Geçtiğimiz Temmuz ayında, Tenkil Müzesi Frankfurt’ta tarihi bir hapishane olan ve Gestapo’nun karanlık tarihine tanıklık etmiş Klapperfeld hapishanesinde 20 gün boyunca sergi açmıştı. Tarihi mekanda açılan bu sergi çok ses getirmiş ve yüzlerce kişi ziyaret etmişti.
İşte, bu Tenkil Müzesi dün itibariyle ‘Belgesellerle Tenkil Felaketi’ adı altında yeni belgeseller serisini başlattı.
Belgeselin adını ise “Büyümez ölü çocuklar” koymuşlar. Bu ifadeler, Nazım Hikmet’in Hiroşima’da ölen çocuklar için yazdığı bir şiirinden alınmış sanırım. Şiirin ilk dörtlüğü şöyle;
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler
Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Tenkil Müzesi, yaptığı bu belgesel serisinin ilk üç bölümünde; üç hanımefendinin Türkiye’de uğradıkları zulmün ağır izlerini ilk şahitlerinden aktarmışlar. Kadınların gözünden yaşananları aktarmakla kalmayan belgesel, onların yüreklerinde biriktirdikleri acıları da kayıt altına almış ve tarihe de not düşmüşler.
Bahsini ettiğim bu belgesel serisinin ilki, dün izleyicilerle buluştu. Diğer iki bölüm ise 21 Ekim ve 11 Kasım tarihlerinde yayınlanacakmış.
İlk bölümde Ahmet Burhan’ın annesi Zekiye Ataç hanımefendi konuşmuş. Onun yaşadıklarını hem dinlemek hem de izlemek gerçekten yürek ister. İşin doğrusu dayanılacak gibi değil ama sanırım Cenab-ı Hak, sabrını veriyor. Zira oğlu Ahmet, yakalandığı kanser illetinden değil de, yaşanan bu acılara dayanamayıp kalp krizi geçirerek vefat etmiş. Ölümünün asıl sebebi yakalandığı kemik kanseri değilmiş. Onu ölüme götüren en büyük faktör, hasret duyduğu babasını görememiş olmak.
Hatırlarsanız sosyal medyaya düşen bir videosunda ‘19 aydır babamı görmüyorum ve bir yıldır hastayım. Babama sarılmak ve iyileşmek istiyorum’ diyordu. Ama yürekleri taştan da katı olan diktatörün savcı bozmaları Ahmet’i babasına hasret bıraktılar ve kavuşma artık ahirete kaldı.
Ahmet hastanedeki son akşamında bir ara kendine gelir ve ciddi bir hafakanla annesine seslenerek; “Vallahi ölüyorum babam” der. Aynı gün üç defa kalbi sekteye uğrar ve her seferinde doktorların müdahalesiyle geri gelir. Fakat babasız bir dünyada yaşamaktansa ölmek daha yeğdir dercesine dördüncü defa kriz geçirir ve bu dünyadan babasına hasret olarak ruhunun ufkuna yürür. Ne diyelim? Sadece ‘yaşasın zalimler için cehennem’ demekten başka ne diyebiliriz ki?
Belgeselde, duygularını ifade eden ikinci hanımefendi aslen Kürt vatandaşı olup Almanya’da yaşayan Hozan Canê. O da, Edirne’de tutuklandığı cezaevinde henüz iki aylık bebekle beraber aynı koğuşta kalmış. Kendi acısını ağlamak yerine o masum bebeğin hüznüyle perişan olmuş ve bu hüznünü de yazdığı Kürtçe bir şarkıyla tarihe mal etmiş. Şarkının sözleri şöyle:
Zindan Aslanların yeridir,
Bugün zulüm etrafı sarmış.
Kendi hallerinde yatıyorlar,
Kimsenin onlardan haberi yok.
Kalkın gençler kalkın, Ölüm uykusundan uyanın..
Bu şarkıyı, sözlerine uygun öyle içli söylüyor ki, enstrümansız dinlerken bile göz yaşıma hâkim olamadım. Umarım sizde onu dinleyince benim yaşadığım duyguları yaşarsınız. O da şöyle konuşmuş: ‘Ben şanslıydım ki kurtuldum. Ama benim şanslı olmam hem sanatçı kimliğim hem de Alman vatandaşı olmamdı. Ama içeride hala binlerce çocuk var. Lütfen kendinizi onları yerine koyun ve onların ızdırabına ortak olun. Zira bu canavar döndükçe kendisinden olmayanı yiyecek. Fakat, yedikçe büyüyen bu canavar bir gün kendisini büyütenleri de yiyecek”
Evet, Hozan Canê çok yerinde ve güzel konuşmuş. Ben yazı diline dökerken az biraz değiştirdim cümlelerini. Gerisini merak edenler mutlaka o belgeseli izlemeli.
Üçüncü konuşmacı ise çocukları denizde boğulan bir anne. Ben onun adını zikretme yerine anne demeyi tercih ediyorum. Zira ben onun evlat acısını satırlara dökmeye muktedir olmadığım gibi adını da yazmaya yüreğim yetmiyor. Kalbi rahatsızlığı olanların o annenin ifadelerine güç yetirebileceğini de zannetmiyorum. Diyeceğim tek şey Rabbim kendisine Hz. Yakup sabrı versin.
Yaşanan bu acıları ifade etmesi bakımından, Hocaefendi’nin en son Fas depremiyle alakalı iki buçuk dakikalık açıklamasında dediği şu cümleyle bitireyim: “Biz kendimiz de mağduruz, mazlumuz, mahzunuz, mükedderiz. Bizim de tutunacak halimiz yok. Günümüzde Hizmet’e yapılan zulmün bir benzeri başka bir dönemde hiç olmadı.” Rabbim hem medrese-i Yusuf’iyede bulunanları hem dışarıda olup da hürriyetten mahrum olanları hem de bu belgesellerde anlatıldığı gibi acı ve keder yaşayan bütün dostlarımızı sabr-ı cemil lütfeylesin. Âmin.