Namaz mü’minin miracı. Bütün ibadetlerin fihristi ve imanın ikiz kardeşi. Kulun Rabbine arz-ı halinin tecessüm etmiş hali. Abd ile Ma’bud arasındaki daimi münasebetin unvanı. O sebeptendir ki namazı hakkıyla kılmak (ikame etmek) her kulun en önemli meselesidir.
Efendimiz (sas) namazımızı salât-ı müvedda (son namazımızı kılıyor gibi) şeklinde eda etmemizi tavsiye buyurmaktadır. Rivayet edilir ki Hazreti Ali (ra) namaz vakti geldiğinde titrer, benzi sararırdı. Bu halinin sebebini soranlara “Göklere, yere ve dağlara arz edildiği halde yüklenmekten çekindikleri emanetin vakti geldi de ondan…” diye cevap verirdi. Zira “emanet”ten kastedilen kulluk, kulluktan kastedilen de namazdı. Namaza hazırlanırken mübarek dedesi gibi aynı halete giren İmam Zeynü’l-Abidin Hazretleri de bunun sebebini etrafındakilere “Kimin huzuruna çıkacağımı bilmiyor musunuz?” diyerek anlatırdı.
“Gafillerden Olma!”
Namazda huşû olarak da ifade edebileceğimiz bu durum, namazın olmazsa olmazıdır. Huşû “mü’minin kalben Allah’a karşı saygı, ürperti ve temkin içinde bulunması, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı bir düşünce ve tavır içine girme endişesiyle tir tir titremesi” olarak ifade edilebilir. Rabbimiz “Sakın gafillerden (beni unutanlardan) olma!” (A’râf, 7/205) emriyle biz kullarını ikaz ederken, “Beni zikretmek için namaz kıl!” (Tâhâ, 20/14) emriyle de namazı en büyük zikir olarak tarif buyurur. Demek ki kulu gafletten (Allah’ı unutmaktan) kurtaracak en mühim vesile namazdır.
İmam Gazalî Hazretleri, “Nice namaz kılan vardır ki namazından ona kalan sadece yorgunluk ve uykusuzluktur…” hadisinde kastedilenin böyle bir gaflet ve huşûsuzluk olduğunu söyler. Çünkü namaz kılan kişi namazı esnasında doğrudan Allah Teâlâ ile münasebettedir ve halini O’na arz etmektedir. Böyle ulvî bir münasebetin ve teveccühün lazımı olan ciddiyet ve derinlikten haberi olmayan birinin kulluğun esas maksadı olan kurbiyeti (Allah’a yakınlık) elde edebilmesi mümkün değildir.
Elbette ki bu ifadeler gafletle kılınan namazların kabul olunmayacağı manasına gelmez. Zahiri şartları yerine getirildikten, ta’dil-i erkâna riayet edildikten sonra namazın kabul olacağı Rahmet-i İlâhî’den ümit edilir. Burada kastedilen, Muhterem Hocaefendi’nin “iç ta’dil-i erkân” olarak ifade buyurdukları huşû ve hudû’dur. Allah’la muhatap olurken O’ndan habersiz olmak büyük bir çelişkidir ve kulun en mühim ve öncelikli meselesi bu çelişkiyi izale etmektir.
Huşû Namazın Ruhudur
Ebû Davûd’un Süneni’nde yer alan bir hadiste Nebiler Serveri (sas) “Kulun namazdan nasibinin, namazı idraki kadar olduğunu” ifade buyurmaktadır. Namazı idrakten kastedilen ise huşû’dur. Çünkü namazın sırrını bilen, gafletin ona ters olduğunu da bilir. Bu sebeple huşû ve hudû namazın canı ve ruhu mesabesindedir.
İmam Gazâlî Hazretleri namazın hayatiyetini ve diriliğini tamamlayan, huşû’u temin eden bâtınî manaları altı kelimede özetler:
Kalb huzuru: Bundan maksat, kulun namaz esnasında namazın, kıraatin ve okuduğu duaların dışında her şeyden kalben uzaklaşması ve Huzur-u İlâhî’de bulunduğunun şuurunda olmasıdır.
Tefehhüm: Anlamak manasına gelen bu tabir, kalb huzurunun ötesinde bir manadır. Kalb bazen lafzın manasıyla değil de mücerred lafızla beraber olur. Bu kavramdan maksat kalbin, dilin okuduğu lafızların manasına nüfuz etmesidir.
Ta’zim: Kulun namazda Hak Teâlâ ile muhatap olduğunun idrakinde olmasıdır. Bu ise bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın azametini, kudretini ve gınâsını düşünmekle, diğer taraftan da kendi aczinin, zaafının ve fakrının farkına varmakla mümkün olabilir.
Heybet: Bu ifade, kaynağı ta’zim olan korkuyu anlatır. Ancak bu korku azaba uğramak endişesinden çok, Huzur’un âdâbına riayet edememek ve Yüce Yaratıcının hakkı olan hürmeti ortaya koyamamak kaygısından kaynaklanmalıdır.
Recâ: Namaz esnasında Rabbimizin hoşnutluğunu ve rızasını kazanma ümidiyle dolu olmaktır.
Hayâ: Utanma manasındaki hayâ, kulun bir türlü sıyrılamadığı günahlarını hatırlayıp onların mahcubiyetiyle Huzur-u İlâhî’de iki büklüm olmasıdır.
Her insanın namazdan nasibi yukarıda bahsi geçen bu duyguları ne kadar yaşadığıyla doğru orantılıdır. Bu manaların her biri iç ta’dil-i erkân olarak öğrendiğimiz huşû’nun tezahürleri veya vesileleridir. Huşû ise tamamen bir kalp amelidir ve kalpler nazargâh-ı ilâhîdir. Allah kullarına, şekil ya da suretlerine göre değil, kalplerine göre değer verip muamele eder.