Peygamber, yalnız vazifesini düşünür, dedik. Evet, öyle peygamberler gelmiş geçmiştir ki, bütün bir hayat boyu mücadele etmelerine, tebliğde bulunmalarına rağmen, kendilerine inanan tek bir insan olmamıştır.[1] Fakat, onlar, hep itminan içinde kalmışlardır. Zira vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Onların hayatlarının hiçbir lahzasında itiraz işmam eden şu niçinler yoktur: Niçin hizmet edemedim? Niçin bana inanan yok? Niçin bu iş fiyasko oldu? Niçin bu falsolar birbirini takip edip durdu?..
Evet, her nebi, sadece, vazifesini nasıl yapacağını düşünür. Bunun için de bütün şartları nazara alır ve vazifesini öyle yapar. Kabul ettirmek, kendi vazifesine dahil değildir. O sahada hüküm, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine aittir. Bir âyet, Allah Resûlü’ne hitaben şöyle demektedir: إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ “Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder.”[2] Bu itibarla, nebinin mesajı, hususiyet arz eder. Hiç kimse onu kabul etmese, itibar ve ilgi göstermese de o yine fütûr getirmeden, tereddüt ve paniğe düşmeden, başkalarını kınayıp suçlamalara girmeden vazifesini yapmaya devam eder. Onun içindir ki, bütün peygamberler, her türlü horlanmaya ve hakir görülmeye maruz kalmalarına rağmen, vazifelerinde zerrece bir gevşeklik göstermemişlerdir.
İşte tebliğin bu şekli, sadece peygamberlere ait bir sıfattır. Bütünüyle böyle bir tebliğ keyfiyetini, peygamberlerden başkasında görmek âdeta mümkün değildir. Başkalarında, böyle durumlarda çok defa küskünlük ve dargınlık görürsünüz. Ne kadar da olgunlaşırlarsa olgunlaşsınlar, netice almak arzusundan kurtulamazlar. Alamayınca da küskünlük ve bezginlik gösterirler. Sadece nebilerdir ki, küsmek ve darılmak bilmezler.. ve bu durum onlara ait bir hususiyettir.
Bakınız; Uhud’da başına gelen onca ciğersûz hâdiseler dahi, Allah Resûlü’nü darıltmamış, küstürmemiştir. Dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, hatta, Ebû Ubeyde bunları, Allah Resûlü’nün yüzünden çıkarabilmek için kendi dişlerinden olmuştur.[3] Bütün bunlara rağmen yüzü-gözü kan-revan içinde İki Cihan Serveri sadece şöyle demiştir:
اَللّٰهُمَّ اهْدِ قَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ “Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!”[4] (Bilmiyorlar, şayet benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı). Nitekim daha sonra O’nu öğrendiklerinde, onlar da canlarını Allah Resûlü’nün önüne bezledeceklerdi. Demek ki o zaman bilmiyorlardı. Bu ve benzeri hâdiseler, bize Allah Resûlü’nün sadr u sinesinin, ne denli inşirah ve genişlik içinde olduğunu gösteriyor. O ve diğerleri “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüzdüler.” Başları yarılsa, dişleri kırılsa şikâyet mânâsına ağızlarından bir “of” dahi çıkmazdı.
“Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar,
Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!”
Evet; her nebi, âdeta: “Ağyâr ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem.” der ve yoluna devam eder.
Hz. Nuh, Kur’ân’ın ifadesiyle kavmine şöyle seslenmektedir: يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي ضَلاَلَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”[5]
Hz. Nuh’u böyle konuşturan, hiç şüphesiz kavminin kendisine sapıklık isnat etmesiydi. Onlar, o büyük nebiye saygısızca davranıyor ve: إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.” diyorlardı.[6]
Bugün de değişen bir şey yoktur. Denilenler hep aynı mânâya gelen yakıştırmalardır. Sen sapıksın, sen mürtecisin, sen asrın gerisinde yaşıyorsun ve daha neler neler!..
Devamındaki âyette, Hz. Nuh kavmine şöyle seslenir: أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَأَنْصَحُ لَكُمْ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum.”[7]
Bende dalâlet olmadığı gibi, sizi dalâlet ve sapıklıktan kurtarmak istiyorum. Çünkü, ben, size Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rahmet ve bir elçiyim. Size mesaj sunuyor ve yollarınızı aydınlatıyorum. Çünkü ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum…
Aradan geçen asırlar, kâfiri hiç değiştirmiyor. Bu sefer de Hz. Hud, dinsizleşen kavmine şöyle sesleniyor: يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي سَفَاهَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ * أُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبِّي وَأَنَا لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ “Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi’nin gönderdiği bir peygamberim. Size, Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.”[8]
Değişen bir şey olmuyor: Peygamberler ve kavimleri.. kavimlerinin onlara yakıştırmak istedikleri ve onların kavimlerine verdikleri cevaplar.. evet, bir iki kelime farkıyla hep aynı mânâya gelen sözler, cümleler…
Diğer peygamberleri böyle umumî bir kaidenin içinde zikrettikten sonra isterseniz sözü Nebiler Sultanı’na getirelim:
Allah (celle celâluhu) O’na hitaben şöyle buyuruyor:
يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ “Ey örtüsüne bürünen adam! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt.”[9]
يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ * قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً * نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلاً * أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلاً
“Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)! Gecenin tamamını değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!”[10]
Yani, artık örtüye bürünüp yatma zamanı değil; kalk, karanlıkta kalmışların imdadına koş! Şu şaşkınlık ve hayrette kalmış yığınları eğri yolun encamından ve sapıklığın ürperten neticelerinden inzar et. Ve yeri göğü çınlatırcasına, büyük olan Rabbinin büyüklüğünü bütün gücünle haykır! Yer-gök senin âvâzınla inlesin! Cin ve ins, senin bu haykırışlarınla Rabbinin ne büyük olduğunu bir kere daha işitsin.
Ey gecede örtüsüne bürünen Dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Senin Allah tarafından şarj olman gerekmektedir. Çünkü yapacağın çok büyük işler var. Sana anlatılacak olan her şeyi insanlara tebliğ etmen gerekiyor. Böyle ağır bir deşarj olma ameliyesini, Rabbinin seni takviyesi olmadan yerine getiremezsin! Bunu temin edecek de ancak ubûdiyet ve kulluktur.
Evet, Efendimiz gibi her nebi de tebliğ için geldiğini ilan etmiştir, hem de hiçbir şey beklemeden, başka şeylere dilbeste olmadan, ağyâra gönül vermeden, gözleri başka şeylere kaymadan, bakışları asla bulanmadan hep insanlığa mesajlar sunup durmuşlardır. Onların nurlu mesajları olmasaydı, bütün insanlık karanlıkta kalacak ve hayvanlardan farkları olmayacaktı.
İnsanoğlunun kaderiyle peygamberlerin bi’seti öylesine iç içedir ki; bir ülkeye peygamber gönderilmemişse, o yörenin insanları, yaptıklarının bazılarından sorumlu tutulmayabilirler. Ama, peygamber gönderilmiş de dinlememişlerse, hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur. İşte, bir ilâhî ferman: وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.”[11]
Ve bir başka beyan:
وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِي أُمِّهَا رَسُولاً يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرَى إِلاَّ وَأَهْلُهَا ظَالِمُونَ
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe o memleketleri helâk edici değildir. Zaten Biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.”[12]
Demek ki, Allah (celle celâluhu) evvelâ peygamber gönderiyor. Peygamber, vazifesini yapıp insanlar uyarılmalarına rağmen hâlâ inkâr ediyorlarsa Allah (celle celâluhu) da ondan sonra azap ediyor. Her devirde bu böyle olmuştur. Eğer bugün Cenâb-ı Hak, bir kısım kimseleri cezalandıracaksa, bu ancak, mü’minlerin kendilerine düşen tebliğ vazifesini tam yapıp yapmamalarına göre olacaktır. Kendisine tebliğ yapıldığı hâlde, temerrüdünde devam edenler, işte bunlar cezaya hak kazanmış olanlardır.
Bundan dolayıdır ki, her nebi, bıkmadan, usanmadan, yılgınlık göstermeden ve tebliğin bütün metotlarını kullanarak irşadda bulunmuştur. Hz. Nuh, Kur’ân’ın diliyle şöyle der:
رَبِّ إِنِّي دَعَوْتُ قَوْمِي لَيْلاً وَنَهَاراً * فَلَمْ يَزِدْهُمْ دُعَائِي إِلَّا فِرَاراً * وَإِنِّي كُلَّمَا دَعَوْتُهُمْ لِتَغْفِرَ لَهُمْ جَعَلُوا أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ وَاسْتَغْشَوْا ثِيَابَهُمْ وَأَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَاراً * ثُمَّ إِنِّي دَعَوْتُهُمْ جِهَاراً * ثُمَّ إِنِّي أَعْلَنْتُ لَهُمْ وَأَسْرَرْتُ لَهُمْ إِسْرَاراً * فَقُلْتُ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ إِنَّهُ كَانَ غَفَّاراً
“Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine ilan ile davette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır.”[13]
Hz. Nuh: “Rabbim, cemaatimi gece gündüz durmadan çağırdım. Hep kapılarını vurup durdum. Ancak benim davetim, onların kaçmasını ve firarlarını artırdı. Temerrüt ettiler ve beni dinlemediler. Beni dinlememek için âdeta hep yeni yeni usûller buldular. Bazen kulaklarını tıkadı ve duymamazlıktan geldiler, bazen de elbiselerine bürünüp kendilerini görmemezliğe saldılar.”
1. O’nda Tebliğ Cibilliydi
İki Cihan Serveri’nde ise tebliğ, bir huy, bir cibilliyet hâlindeydi. O, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman.. bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi ve âdeta yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazen günlerce üst üste oruç tutardı.[14] Bazen de ölmeyecek kadar yerdi. Sanki tebliğ sancısı, O’nda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi. Kur’ân‑ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur: لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacaksın.”[15]
Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder: فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin.”[16]
Evet, O bir yerde simsiyah, secdesiz bir alın görse iki büklüm olur, burkulur ve gördüğü her imansız insan, O’nun içinde âdeta bir hüzün fırtınası estirirdi. Bu O’nun ruhunda zaten vardı. Peygamberlikle daha da bir derinleşti, buudlaştı.
Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz.. işte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi! Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir: “Ümmet‑i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı!” Evet, işte Nebi ve Nebiye vâris olanların hâli! Zannediyorum bugün dünya da bu türlü dertlileri beklemektedir.
Mevzu buraya gelmişken, çok yerde verdiğim bir misali, tekrar etmek isterim. Çünkü bu misal, aynı zamanda mevzumuza da ayrı bir buud kazandıracaktır. Almanya’da, bir evde pansiyoner olarak kalan temiz nâsiyeli bir arkadaşımız, taşıdığı Muhammedî ruhla ev halkına müessir olmuş, Cenâb-ı Hak da onların hidayete ermelerine onu vesile kılmış. Önce evin erkeği, sonra hanımı ve derken çocukları aynı havayı teneffüs etmeye başlayınca ev Cennet köşesinden bir köşe hâline gelmiş…
Bir gün evin erkeğiyle bu arkadaşımız karşılıklı oturmuş konuşuyorlar. Bir ara ruhunda hidayetin yeni yeni duygular meydana getirdiği bu zat, arkadaşımıza şöyle der:
“Arkadaş, seni seviyorum. Öyle ki kalbimi açıp, seni oraya sokasım geliyor. Çünkü sen, benim hidayetime vesile oldun. Bana ve aileme ebedî bir hayat kazandırdın. Fakat sana aynı zamanda çok kızıyorum. Öyle ki şu anda bile yakandan tutup seni tartaklamak geliyor içimden. Şimdi bana, ‘Neden? Niçin?’ diye soracaksın. Anlatayım: ‘Sen gelmeden kısa bir zaman önce, benim babam vefat etti. Hâlbuki o, Müslüman olmaya bizden daha liyakatlıydı. Tertemiz bir ruhu ve yaşantısı vardı. Eğer sen, o ölmeden evvel buraya gelmiş olsaydın, onun da hidayetine vesile olacaktın. İşte bu gecikmen sebebiyle sana çok kızıyorum.’ “
Bu sitem bana, bütün Avrupa’nın hatta bütün dünyanın iniltisi gibi gelir. Ben, kendi hesabıma yakamdan tutulup hesaba çekileceğimden çok endişe ederim. Çünkü istenen seviyede oralara İslâm mesajlarını götürüp tebliğ edebilmiş değilim…
2. Tebliğde Hırs
Allah Resûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatler anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehâlükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. İşte O’nun son dakikalarını yaşayan amcasının başucundaki hâli!
Ebû Talib’i Daveti
Ebû Talib, kırk seneyi aşkın bir zaman Allah Resûlü’nü himaye etmiş bir insandı. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde bütün Mekke müşrikleri, ilk defa karşılarında aşılmaz bir sur gibi Ebû Talib’i bulmuşlardı. Onu çiğneyip geçmeden Allah Resûlü’ne ulaşmaları mümkün değildi.
Allah Resûlü’nün hatırına bütün sıkıntılara göğüs geren, ihtiyarlık ve yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bir de üç senelik ambargo dönemine karşı kavga vermek zorunda kalan Ebû Talib, ölüm döşeğinde ve son nefeslerini vermektedir. Allah Resûlü fırsat buldukça onun yanına gelir ve ısrarla “Lâ ilâhe illallah” demesini ister ve: “De ki, ahirette sana şefaat edeyim.” der. Ancak o esnada Ebû Talib’in etrafını saran karanlık ruhlu insanlar, onun hidayetine mâni olurlar. O, son nefesini verirken: “Abdülmuttalib’in dini üzerine.” der ve –Allah bilir– gemiyi kaçırır. Allah Resûlü, hıçkırıklarını tutamaz, hüngür hüngür ağlar ve “Menedilmediğim müddetçe sana istiğfar edeceğim.” der. Ancak daha sonra gelen bir âyet, O’nun sinesinde kanayan bu ızdıraptan O’nu meneder.[17] O artık, Ebû Talib için istiğfar da edemeyecektir; zira âyet şöyle demektedir:
مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُوا أُولِي قُرْبَى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
“(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.”[18]
O’nun, Ebû Talib’in hidayeti hususunda ne kadar istekli olduğunu en iyi bilen insan Ebû Bekir’dir. Mekke fethinde, Allah Resûlü’ne iman ettiğini orada ikrar etmesi ve Resûlullah’ın mübarek elinden tutup musafahada bulunması düşüncesiyle yaşlı babası Ebû Kuhâfe’yi İki Cihan Serveri’nin yanına getirir. Gözleri görmeyen bu yaşlı insan, iman ettiğini ilan ederken, Ebû Bekir bir köşeye çekilir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Resûlü, niçin ağladığını sorunca da, mağara arkadaşı O’na şu cevabı verir: “Yâ Resûlallah, babamın hidayete ermesini çok arzu ediyordum ve işte Allah (celle celâluhu) ona bu hidayeti nasip etti. Ancak ben, Ebû Talib’in hidayetini, kendi babamdan daha çok isterdim. Çünkü onu Sen de çok arzu ederdin. Fakat ona hidayet nasip olmadı. İşte bunu hatırladım ve onun için ağladım.”[19]
Vahşî’yi Daveti
Allah Resûlü, nasıl amcası Ebû Talib’in hidayetini istiyor ve bu mevzuda ısrar ediyordu, aynı şekilde, öz amcası, Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşî’nin hidayetini de istiyor ve onun hidayeti için ısrarda bulunuyordu. İşte, konuyla alâkalı tarihin kaydettiği hâdisenin içyüzü: [20]
Allah Resûlü, amcasının kâtili Vahşî’yi doğru yola davet eder, birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslâm’a girmesi için Vahşî’yi yanına çağırır. Ancak Vahşî, gelen şahsa bir mektup yazar verir. Mektupta aşağıdaki âyet-i kerime yazılıdır:
وَالَّذِينَ لاَ يَدْعُونَ مَعَ اللّٰهِ إِلَهاً آخَرَ وَلاَ يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّٰهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ وَلاَ يَزْنُونَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَاماً * يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَيَخْلُدْ فِيهِ مُهَاناً
“Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyamet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır.”[21]
Vahşî, bu âyetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir: Sen beni Müslüman olmaya davet ediyorsun ama, ben, bu âyette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki, ben de Müslüman olayım?
Allah Resûlü, ikinci bir mektup daha gönderir. Bu defa mektuba şu âyeti yazar: إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْماً عَظِيماً “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur.”[22]
Vahşî, bu defa da, âyette affın kat’î olmadığını, meşîet-i ilâhîye bırakıldığını Resûlullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de O Şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir. Bu mektupta ise şu âyet yazılıdır: قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعاً إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[23]
Vahşî, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Resûlü’ne biat eder. O da artık sahabe arasında sayılacak ve sonuna “radıyallâhu anh” eklenmeden ismi anılmayacaktır. Ancak o, Hz. Hamza’nın kâtiliydi. Ne kendisinin ne de başkasının bunu unutması mümkün değildi. Vahşî, belki ahirette böyle bir günahın hesabını vermeyecekti. Çünkü o, cinayet günü Müslüman değildi ve İslâm’a girmesiyle de bütün geçmiş günahları affolmuştu.[24] Bu yönüyle tali’liydi.. ancak öldürdüğü insan da Hz. Hamza’ydı!..
Hamza ki, ormanda aslanların ödünü koparan bir efsanevî insanken Resûl-i Ekrem’in önünde dize gelmiş, Müslüman olmuş; hatta İki Cihan Serveri’nin tuttuğu aynı memeyi tutmuş olması itibarıyla Allah Resûlü’ne sütkardeşlik pâyesiyle de serfirazdı.[25] O, İslâm’a gireceği âna kadar Müslümanlar korku içindeydi. Hamza Müslüman olunca onların kükreyişleri, Arap Yarımadası’nı velveleye vermişti. Ve, işte vahşet içinde olduğu bir dönemde Vahşî, bu Hamza’nın kanına girmiş.. Uhud’da elinde taşıdığı tali’siz mızrağını Hz. Hamza’nın bağrına saplamıştı. Hayatı boyunca Allah’tan başka her şeye “ل” (Hayır) diyen Hamza, kendisine saplanan mızrak üzerine çökerken yine bir “ل” meydana getiriyor ve yere bir “ل” gibi yıkılıyordu ki; biraz sonra Allah Resûlü, onu uzuvları paramparça hâlde görecek, başucuna oturacak ve bir çocuk gibi ağlayacaktı. Şehitler yıkanmazdı; ancak Allah Resûlü Hamza’yı yıkadı ve âdeta su yerine de, kevserden daha kıymetli gözyaşlarını kullandı…[26] Evet, Allah Resûlü onun başında bu derece gözyaşı dökmüştü. İşte şimdi bu cinayetin kâtili Vahşî, Allah Resûlü’ne kanlı elini uzatmış biat ediyordu. Allah Resûlü’nün tebliğ anlayışına bakın ki, O, bu eli tutuyor ve Vahşî’nin İslâm’a girişini tebrik ediyordu. Zaten ısrarla Vahşî’yi bizzat kendisi davet etmişti.
Vahşî, iman ettikten sonra Allah Resûlü, onun kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı: “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen, tali’sizliğe itilmiş ben de vazifemi tam yapmamış olurum.”[27]
Vahşî, bir sahabi şuuru içinde Allah Resûlü’nün bu ricasına ve emrine asla muhalefet etmedi. Daima Allah Resûlü’nden uzakta durdu ve O’na görünmemeye çalıştı.[28] Ancak, her dakika ve her saniyesi de, Allah Resûlü’nden gelecek ikinci bir daveti beklemekle geçti. O, bir direğin arkasından Allah Resûlü’ne bakıyor, O’nun bakışını yakalamaya çalışıyor ve kendi kendine, “Acaba!” diyordu, bir gün gelir de bana: “Artık görünebilirsin.” der mi? Vahşî, o mutlu günü bekleyedursun, bir gün kendisine o müthiş ve acı haber ulaştı. Allah Resûlü, gurûb edip aramızdan ayrılmıştı. Vahşî, beyninden vurulmuşa döndü. Zira artık, kendisinin çağrılacağına dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
Vahşî’nin bundan sonraki günleri hep günahına keffaret aramakla geçecekti. Nihayet Yemâme harbi patlak verdi. Derhal Halid’in ordusuna girdi ve Yemâme’ye yollandı. Bu, onun için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. İslâm’ın en büyük bahadırlarından birini öldürmüş, bir günaha girmişti. Her ne kadar o günah affolsa bile, Vahşî’nin vicdanı, o günahın tesiriyle Cehennem gibi yanıyordu. Şimdi onun karşısında bir fırsat vardı: İslâm’ın en büyük düşmanı Müseylime’nin halledilmesi.
Vahşî, Hamza’nın bağrından çıkarıp sakladığı paslı mızrağını yanına alarak, Yemâme harbine katıldı. Harp günlerce sürdü. Müseylime ve ordusu, ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Bir ara, kaleden dışarı çıkıp kaçmak isteyen Müseylime, nöbet bekleyen bir sahabi tarafından görüldü. Onu gören sahabi, Vahşî’ye seslendi ve: “İşte Allah düşmanı gidiyor!” dedi. Bunu duyan Vahşî, hemen paslı mızrağı eline aldı ve aynen, seneler önce Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı gibi, bu defa da Müseylime’nin bağrına sapladı.[29] Onun attan düşüp yere yıkıldığını görünce, kendisi de secdeye kapandı. Gözyaşları içinde âdeta Allah Resûlü’nün ruhaniyatına hitaben: “Artık gelebilir miyim, Yâ Resûlallah!” der gibiydi…
Biz, Allah Resûlü’nün ona ne cevap verdiğini bilemiyoruz. Ama ihtimal ki, Allah Resûlü’nün ruhaniyatı da Yemâme’de hazır bulunmuş ve Vahşî’nin bu denli inkisar dolu yakarışı, O’nu da rikkate getirmiş ve yaptığı civanmertliği tebrik için de Vahşî’yi bağrına basmış ve “Artık bana görünebilirsin.” demiştir. Bilemiyoruz. Bu bir buud meselesidir. Bizim bu hâdiseyi nakledişimiz ise, Allah Resûlü’nün tebliği hakkında bir fikir verebilmek içindi…
Evet, görüyoruz ki, Allah Resûlü, en az babası kadar sevdiği ve yine en az öz kardeşi kadar üstüne titrediği Hz. Hamza gibi bir büyük ruhun kâtili için dahi bir rahmet oluyor. Vahşî’nin İslâm’a girmesi için, belki elli yolu deniyor ve Vahşî gibi bir insandan dahi bir sahabi çıkarıyordu. Acaba, O’ndaki tebliğ düşüncesi, O’nun tabiatıyla bütünleşmemiş, O’nun fıtratına yerleşmemiş ve ruhunun bir parçası hâline gelmemiş olsaydı, Allah Resûlü’nün Vahşî gibi bir insanı, ısrarla İslâm’a daveti hiç mümkün olur muydu? Hayır, O’nun bu tehâlükünde, tebliğin nebiye ait bir sıfat olma hakikati saklıydı. Bu itibarla da O, başka türlü davranamazdı.
İkrime’yi Daveti
İkrime’nin düşmanlığı, Vahşî’den de artıktı. O, İslâm’ın bizzat kendisinin düşmanıydı. Yani o, düşmanlığını şuurlu olarak yapıyordu. İkrime’nin neş’et ettiği evde bulunanların hemen hepsinde, İslâm’a karşı cibillî bir düşmanlık vardı. Evin reisi, Ebû Cehil’di. Ondaki cehalet, bütün haneye sirayet etmiş ve Ebû Cehil’in evi, o koyu küfür karanlığıyla âdeta gayya hâline gelmişti. O evde İslâm’a giren herkes, en ağır şekilde eza ve cefaya maruz kalıyor ve kat’iyen rahat bırakılmıyordu.
İkrime, sanki İslâm düşmanlığında babasıyla yarışır gibidir.[30] Babasının katıldığı hemen bütün hiyanet hareketlerine o da katıldı. Küfür gözünü kör etmişti. Mekke fethedildiği hâlde o hâlâ temerrüt ediyordu. Evet, niceleri, Mekke’nin fethiyle birlikte derhal Müslüman olmuş ve nur hâlesine girmişti ama, İkrime’nin husumeti devam ediyordu. Zaten o, Mekke fethi sırasında da Müslümanlara karşı kılıç kullanmış ve sonra da Yemen’e kaçmıştı…[31]
Ümmü Hakîm, İkrime’nin hem hanımı, hem de amcasının kızıydı. Bu kahraman kadın, sırf vefa borcunu ödemek için Yemen’e kadar gitti ve kocasını ikna ederek geriye getirdi. Ancak, İkrime’nin, Allah Resûlü’nün huzuruna çıkacak yüzü yoktu. Çünkü yapmadığı düşmanlık ve Allah Resûlü’ne reva görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştı. Geçtiği yollara diken serpilecekse, herkesten evvel o koşturmuştu; başına toprak saçılacaksa, en evvel bu işe o sahip çıkmıştı. Ancak Allah Resûlü hırsla İkrime’nin de hidayetini istiyor ve Vahşî’ye gösterdiği aynı hassasiyeti ona da gösteriyordu.
İkrime, İki Cihan Serveri’nin huzuruna girdiğinde, Allah Resûlü, kendine yakışır büyüklükle ona hitaben: “Ey hicret yolcusu Merhaba!” dedi. İslâmî mânâda hicret bitmişti; ancak, Allah Resûlü, onun uzak yollardan geldiğine telmih için böyle demişti. Bu cümle, İkrime’nin kalbindeki bütün buzları eritmeye yetti. Allah Resûlü’nün ellerine sarılarak O’ndan dua istedi: “Dua et, Yâ Resûlallah! Ve bütün yaptığım düşmanlıklar için benim namıma istiğfar et!” dedi. Allah Resûlü de, ellerini kaldırdı dua etti. İkrime coştu, kendinden geçti. Zira, hiç de böyle bir alâka beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü o âna kadar, Allah Resûlü’nü de herhangi bir insanla kıyas ediyor ve sıradan bir insanın yapabileceği muameleyle karşılaşacağını sanıyordu. O’ndan bu iltifatları görünce, bu zannında hata ettiğini anladı. “Yâ Resûlallah!” dedi, “Bundan böyle, Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum…” Ve Yermük’te sözünde durdu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı.[32]
İkrime, Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “Ağlama!” der, “Ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hâris b. Hişâm girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi!” İşte o zaman İkrime: “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Resûlü girdi.” der ve Allah Resûlü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Yâ Resûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” ve son nefesinde de: تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ âyetini[33] okur ve ruhunu Allah’a teslim eder. Âyet meal olarak şöyle demektedir: “Rabbim, beni Müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!”
Evet, Allah Resûlü’nde, insanların hidayete ermesi mevzuunda bir hırs vardı. O, tebliğde bir erişilmezliği temsil ediyordu. Binlerceye, yüzbinlerceye elini uzatıyor ve binlerceyi, yüzbinlerceyi aydınlık iklimine çekiyor; çekiyor ama yine de doyma bilmiyordu. Zira engin rahmetinden, herkesi istifade ettirmek istiyordu. Evet O, can düşmanı hasımlarına bile şefkat elini uzatıyor ve böylece peygamberlerdeki tebliğ sıfatının nasıl erişilmez bir ufuk olduğunu gösteriyordu.
3. Tebliğ Sancısı Uykularını Kaçırırdı
Bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’nün gözlerine doğru dürüst uyku girmedi. Çünkü O, bütün insanlığın derdiyle dertliydi. Evet, “Hayatında gözlerini yumup, rahat bir uyku uyumadı.” sözü ancak İki Cihan Serveri’ne isnat edilirse doğru olabilir; zira O’nun hayatı hep tebliğ içinde geçmiştir.
Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Resûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O’nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O’nun tenini incitmesin diye bazen bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o dırahşan çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu…
“En yakın akrabanı inzar et!” mealindeki وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ34 âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı ve onlara hitaben şöyle dedi: “Allah (celle celâluhu) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe illallah, demedikçe Allah katında, sizin için bir şey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahit olabilirim.”
O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Resûlü’ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebû Leheb konuşmuş –konuşmaz olsaydı– “Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?” demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti.[35]
Hz. Hatice’nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişti. Allah Resûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada “Acaba birkaç kelime bir şey anlatabilir miyim!” diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu.
Böyle meclislerden birini Hz. Ali (radıyallâhu anh) bize şöyle anlatır: “Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Resûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: “Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?” dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Resûlü’nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, yâ Resûlallah!’ dedim. Allah Resûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı.”[36]
Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Resûlü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O’na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da kalb sahibi insan bulmak, sanıldığı kadar kolay olmadı. Taif’te taşlandı, alaya alındı.[37] Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu.[38] Ne var ki, O’ndaki bu ciddî talep O’nu bir sürprizler âlemine çekiyor gibiydi ve öyle de oldu.
Kader O’nu Akabe’ye sürükledi ve bir kısım temiz insanlarla buluşturdu. Burada altı kişiyle tanıştı. Bunlar ertesi sene Akabe’ye on iki insan olarak geldiler. Allah Resûlü onlara bazı hususları tebliğ etti. Kendisine inanacaklarsa bu şartlar dahilinde inanmalıydılar… Onlar da Allah Resûlü’nün bütün tekliflerini tereddütsüz kabul ettiler. İki Cihan Serveri, onlarla beraber Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Mus’ab onlara dinlerini öğretecekti. Ertesi sene Mus’ab Akabe’ye yetmiş kişiyle beraber geldi. Bunlar da Allah Resulü’ne biat ettiler. Bu arada Hz. Abbas, onlara düşünerek karar vermelerini tavsiye etti ve böyle bir teklifi kabul etmenin, bütün cihanı karşılarına almak olduğunu onlara tafsilatıyla anlattı. İçlerinde dönen olmadı. En ağır şartlarda dahi Allah Resûlü’nü kendilerine tercih edeceklerine söz vererek biat ettiler.[39]
4. Sahabede Tebliğ Aşkı
Mus’ab, Mekke’nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi. Ancak İslâm’a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehit düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı.[40]
İşte Allah Resûlü’nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine’ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine’de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimî ve ihlâslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine’de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdeta karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es’ad b. Zürâre (radıyallâhu anh) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es’ad b. Zürâre henüz cuma namazı farz olmamasına ve daha Allah Resûlü de Medine’yi şereflendirmemesine rağmen, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara cuma namazı kıldırmıştı.[41]
Medine’de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus’ab’ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa’d b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da bir gün öfkeyle gelmiş ve Medine’de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. zira ona, Mus’ab’ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus’ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle bir şeyler anlatıyordu. Sa’d, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus’ab, ona şu teminatı verdi: “Evvelâ gel otur ve dinle! Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hoşlanmadığın bu şeye son verir, bir daha seni rahatsız etmem.” Bu sözler Sa’d b. Muaz’ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. [42]
Evet, Sa’d b. Muaz, Mus’ab b. Umeyr’in önünde diz çökmüş ve Müslüman olmuştu. O günün Medine’sinde, Ömer’in Mekke’de Müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa’d b. Muaz’ın Müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de mâkes bulan büyük bir hâdise oldu.
Görüldüğü gibi, Allah Resûlü, durmadan, dinlenmeden hak ve hakikatin neşrini yaptığı gibi, O’nun sadık çırak ve tilmizleri de aynı şekilde, cihanın dört bir yanına dağılmış ve hakkı neşretme vazifesini en seviyeli şekilde eda etmeye çalışmışlardı. Cihan, bu meşalelerin tutuşturduğu nurlu kalblerle apaydın olacaktı. Zaten Mus’ab’ı Medine’ye, Talha’yı Dûmetü’l-Cendel’e ve daha sonraki yıllarda, Berâ ve Halid’i Yemen’e sevk eden aynı duygu ve düşünce değil miydi?
Bazen bir sahabi gittiği yerde muvaffak olamazsa, Allah Resûlü, onların yerlerini değiştiriyor ve bu değişiklik de muhakkak surette, müsbet mânâda tesirini gösteriyordu. Meselâ, Halid b. Velid, irşad adına gönderildiği Yemen’de çok muvaffak olamadı. Allah Resûlü, daha sonra oraya Hz. Ali’yi gönderdi.
Berâ b. Âzib, bu hâdiseyi bize şöyle naklediyor:
“Halid’le günlerce Yemen’de kaldık; Ali gelinceye kadar kimse bize inanmadı ve saflarımıza dahil olmadı. Ancak Hz. Ali’nin gelişiyle her şey birdenbire değişiverdi. İnsanlar, bölük bölük İslâm’a girmeye ve Müslüman olmaya başladılar.”[43]
Evet, Yemen’de Hz. Ali muvaffak olmuştu. Zira onun Allah Resûlü’yle uzun bir geçmişi vardı. Ayrıca o, Hz. Hasan ve Hüseyin’den gelen altın halkanın ve kıyamete kadar gelecek bütün kutupların, mukarrabînin, evliyâ ve asfiyânın babaları durumundaydı. Bugün dahi, hak ve hakikat onların himaye kanatları altında temsil edilmektedir. Ve işte bu Hz. Ali, bütün Yemen’i, yürekleri eriten sözleriyle fethediyordu ki, gün gelip Veda Haccı’nda bunların hepsi gelerek İslâm’a iltihak edeceklerdi.[44]
[1] Buhârî, rikâk 50; Müslim, iman 374-375.
[2] Kasas sûresi, 28/56.
[3] Tayâlisî, Müsned, s. 3; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/29.
[4] Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/105. Benzer hadisler için bkz.: Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihad 105.
[5] A’râf sûresi, 7/61.
[6] A’râf sûresi, 7/60.
[7] A’râf sûresi, 7/62.
[8] A’râf sûresi, 7/67-68.
[9] Müddessir sûresi, 74/1-3.
[10] Müzzemmil sûresi, 73/1-4.
[11] İsrâ sûresi, 17/15.
[12] Kasas sûresi, 28/59.
[13] Nuh sûresi, 71/5-10.
[14] Buhârî, savm 20; Müslim, sıyam 55-61.
[15] Şuarâ sûresi, 26/3.
[16] Kehf sûresi, 18/6.
[17] Buhârî, cenâiz 81; Müslim, iman 39-40.
[18] Tevbe sûresi, 9/113.
[19] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 9/40; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/237-240.
[20] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 11/197.
[21] Furkân sûresi, 25/68-69.
[22] Nisâ sûresi, 4/48.
[23] Zümer sûresi, 39/53.
[24] اِنَّ الْإِسْلاَمَ يَجُبُّ مَا كَانَ قَبْلَهُ “İslâm kendinden öncekini (küfür ve günahı) keser atar.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/199)
[25] Buhârî, şehâdât 7; Müslim, radâ’ 11-14; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/45.
[26] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 3/142; Hâkim, el-Müstedrek, 2/130, 3/218-219.
[27] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 2/222; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/20; İbn Abdilberr, el-İstîâb, 4/1565.
[28] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/76-77; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7/370.
[29] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 4/1563-1564; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 1/178; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 6/268, 325.
[30] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 3/1082; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/538.
[31] Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/159-160.
[32] Hâkim, el-Müstedrek, 3/269-272.
[33] Yusuf sûresi, 12/101.
[34] Şuarâ sûresi, 26/214.
[35] Buhârî, tefsir (111) 1; Müslim, iman 348-356; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/74.
[36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/159.
[37] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/266-267.
[38] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/270 vd.
[39] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/276-292.
[40] Buhârî, cenâiz 28; Müslim, cenâiz 44.
[41] Ebû Dâvûd, salât 209; İbn Mâce, ikametü’s-salât 78.
[42] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/285.
[43] Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/197; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 2/369.
[44] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 5/120 vd.