Ümit bazen bir programın kanadında gelip tıklatır buğulu pencereleri. Şöyle elinle silince görürsün aşk şevk taşıyan ümidin tebessüm eden yüzünü…
Takvimlerin sıradanlığına, monotonluğuna, yoran ağırlığına mahkûm olmadığı günler vardır. Adı pazardır o günün ama üzerine başka bir takvim serilir; yaşlı bir ağacın gövdesine yapılan aşı gibi tap taze fideler verir.
Takvim yapraklarında 20 Nisan yazar ama birilerinin kalbi elinde yüzyıllar ötesinde gerçekleşen bir doğumun heyecanını taşırlar bulundukları asra, yaşadıkları beldelere. Mahzun Nebî’nin doğduğu günü vesile ederek Sonsuz Nur’dan şu zamana yansıyan ışığa ayna olur genç yürekler..
İşte bu yılın o gününde, Virginia’nın taze yeşilliğine sığınmış, henüz süslü elbiseler içinde gelen bir bahar mevsiminde, Washington’un kalbinde, yalnızca bir program değil, bir Asr-ı Saadet yaşandı, esintisi gönül pencerelerini tıklatan.
Bir müessesenin salonunun dört duvarı arasına sıkışmış değildi o anlar. Gökyüzünün altına yayılmış bir vefaydı bu. Hizmet hareketinin yıllar önce düzenlediği “Ebedî Risalet Sempozyumları”ndan izler taşıyordu, evet. Ama bu defa bir şey daha vardı; salona girildiği anda ciğerlere dolan… Bu defa organizasyonu gençler yapıyordu. Bu defa söz alanlar, Efendimizi (sav) anlatan O’nun (sav) genç ümmeti idi. Evet gençler… hayatın başında olan ama yürekleri asırlık çileyle yoğrulmuş gençler. On iki genç altı ay boyunca her biri, Efendimiz’in (sav) bir yönüne tutundu, o yönü içlerinde taşıdı, büyüttü ve o gün, elleriyle insanlığın önüne bıraktılar.
Sahneye muhabbetle, O’na (sav) duyulan aşkla kanatlandılar. Konuşmadılar sadece; yüreklerini açtılar. Yaptıkları sunumun ardında, onların hazırlık yaparken titreyen parmaklarını, mazlum yürekle yaptıkları içli dualarını, gecenin sessizliğinde ezberlenmiş bir sevda görünüyordu. Kadınıyla erkeğiyle, sesleri bazen fısıltı, bazen dua, bazen bir sükût kadar yüceydi. “Efendimiz” (sav) derken gözleri doluyordu ama bu, sadece bir duygunun kabarması değildi. Bu, o kutlu Elçiye (sav) duyulan derin aşkın, yitik bir zamanda yeniden kavuşmanın, bugünün karanlığında bir yıldız gibi parlayan geçmişe özlemin gözyaşıydı. Zor asrın kahraman gençleri çabaları ile “medet ya Rasülallah” dediler o akşam yeryüzünün tüm mağdurlarının dualarını avuçlarına alarak.
Henüz yirmili yaşlarının başında, Medine sokaklarında bir iyilik devrimini omuzlayan o zarif ve rikkatli sahabe Hz. Mus’ab gibi… Annesinin servetini, gençliğin sarhoşluğunu, Mekkeli aristokrat kimliğini ardında bırakıp sadece bir çağrıya cesaretle yürüyen delikanlı Hz. Musab (ra) gibi.. Washington’daki gençler, o gün sanki Mus’ab’ın kokusunu taşıyorlardı. Onlar da birer Medine elçisiydiler. Ellerinde zırh yoktu ama kalplerinde alev alev bir sevda vardı. Her biri, zamanın karanlığına gömülen umutları tek tek çıkarıyor, üzerindeki toprağı üfleyip hayata döndürüyorlardı.
Ama yalnızca Mus’ab değildi sahnedeki gençleri hatırlatan… Orada, gözlerinden yaşlar süzülen hanım kızların iç çekişlerinde, Hz. Sümeyye’nin Mekke vadilerinde yankılanan iniltisi duyuluyordu. Boynuna dolanan ipten değil, Allah’a olan sadakatinden güç alan ilk kadın şehidin izleri, o sahnede yankılandı. Onlar da korkmadılar. Onlar da susturulamadılar. Çünkü hakikatin çığlığı, her çağda kadının sesinden yankılanır çağlar ötesine…
Salondaydı Hz. Esma’nın asaleti.
Mekke’nin karanlık sokaklarında babasının Efendimizle (sav) hicretine yardım eden ve geleceğe taşıyan kadın… Sırtında sadece yük değil, davet taşıyan genç kızların Türkçe İngilizce Efendimizi (sav) anlatmalarını görmeliydiniz. Kanat çırparak geldiler sahneye ve O’nun (sav) asrına süzülüp Mekke’nin Medine’nin gül kokusunu taşıdılar bu asra… Hira’nın nurunu, Sevr’in emniyetini getirdiler salona… Onlar da konuşurken yalnız kelimeleri değil, bir çağın yükünü taşıyorlardı omuzlarında. Sözleriyle bağırmıyorlardı; ama her kelimeleri bir dağ gibi yükseliyordu. Çünkü iman, sesin yüksekliğiyle değil, kalbin derinliğiyle duyulmaz mıydı?
Ve salondaki yüzler… Onlar da sessizce konuşuyordu. Ömrü hicretle geçen bir babanın bakışı, evladını geceler boyu dua ile büyütmüş bir annenin titreyen dudakları… Her biri o gençlerle birlikte sahnedeydi sanki. O gün orada, yalnızca bir program icra edilmedi; bir zamanın yükü, bir neslin duası, bir hareketin geleceğe dair inadı dile geldi.
Kimi sahabeler gece yatağa girerken Efendimiz’in (sav) bir sözüyle uyanırlardı ya… Kimi gündüz susarken bile onun adıyla konuşurlardı hani… Enes bin Malik (ra) mesela… On yaşında bir çocukken annesi onu Efendimize (sav) emanet etmişti: “Ey Allah’ın Resûlü, işte oğlum… Sana hizmet etsin.” O çocuk, on yıl boyunca hizmet etti. Ne bir azarlama duydu ne bir kırılma yaşadı. Ama her gün biraz daha büyüdü, her gün biraz daha adam oldu. İşte bugün de, dünyanın bir başka ucunda başka anneler, başka Enes’leri Efendimiz’in (sav) izine sürüyor. Ve bu gençler, adımlarını sessizce onun gölgesine basıyor.
Efendimiz’in (sav) hayatı gibi… Zorlukların içinde doğan, baskının ortasında yeşeren, yalnızlığın içinden çoğalan bir hayat gibi. Her bir sunumda, sanki sahabenin adımları yankılandı. Suffa’nın gölgesinden gelen ilim, Bedir’in sıcağından gelen sadakat, Hira’nın karanlığından doğan nur, o salonda yeniden hayat buldu. Her cümle, sadece geçmişe değil, geleceğe de yazıldı.
Çünkü bugün, hizmet hareketi, tarihinin en çetin virajlarından geçiyor. Zaman, düşmanların adını yüksek sesle fısıldadığı, dostların ise suskunlaştığı bir zaman. Hakkında kara tablolar çizilen, yokluğa mahkûm edilmeye çalışılan, “bitti” denilen bir hareketin tam ortasında bu gençler bir cümle gibi yükseldiler: “Bitmedik.” Ve ardından bir başka cümle: “Yeniden başlıyoruz… Bizden kim usanası ki bir her gün yeniden doğarız.”
Onlar, sadece bir sempozyum hazırlamadılar. Küllerinden doğmayı bekleyen bir inancın altına ümit tohumları serptiler. Her biri, kırılmış bir dalın ucundaki tomurcuktu. Rüzgârın yönünü değiştiremeyebilirlerdi belki ama, o rüzgârın ortasında yelkenlerini nasıl kullanacaklarını öğrenmişlerdi. Gece ne kadar koyuysa, yıldız o kadar parlaktır ya işte o gençler, gecenin koyuluğunda parlayan yıldızlar gibiydi. Sadece yol göstermiyorlardı; yol oluyorlardı dertli bir sinenin “Nam-ı Celili” iniltisinden ilham alarak.
Bu sempozyum bir hatıra değildi; bir mektuptu. Henüz gelmemiş günlere yazılmış, gelecekte açılacak zarif bir mektup. “Biz buradaydık” diyen, “yıkılmadık” diyen, “unutmadık” diyen bir neslin imzasıydı bu. Ve belki en çok da şunu söylüyordu bu mektup: “Umut, hâlâ içimizde…”
Ve bahar gelir ve takvime değil, kalbe düşer. Bu bahar da öyle bir bahardı. Efendimiz’in (sav) adıyla yeşeren, hizmetin göğsünde tomurcuklanan, gözyaşıyla sulanmış, dua ile büyüyen bir bahar…
Evet, rüzgâr sert, evet gece uzun. Ama dertli Bahçıvanın gözyaşları ile suladığı tohumlar birer birer başını çıkarmaya başladılar.. ve salondakilerin sessizce ettiği, zindan sakinlerinin iniltilerle hapis duvarlarına astıkları duayı duydu yerin altondakiler de üstündekiler de: “Rabbim bu iyilik hareketini zayi etme.. Bizden öncekilerin bize tevdi ettiği bu emanete sahip çıkmayı nasip et, düşmanı çatlatacak dostları memnun edecek şekilde bir Tuba ağacı gibi dal budak salsın yeryüzüne…”
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN