mülâhazasıyla ferdî enerjiler kat’iyen söndürülmemeli, aksine, mümkün olduğunca zerresi dahi zâyi edilmeden, daha önceden belirlenmiş bulunan gâye-i hayali gerçekleştirme yönüne kanalize edilmeli ve ruhlardaki müsâdeme ahlâkı giderilerek onun yerine mutâbakat anlayışı yerleştirilmeli, hatta mümkünse her fert bu konuda şartlandırılmalıdır.
Bütün dinler, o geniş kapsamlı misyonları içinde, bilhassa bu anlayışı tespit etmek için gelmişlerdir denebilir. Evet her din, ferdî enerjileri zabturabt altına alıp bütün mevcut bloke gücü yeni bir medeniyet ve yeni bir umran çağına yürümenin önemli bir dinamiği hâline getirmiştir. Din rehberliğinde her fert, hürriyet ve şahsî faaliyetlerini, toplumun hareket ve faaliyetleriyle dengeleyerek, -tıpkı fezâda herhangi bir peykin, bir câzibe merkezi etrafında, ona bağlı hareket ettiği aynı anda, kendi çevresinde de dönmesi gibi- o da, bir yandan kendi iradesinin hakkını verip özgürce davranırken, diğer yandan da başkalarıyla olan hareket bütünlüğünü koruyup iki hamleyi birden gerçekleştirebilmiştir. Zaten, bütünlük ve denge, daha sağlam bir organizasyona bağlanmamışsa, parça parça hareketler ne kadar canlı ve çalımlı da olsa, umumî maksat istikametinde birbirlerini desteklemeleri şöyle dursun, bazen hareketsizlikten daha kötü sonuçlar da doğurabilirler. Hâsılı, ister hareketsizlik ister harekette disiplinsizlik ikisi de farklı birer ölüm demektir. Fertleri böyle bir ölümle sarsılmış milletlerin elenip tarihin dışında kalmaları ise kaçınılmazdır.
İnsanlarda münferit hareket etme duygusu, biraz bencillikten, biraz herkesin kendine güvenmesinden ve iktidarının sınırlarını bilememesinden, biraz da, birlik ve beraberlik ruhunun, kolektif faaliyetlerin, vifak ve ittifakın, nasıl ses getiren bir inayet çağrısı olduğunun sezilememesinden kaynaklanmaktadır. Bütün bunların yanında bazen de şöhret, şan, şahsî çıkar gibi hususlar da ferdî mülâhazaları öne çıkarabilir.. hatta bu mülâhazalarıyla, bir dönemde “reh-i sevdâ” deyip Allah rızası için soluk soluğa koşup durduğu hizmet saflarından ayrılarak, kendini yeme-içme-yatma-ıtrahta bulunma insiyaklarına salan ve çevrelerini, hedeflerini bütün bütün unutan talihsizler de çıkabilir. Hedef unutulup ortada gâye-i hayal kalmayınca, kim olursa olsun artık egoizmanın ağına düşülmesi, hizmet aşk u şevkinin yerini cismanî arzuların alması ve başkaları için yaşama duygusunun sönmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu açıdan denilebilir ki, bugün bizim meseleler üstü en büyük meselemiz; millet fertlerinin ruhunda yeniden bir kere daha yaşatma arzusunu tutuşturarak, onunla idealleri arasına girmiş bulunan bütün yabancı mülâhazaları ayıkladıktan sonra onun durgunlaşmış gibi görünen enerjisini harekete geçirip, iyi bir motivasyon ve disiplinli bir faaliyetle onu bir kere daha tarihî mefkûresine doğru yürütmektir. Böyle bir harekette, köylü-kentli, aydın-esnaf, talebe-muallim, cemaat-hatip bütün kesimleriyle toplumun bu müşterek hareketine yörünge teşkil edecek fasl-ı müştereklerin belirlenmesinde de zaruret vardır. Bu fasl-ı müşterekleri -buna ortak payda da diyebiliriz- milletimizi, dünya devletleri arasında önemli bir muvazene unsuru haline getirmek.. ferden-ferdâ, ne pahasına olursa olsun bu misyonu edâ etme ahd ü peymânında bulunmak.. düşünceyi öne çıkarıp, millî hisleri de dengeleyerek bu umumî harekette aklî, mantıkî, hissî boşluklara meydan vermemek.. hakikat aşkını, ilim ve araştırma iştiyakını Allah’a amûdî yükselmenin birer vesilesi sayarak toplumu her zaman bu anlayışla beslemek… gibi hususlar olarak sıralayabiliriz.
Böyle bir yaklaşım sayesinde, bu ideali paylaşan fertlerin sürekli canlı kalacaklarına, kolektif faaliyetlerin âhenk içinde yürütüleceğine, hızlı motivasyonlarla zaman ve imkânların en rantabl şekilde değerlendirileceğine ve düşünceye genişleme fırsatı verildiği için her an yenilenmeye de açık kalınacağına inanıyoruz.
Bütün bunları gerçekleştirmek için, Müslümana ne yeni bir din anlayışı telkin etmeye ne de herkese Müslümanlığı yeni baştan öğretmeye ihtiyaç vardır. Yapılması gerekli olan şey sadece ona, bugüne kadar öğrendiklerinin hayatî önemlerini, müessiriyetlerini ve kalıcılıklarını anlatmak olmalıdır. Ne acıdır ki, bu konuda da rivayetler kafaları karıştıracak kadar muhtelif.. hevâ vü heves aklın önünde ve hüdânın otağında ikamet ediyor, his de mantığın tahtında ahkam kesiyor.. bu çarpıklığı, inkâr ve ilhadı meslek edinmiş bulunan ve oturup kalkıp dine saldıran bir kısım ateistlerde görmek mümkün olduğu gibi, sadece kendini dindar sanan kalbî ve ruhî hayata kapalı softalarda da görebiliriz. Bu iki tip insan, zahiren birbirinden farklı görünse de ülkeye, millete, dine zarar vermede at başı sayılabilirler.
Her iki kesim de, dinin ruhuna karşı fevkalâde saygısız, hür düşünce adına alabildiğine müsamahasız ve paylaşmaya da kapalıdırlar. İftira, tezvir, karalama bunların biricik sermayeleri ve kendilerinden kabul etmediklerini gammazlama da en büyük mârifetleridir. Neye sığınıp kime arkalarını dayayacakları önemli değildir; önemli olan hazmedemediklerini ne yapıp yapıp hazmetmektir. Aslında her iki cephenin de bu konudaki hırsları ve gayretleri o kadar aşkındır ki, zannediyorum cehdin bu kadarı (!) yerinde kullanılsaydı o bütün bir dünyayı ihya edebilirdi.
Elbette ki, böyle karanlık bir atmosferde ve bu ölçüde, düşünmez, görmez ve bilmezler arenasında fikir hayatı, hakikat aşkı, ilim ve araştırma tutkusu bulunmayacaktır.. bulunsa da gelişmeyecektir.. gelişse de bir fanteziden ileriye gidemeyecektir. Zaten hâl-i pür-melâlimiz bunu bir değil, yüzlerce dille ilan etmiyor mu?
Oysaki, milletçe bizim düşüncemiz bir imar, bir inşa düşüncesi olmalıdır; olmalı ve birkaç asırdan beri içinde bocalayıp durduğumuz düşünce fakirliğinden, mefkûresizlikten mutlaka kurtulmalıyız. Bizim bugün, belki de her şeyden daha çok, kendi medeniyet telâkkimiz ve kendi kültürümüzle dirilme gibi yüksek bir gâye-i hayale ihtiyacımız var. Evet yakın bir gelecekte milletimizin tarihî değerler blokajı üzerinde bir heykel gibi yükselmesi için, milletçe daha çok sancıya, ızdıraba ve zamanın çıldırtıcılığına karşı sabırlı olmaya mecburuz. Hâdiselerin kendi tabiatları içinde gelişme süresine saygılı kalmak bu tabiatı çok iyi tanımaya bağlıdır. Kur’ân Efendimiz’e: “Eğer varılacak yer ve hedef yakın olsaydı, onlar Seni takip edeceklerdi. Ne var ki, mesafeler onlara insaflı gelmedi.” diyerek O’nu teselli, takılıp yollarda kalanları da tevbih etmektedir.
Kaldı ki, Müslümanca düşünceye göre bir hareket ve hamlenin en tabiî hedefi sayılan Allah rızası elde edildikten sonra, millet adına verilen hizmetlerin, ülkemizi devletlerarası muvazenede en saygın konuma getirmesi gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin maksat hâsıl olmuş demektir. Zaten bir mü’min her hizmet ve her faaliyetinde O’nun rızasına ulaşmayı hedefler; böylece O’nun dışındaki bütün izafî hedefler de, gerçek hedef karşısında birer vesileye dönüşürler.
Yeni Ümit, Ocak-Mart 1999, Cilt 6, Sayı 43