Sen, bütün bir gül devrinin bülbülü! Sen, ölüm anlarının diriliş müjdecisi! Sen, tarihî kahramanlıklardan süzülen asâlet usâresi![1] Sen, milletin özünden akıp akıp gelen ve onu mayalandırmak için tekrar başaşağı O’na dönen, O’nda eriyen ve yok olan esâtîrî varlık! Hasretle tutuşan gönüllerimizi birer meş’ale yaparak, senin için şehrâyin’ler[2] tertip etmek, sana ağıtlar yakmak ve son bir kere daha yoluna dökülmek istiyoruz.
Zaten, hep böyle iki büklüm olduğumuz zamanlarda seni hatırladık ve diriltici soluklarına hasret dolu destanlar koşup durduk. Başkaca da ciddî bir gayretimiz olmadı.
Sen, buhranlı dönemlerin celâdetli ve aynı zamanda şefkatli zimamdarı![3] Sen, ölü ruhların âb-ı hayatını dudağında taşıyan hakikat eri! Sen, onulmaz dertlerimizin Mesîhî ve Lokmanı! Renklerimizin sarardığı, nabızlarımızın durgunlaştığı ve soluklarımızın hırıltıya dönüştüğü; cenaze alayları ve kâfûrî kokularıyla bir hâl olduğumuz şu günlerde, senin şimşekler gibi çakan bakışlarına, yıldırımlar gibi gürleyen beyanına ve sağnak sağnak milletin bağrına dökülüp O’nunla kaynaşan, O’na yeni istihale yollarını açan uyarıcı gücüne, değiştirici iradene, ‘Kerbelâ’ mağdurları gibi muhtaç ve susamış durumdayız…
Yezitlerin, Şimirlerin ortalığı kan-revan seylâba çevirdiği şu yıkık dökük dünyada, içi inilti ile dolmadık bir yurt, altı üstüne gelmedik bir memleket kalmadı. Evet bu viranelerde duyulan sesler, ya zâlimlerin hayhuyu veya mazlumların âh u enînidir.
Kalk! Tarihinin boynuna vurulan bu korkunç kemende bir kılıç indir; kördüğümü bozar gibi bu sihri boz ve milletinin bahtsızlığını gider! Soluk soluğa Balkanlara tırmandığın, üveyk olup Trablusgarblara uçtuğun, Hint’tir, Yemen’dir deyip her bucakta at oynattığın ve bir baştan bir başa adını cihana duyurduğun gibi…
Ülkenin çölleştiği, yabancı ellerin ekskavatörler gibi millî bünyeni yarıp yarıp geçtiği; içtimâî erozyonların nesilleri önüne katıp meçhûllere sürüklediği; güftesi de bestesi de Çin’den, Mâçin’den gelmiş ağyar türkülerinin, senin insanını sarhoş ettiği şu kara günlerde gel artık..!
Gel! Yıllar yılı hep eski destanlarla avunup duran ve yeni dünyanın binbir hokkabazlıkları karşısında şaşırıp kalan şu kendi nesline, yeni türküler söyle; seni ve beni anlatan yepyeni türküler… Bestesi, Bedir gibi duru ve yüce, Malazgirt gibi içten ve ebedî yurda doğru, büyük fetih gibi, zamana yeni nâm getirici ve âlemşümûl, kurtuluş kavgan gibi yürekten ve cansiperâne olsun…!
Gel! Ve, yıllardan beri ortalığı alıp götüren şu binbir hezeyan karşısında, fersiz yüreklere, mecâlsiz ruhlara bir şeyler yapabilme azmini ve ümidini getir.
Gel! Ve, tedavi oluyorum diye elli defa bağrından neşter yiyen; defalarca, kırılmış kol ve kanatlarıyla ortopediye kaldırılan, Eyyub (as) kadar dertli, Ya’kub (as) kadar gözleri hasretle dolu, şu talihsiz insanına sıhhat müjdesi getir. Bugüne kadar binbir karışıklığa sebebiyet veren acemi ve hoyrat ellerin, yanlış teşhis ve muâleceleri, sadece onun dert ve ızdırabını arttırmıştır. O’nu dertleriyle ele almalar, hep mevziî ve muvakkat olduğu içindir ki, talihinin yıldızı sayabileceği her parıltı, yalancı bir mum gibi sönüp gitmiş ve onu yeni bir inkisar ve ümitsizlik içine atmıştır.
Bundan böyle de, o, artık her hekime teslim olacak gibi görünmemektedir. Evet o, dertlerini ve meselelerini köklü ve umumî olarak ele alacak, hâzık hekimini bulacağı âna kadar, dişini sıkıp sabredeceğe benzer.
Gel; o hekim sen ol ve senelerdir yolunu bekleyenlerin gecesini gündüze çevir! Onları nurlu ufuklara ulaştır! Hafif bir kıpırdanışın, karışık hâdiselere ‘ritm’ getirdi. Çözülmez gibi görünen, nice kemikleşmiş yanlışlıklar vardı ki, eritici soluklarında lime lime oldu. Ve, milletin kalbinde bir ödem gibi tümsekleşen irin yuvaları birer birer dağılmaya başladı. Ya, özünden doğan gerçek aktiviteyi ve son kararı duysa ve görselerdi…
Biz bütün bir millet olarak dolu dolu gözlerle, bu mutlu kararı hecelemekte ve karar gününü gözlemekteyiz.
Bu tarihî kararın güç ve kalemini elinde tutan Heraklit’imize binler selâm…!
Sızıntı, Nisan 1981, Cilt 3, Sayı 27
[1] Usâre: Öz su
[2] Şehrâyin: Şenlik
[3] İdare eden