Nedir ki kalbi bir et parçası olmaktan kurtaran?” diye sordun kendine.
Ülkenden gelen haberler seni alt üst ediyor, masum insanların vahşi hücumlar karşısındaki savunmasızlığı, nerede olursan ol, hayatı senin için yaşanmaz hale getiriyordu.
Kâh gamsızlara içten içe küsüp darılıyor, kâh kendi dertsizliğinden utanıyordun.
Kâh şahitlik ettiğin hadiselerin dehşetiyle nefes alamaz hale geliyor, kâh hayata devam edebilecek kadar direnç toplamak için duymaktan ve görmekten kaçınıyordun.
Halden hale, renkten renge girip çıktın. Her halde farklı bir mana tecrübe ettin.
Esefle hatırladın, yolu hasbelkader hizmetle kesiştiği halde yolsuzluğu seçenleri. Vefasız dostları…
Sevdiğin bir şairin mısralarını tekrarladın:
“Gecede uyuduğumuz uyku değil/ Yediğimiz şey yemek değil/ Uyandığımız şey sabah değil”
Tövbe Edilesi Şükürler
Hapistekiler de, ülke sınırları içinde mahpus tutulanlar da büyük ölçüde uzlette sayılırlardı.
Asıl sorumluluğun, erken ya da geç, hicret edebilmişlerin üzerinde olduğunu düşünüyordun.
Âkif haklıydı. Belki insanı “dipdiri bir meyyit” haline getiren alçak bir ölümdü, geleceği karanlık görerek azmi bırakmak.
Mazlumların yüreğinden çıkan “âh” yangınları ile ülken tutuşmuş yanarken, “çok şükür, o yangından uzaklaştım. Ateş benim evime sıçramadı” diyemezdin. Bu ne utanılası, tevbe edilesi bir şükürdü…
Ne zaman huzur-u İlahide zalimleri Allah’a şikâyet etmek için ellerini açsan, vicdanın sana, “Zalimler bugün de boş durmadılar. Bugün de zulmü çoğaltmak için ellerinden geleni ardına koymadılar. Peki ya sen? İyiliği çoğaltmak, zulmü yeryüzünden söküp atmak için ‘bugün’ ne yaptın?” diye soruyor, sonra da hatırlatıyordu:
“Elin ayağın bağlı değil. Kalemin ve kelamın da…”
Yerin Durup Bekleyenlerin Yanı Olmasın İstedin
Durup düşünmenin karanlığından, faaliyetin aydınlığına doğru attın ilk adımını. Etrafında mağdurların yaralarını sarmak için günde iki üç işte çalışan fedakâr kardeşlerin vardı. Geleceğe dair ümitlerini en fazla da onların diri tutabildiklerini görmek cesaretlendirdi seni.
Çare üretme azmiyle yapılabilecek hiçbir işi küçük görmüyor, “Birlikte ne yapabiliriz?” sorusuna cevap bulmak için sık sık bir araya geliyorlardı. Kendi adlarına değil, ama başkalarının ihtiyaçlarını karşılama adına her kapıyı çalmanın lüzumuna inanıyor, başka şeylerle kirletmedikleri nöronlarını ciddi bir beyin aktivitesi için kullanıyorlardı.
Yerin, şikâyet edenlerin, kusur arayanların, kadere taş atanların ya da durup bekleyenlerin değil, onların yanı olsun istedin.
Bir tasavvuf terimi olarak “insaf”ın, yükü yarı yarıya paylaşmak anlamına geldiğini hatırlattılar sana.
“Empati”ye karşılık gelebilecek en doğru kelime “insaf” olmalı diye düşündün. Hem hapistekilerin, hem onların yakınlarının yerine kendimizi koyabilmek. Evine ekmek götüremeyen babaları, “himayesiz kadınları, ölüme terk edilen hastaları, intiharı düşünen ümitsizleri, anne ve babalarından kopartılmış çocukları teselli edecek bir yol bulmak.
Hicret ettiğimiz ülkeye adapte olabilme, dil, ev, eğitim, iş gibi temel sorunlar muavenet sorumluluğu ihmal edilmeden çözülmeli, korkularımız ve ihtiyaçlarımız kardeşlerimizle bizim aramıza duvar örmemeliydi.
“Şimdi”yi kaçıranlara kendi geçmişlerinden sadece pişmanlık kalacak” dedin, sarma sarıp yoğurt mayalayarak yara sarmaya çalışan ablaları, Uber yapan abileri seyrederken.
Eliflerin İttihadı
Üstadın söylüyordu, Allah için olan uhuvvet dairesindeki ciddi, samimi dayanışmanın çok kerametleri olduğunu.
Bu zamanın kerameti kardeşlikle ortaya çıkıyor, halis niyet ve samimiyetle omuz omuza vermiş elifler suretinde kendini gösteriyordu.
Dört kişi, tesanüd sırrıyla 1111 kıymeti alabiliyorsa hizmet-i imaniyede nicelik diye bir sorun yoktu artık. Cemaatin şahs-ı manevisi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilirdi.
Yama küçük, yırtık büyük olsa da, ihlasla, duayla ve niyetlerimizle açıklarımızı kapatabilirdik.
Yeter ki aramızda dayanışma ve yardımlaşma (tesanüd ve teavün) olsun.
En nihayetinde Rabbimiz bize hep umduğumuzdan daha fazlasını nasip etmiş değil miydi?..
Sorunu tekrar sordun:
“Kalbi bir et parçası olmaktan kurtaran nedir?”
Bu kez cevabın çok netti: Muavenet.
Cevabın netleşince duyguların da berraklaştı.
“Acz ve fakr” senin yolunun sırrıydı madem, “şimdi” sırra mahrem olma zamanıydı.