486
Üstad Hazretleri 17. Lem’a 13. Nota’nın dördüncü meselesinde zâhir sebepler eliyle gelen nimetleri o sebepler hesabına almamak gerektiğini, “Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin.” (6:121) ayet-i kerimesinden “Mün’im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” mânâ-yı işarîsinin çıkarılabileceğini ifade etmektedirler.
Aynı yerde, Hâkim isminin gereği olarak ve çok hikmetlere binaen yaratılan sebepler arasındaki ilişkilerin insanları nasıl aldattığına dair şu orijinal tespit yapılmaktadır: “Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet (sebep) zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder.”
Bir şeyin vücuda gelmesi için çok sayıda sebeplerin bir araya gelmesi gerekmektedir. Fakat olmaması için bu sebeplerden bir tanesinin olmaması yeterlidir. Buna bakarak o vucuda gelen şeyi meydana getiren şeyin o sebep olduğu yanılgısına düşülmektedir. Bu husus bir örnekle şöyle delillendirilmektedir: “Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir.
Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”
O nimetin vucuda gelmesi için yüzlerce şarttan sadece bir tanesi, o insanın ihsan etmeye niyet etmesidir. Zaten, insanın payı sadece talep edip istemekten, niyet etmekten ibarettir. O talep, Allah’ın (celle celâluhu) icabet etmesiyle ve kudretinin, iradesinin, ilminin ve hikmet-i Rabbâniye’sinin taalluk etmesiyle ile vücuda gelmektedir.
Hazret-i Bediüzzaman Risale-i Nur’un şakirtleri içinde bazı has talebelerinin “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.” Sözlerinde iktirânı illetle iltibas ettiklerini, Cenâb-ı Hakkın onlara ders-i Kur’ânî’de verdiği nimet-i istifade ile, üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kıldığından, böyle bir yanlışa düştüklerini ifade ederek, onları şöyle tashih etmektedirler:
“Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”
Gölge etme yeter…
Bir arada gelen nimetlerin her birinin vücuda gelmesindeki gerçek sebep İlahî rahmettir. Her birinin vücuda gelmesi için yüzlerce sebebin bir araya gelmesi gerekir. İnsanın payı ise sadece bir şart-ı âdî olan talep ve istemekten ibarettir. Dolayısıyla, bunlara sahip çıkma hakkı yoktur.
Fethullah Gülen Hocaefendi “Manevî Ortaklık Ve İlahî Mukabele” başlıklı bamtelinde, bu konuyu şöyle açıklamaktadırlar: “İhlaslı kimse, sâlih amel işleyen ve insanların kendisini övmesinden hoşlanmayan, övülmeyi sövülme gibi gören insandır.” Hazreti İsa’ya ait bir sözdür, bu. Hazreti Pîr, o yolda olanlardan birisidir; onları takip eden bir muhlistir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. “İyilik yaptın, güzelliklere vesile oldun, “mazhar”sın!.” mülahazasına karşı, “Hayır mazhar değil memersin (geçit yeri, geçiş noktası, uğrak)! ” diyor. Esas o güzellikler O’na ait. Sen güneşe açık durduğun zaman, ondan gelen şualar sana aksediyor, dolayısıyla ona ait. Hele kendi karanlık tüneline gir bakalım, güneşin o ışınları kalıyor mu senin üzerinde?!.”
Hayırları ve güzellikleri murad eden ve yağmur sağanakları gibi bu hayırları ve güzellikleri insana gönderip bunları kabul etmesini isteyen Allah’tır (celle celâluhu). İnsana düşen Hayr-ı Mutlak’tan (celle celâluhu) gelen bu hayırları sadece kabul etmektir. İnsanda bulunan bazı arızalar, eksikler ve kusurlar sebebiyle bu kabul gerçekleşmeyince, şerlere sebebiyet verilmiş olmaktadır. İnsan güneşe açık durduğunda, o gelen şualar ona aksetmektedir. O güneşe teveccüh etmeyip kendi karanlık nefis tüneline girdiğinde insanın üzerinde güneş ışıklarından hiçbir eser kalmaması gösterir ki, her türlü hayır ve güzellik O’na (celle celâluhu) aittir.
Bu sırra binaen, Allah’tan (celle celâluhu) gelen hayırların ve güzelliklerin, bu insanlar üzerinden gönderilmesi gibi bir nimet onlara ihsan edildiği ve onlar da talep, dua ve isteklerini bu istikamette kullandıkları ve böylece bu nimetlerin ortaya çıkmalarına engel olmayıp kabul ettikleri için onlar tebrik edilmelidirler.
Aksi takdirde, Mün’im-i Hakiki’den (celle celâluhu) gelen nimetler aradaki sebeplere verilmek suretiyle şirk gafletine düşülmektedir. Her türlü şükür Allah’a (celle celâluhu) karşı yapılmalıdır. Buna binaen, insanlara teşekkür ederken, bunu gerçek anlamıyla değil, tebrik manasında yapmalıdır. Minnettarlığı ise nimetlerin gerçek sahibine yapıp, arada vesile olan insanlara ise dua etmelidir.
Üstad Hazretleri’nin Birinci Söz’de, bu hakikatları ifade eden şu sözleri ile konuyu tamamlayalım: “Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.
Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm”
Ayrıca “Ben Kendimi beğenmiyorum, Beni beğeneni de beğenmiyorum!..” yazısında da konu detaylı olarak ele alınmıştır, bakılabilir.
Kaynak:Prof.Dr.Osman Şahin | Samanyoluhaber