Çeşitli yönlerden esen rüzgârların tesiriyle, sağlam bir temel ve köke bağlanamıyanlar; sağa-sola eğilip bükülürler. Telkinlere göre, bazan ilim adına, bazan yenilik adına farkına vararak veya varmıyarak çok zararlı işler yaparlar. Evet ihtisaslarının zevkine varamamış, sırrına erememiş bazı matematikçiler gibi, bazı dilciler de; mevzularını kuru, tatsız, somurtkan durumlara sokarlar; mesleklerini her türlü estetikten, elâstikiyetten mahrum çirkin hâllere götürürler; problemlerini güya kendilerinden başkalarının çözemiyeceği sahte güçlükler içinde, çok abus gösterirler. Gün gelir, dilde olgunlaşıp güzelleşen anne kelimesini ana; elmayı alma; elâyı ala; inancı yinaç; Selçuku selçik; Merâli Maral yaparlar. Hatta başka dilden geldiğine bakmıyarak, kemâl’i bile kamal yaparlar. Bunun adı da büyük ses uyumuna uymak olur.
Gün gelir, Arapça-Farsça asıllı Türkçeleşmiş kelimeleri atarlar; ama bakarsınız, frenkçe kelimeler istilâ etmişçesine dilin içine yığılır. Gün olur, dilimizle alâkası olmayan -sel ve -sal ekleri ilâve edilir. Ama asırlardır dilin özüne giren; ilmî, insanî, kitabî gibi mensubiyet ekleri sökülüp atılır. Ortalığı “—sel” alır; “—sal”‘larla da kurtulamayız.
Gün olur, Arapçaya yapılan düşmanlık kadar frenkçeye de düşman kesiliriz. Gün olur, aynı silah geri teper; “Güneş-Dil Teorisi” ile, “Belletenler’de”: Adet, dakika. derece, fark hacim, hal, hâtâ, hesab, huzme, hüküm, ifâde, ihtâr, ilim, meselâ, işâret, kuvvet, mâden ve başkaları gibi; daha pekçok kelimenin, aslında Türkçe olduklarının isbatı için sayfalar, kitablar dolusu makaleler yazılır. Aynı “Belleten’lerde”: Aksiyon, aritmetik, baskül, formül, geometri, grafik, harmoni, ıskonto, kapital v.b. gibi frenkçe kelimelerin bile Türkçe, hem de ne kadar Türkçe olduğu, yine sayfalar dolusu yazılarla isbata çalışılır.
;Şimdi insan bunu görünce, Refik Halid’in, Ago Paşanın Hatıratı’nı hatırlıyor. Orada “Ago Paşa” isimli bir papağan, başından geçenleri şöyle anlatıyor:
Bir zamanlar bir kuşçu dükkânında tâlim ve terbiye gördüm. Karşımızdaki bahçenin adına (Millet Bahçesi) derlerdi… Bunu, gelip-geçenlerden işite işite ezberledim; iki de bir: —Millet Bahçesine gidelim! diye lüzumlu lüzumsuz haykırırdım. Bilmem ne oldu ki, bir gün dükkâna iki polis girdi; beni göstererek sâhibime hiddetli şiddetli emirler verdiler. Zavallı dükkâncı:
“— Kuş’tur, aklı ermez; ne söylerlerse onu tekrar eder! diye itirazlar etti; ve onlar gider gitmez yanıma koştu: — Allah belânı versin! diye haykırdı, beni sürdürecek misin? Bir daha Millet kelimesini ağzına alırsan dilini koparırım, anladın mı? Orasının adı bundan sonra (Belediye Bahçesi), söyle bakayım tekrar et!…
Beni bir konağa verdiler. Yeni bir derse başlamıştık: — Yaşasın hürriyet! Bu ne demekti, kuş kafamla bunu idrak edemezdim. Fakat bakıyordum, konakta da kimsenin henüz anladığı yoktu. Neyse, benim vazifem bilir-bilmez, anlar-anlamaz herkes gibi: — Yaşasın hürriyet! diye bağırmaktan ibaretti. Haftasını geçmemişti; konağın balkonundan caddeden geçen halka her zaman olduğu gibi: — Yaşasın hürriyet! diye haykırıyor, birçok takdirlere nâil oluyordum.
Bir akşam; kendiliğimden, sokaktaki nümayişçilerden koparak: —Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver! diye bağırınca, zavallı efendimin sevincinden(!) üzerine bir fenalık geldi, biraz ayılınca: — Sabahtan tezi yok, hemen Ago Paşayı İttihad ve Terakki merkez-i umumisine hibe ediyorum, bana yine selâmet kapısı açıldı! diye söyleniyordu. Nitekim öyle de oldu. Hürriyet beni de girdiğim konaktan seneler sonra çıkardı, beni de refah ve sükundan ayırarak mâcera ve hâdisâta kaptırdı. Ah bu merkez-i umumi!.. Bereket ki, üç gün kaldım. Kaba, hantal, şivesiz bir sürü adam, kafesimin önünde toplanıyorlar: —Aha! Kuşa da bak, ne hürriyet-perver! Bre kuşlar bile bizi takdir için dile geldiler, ne muvaffakiyet! diye söylenirlerdi. Orada da kapıya devamlı gelen nümayişçi heyetlerden: — Yaşasın cemiyet! demeyi öğrendim. Koyu bir İttihadcı olmuştum.
Merkez-i umumiden beni, bir nüfuzlu zâtın evine gönderdiler. Balkona asılı, devamlı “— Yaşasın hürriyet! Yaşasın cemiyet! Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver! diye haykırıyor, başıma yüzlerce adam topluyordum, yine sahibimin keyfi yerinde idi: — Verin Ago Paşaya Şamfıstığı! diyor, beni takdirlere gark ediyordu. Bu minval üze-re yedi ay geçti, geçmedi; bir sabah, ben balkonda lâtif bir mart güneşine karşı: —Yaşasın İttihad ve Terakki! diye gırtlağımı yırtarcasına haykırırken odaya Efendim pür-telâş girdi:
— Susturun şu kuşu, şu mel’un kuşu, beni öldürtecek, evimi yağma ettirecek! diye bağırdı. Hemen koştular, kafesimi balkondan aldılar, en alt kata indirdiler, üzerime de demir kapıyı kapadılar.
Zifiri bir karanlık.. Acaba ne olmuştu, ne yapmıştım; suçum, günahım neydi, bilmiyordum. Sonra anladım ki, “Yaşasın hürriyet! ” modası geçmişti.
Beni tekrar kuşbaza verdiler. O akşam yeni bir derse başladık. Bu dersi, bu yeni parolayı da zabtetmiştim; kuşçunun dükkânından, dışarıda havaya silâh sıkan âsi askerlere hitaben ben de onlar gibi haykırıyordum. Bu sefer de neferler karşıma geçip: — Kuşa bak, dili bize uygun! diye şaşıyorlardı.
Bir sabah övülmek, mükâfatlanmak ümidi ile: — Yaşasın..! der demez, kuşbazım koştu: — Sus bre münâsebetsiz kuş! Beni mürteci diye astıracak mısın? Çeneni tut, yoksa gaganı koparırım! diye üzerime yürüdü. Derhal sustum, içimden: — Allah Allah! diyordum, bu ne kararsızlık, ne döneklik, devamlı dil değiştirip duruyoruz; bir takdir, bir tevbih göre göre anamdan emdiğim süt burnumdan geldi!
Dükkâncı ertesi gün, top sesleri arasında bana yeni dersimi takrir etti: —Yaşasın Mahmut Şevket Paşa! diye hep haykırıyor, kanat çırpıp âzami hürriyet-perver heyecan ve neşesini gösteriyordum. Bu gayretim sayesinde nihayet Yıldız yağmacılarından ve Hareket Ordusu erkânından birine satıldık, rahata konduk. İri bir gramafonları vardı, çalına çalına ben de:
— Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket Ordusu! türküsünü ezberlemiştim; yeni sahiblerimin takdirleri arasında daima tekrak eder dururdum. Fakat, ne kadar da olsa ser’de kuşluk var, bu türkünün arkasından da sokaktan geçen bir satıcının taklidini yapardım: — Lahana Turşusu! diye bağırırdım.. Binaenaleyh o türkü acaib şekle girdi:
— Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket Ordusu! Lahana Turşusu!
İşte bu münasebetsizliğimin cezasını çektim, gayet mutaassıb bir İttihadçı Zâbit olan ve bizzat Hareket Ordusunun başında bulunup o sayede Yıldız mücevheratının başına konan efendim, bu alaylı türküyü işitince:
— Vay müstebid, muhâlif, mürteci kuş seni! deyip de tabancasını çekmesin ve üzerime silâhını boşaltmasın mı? Bereket ki, toplayıcı olduğu kadar atıcı değilmiş, ancak iki metre ötedeki bir çalınmış vazoya isâbet ettirebildi. Hemen beni gözünün önünden kaldırdılar.
Artık ben, İttihadçıların nazarında, bir muhalif, bir mürteci sayılıyordum…
Şayet Hürriyet ve itilâf erkânından birisi, kendilerine mensubiyetimi duyup, derhal beni satın almasaydı; bulunduğum evde açlıktan helâk olmam muhakkaktı. Yeni sahibim, her akşam kafesimin başına gelir, bana:
— Haydi Ago Paşa, şu “Kimdir onlar?” türküsünü çağır bakalım! derdi. Derhal terennüme başlardım; adamcağız keyfinden bayılırdı; meğerse Hareket Ordusu girdiği zaman onu da zindanlara sokmuşlar, divân-ı harblere sürüklemişlerdi. Şimdi bana bu tezyifkâr türküyü söyleterek hıncını çıkarıyordu. O esnada Arnavutluk vak’ası olmuş; Büyük kabine, Bâbıâliye oturmuştu. Binaenaleyh işim gücüm, artık: — Yaşasın Kâmil Paşa! diye haykırmak olmuştu. Muhalif efendim, bu âvâzemden o derece memnun oldu ki, ortasında mor bir yeni dünya sallanan yepyeni bir san kafes aldı; ayçiçeğini de şamfıstığı ile değiştirdi. O günlerde bir vilâyete tayin olunmak üzere bulunuyordu, neşesine pâyan yoktu. Fakat bir sabah, her şeyden habersiz salonda ben: — Yaşasın Kâmil Paşa!
Diye haykırırken ne olsa beğenirsiniz? Efendim, yanıma her tarafı tir tir titreyerek, sapsarı, sakalı bıyığı karışmış bir hâlde girdi:
— Sus budala kuş! Beni tekrar divân-ı harblere mi sürükleyeceksin? Diye bağırdı. Ah! Kendiliğimden dilim olsa da ona şöyleçıkışsaydım:
“Behey adam, sizin hiçbir işte sebâtınız yok mudur? Daha dün (söyle; diye yalvarıyordun, bugün (sus!) diye haykırıyor-sun… Ben ne diyeceğimi şaşırdım, sen de ne yapacağını bilmiyorsun! Budala, ahmak, dönek, münâsebetsiz hep sensin, sizsiniz bütün insanlar!
Muhâlif değil mi? Ondan pervam yoktu, ne vurabilir, ne dövebilirdi.. İnadıma haykırdım:
— Yaşasın Kâmil Paşa! Biçare adam munis bir sesle şöyle söyledi:
— Yavrum, ille (yaşasın) diye bağırmak istiyorsan bari bir kârlısını bağır, (yaşasın Mahmut Şevket Paşa!) de.. Zira yine o geldi, hem de sadrazam olarak…
Onun bu kadar çabuk dönüp geleceğini ben nereden tahmin edebilirdim. Bir zaman da tekrar (Yaşasın Şevket Pasa!)lara devam ettim. Bir akşam yine öyle bağırıyordum, efendim ağzı kulaklarında içeri girdi:
— Ago Paşa, senin duan makbul olmadı. Şevket Paşayı vurdular! Dedi. Ben açıkgözlülük yapmak istedim:
— Yaşasın Kâmil Paşa!
Diye bağırdım, hoş düştü amma bu gevezeliğim ertesi günü bizim efendinin Bekir Ağa bölüğüne tıkılmasını, sonra da Sinop’a gönderilmesini icabettirdi. Komşulardan bir İttihadçı, bire bin katarak ve “Efendi ile kuş tâ be sabah şenlik yaptılar!” diyerek bizi divân-ı harbe ihbar etmişti.
İşte bu tarihten itibaren artık rahat yüzü görmedim. Filvaki tekrar bir İttihadçı evine satılmıştım, bol gıda alıyordum; lâkin hemen hemen her tarafta yeni bir (Yaşasın!) öğrenmeğe mecburdum; zira Harb-i Umumi patlamıştı: — Yaşasın harp! Dedim. Derken Alman muzafferiyetleri şuyu’ buldu.
— Yaşasın Hindenburg! Demeyi belledim. Arkasından Enver Paşayı medh icabetti:
— Yaşasın Enver Paşa! Diye haykırdım Kanal seferleri çıktı, arasıra:
— Yaşasın Cemal Paşa! Diye bir bağırmak lâzım geldi. Daha sonra mağlubiyetlere sıra geldi.
— Yaşasın zafer-i nihâi! Avâzesiyle milleti teselli ve teheyyüç iktiza ediyordu. Haykırmaktan gırtlağım iltihablanmıştı. Üstelik bir de:
Asker olacağım ben!…
Türküsünü öğrenmek mecburiyetinde kalmayayım mı? Daha kötüsü, yeni Efendimizin bir zübbe kızı vardı, Türkçe şiirlere meraklıydı, tutup da bana Mehmet Emin Beyin asarından ve tatsız, şivesiz, birtakım manzumeler ezberletmeye kalkışmasın mı? Kendi kendime:
— Ah, diyordum; neymiş o otuz üç senelik mes’ud devir! Yalnız bir cümle öğrenmiştim bir (yaşasın!)… Fakat ne becerildi, ne feyizli, ne hassalıymış! Bakıyorum şimdi her yeni (yaşasın); memleketin birkaç vilâyetine, birkaç milyon ahâlisine oluyar. Fakat derdini kime anlatırstn?-Ben ahvâlin fenalığını şu papağan aklımla kafesimin ardından görüyordum da, sizler gezip tozmakta hür olduğunuz hâlde insan zekâsıyla bir adım ilerisini seçemiyor, sezemiyordunuz… Artık memlekette ne Şamfıstığı, ne Arabistan fıstığı kalmıştı; ayçiçeği tohumu bile nadirâttandı. İnsanlar ekmek diye süpürge tohumu, saman, toprak yerken; benim fıstık istemekliğim münâsebetsiz olmaz mıydı? Binaenaleyh ne bulursam yutmağa mecbur kalıyordum; zayıflamış, sersemleşmiş, neşesizleşmiştim:
— Yaşasın zarfer-i nihâi! Diye hay kırıyordum amma, doğrusu içimden:
— Yaşasın sulh! Demeği arzu ediyordum. Galiba bütün millet de benim gibi düşünüyordu.. Sulh, beni Amerikan fıstığına kavuşturacaktı,nasıl istemezdim? Darı ve mısır yemekten bağırsaklarım kurumuştu… Tam o sırada talih imdadıma yetişti, bir harp zenginine, iki çuval şeker mukabilinde satıldık! Baktım ki harp, gayet iyi bir şeymiş.. O ne bolluk, o ne israf, o ne hayattı? Asıl şimdi, hem de can u gönülden:
— Yaşasın harp! Diye haykırıyordum; harbin faydalarını bizzat görmüş, nimetlerine garkolmuştum. Zira kim bilir nerelerden, ne bahasına bana her cins fıstık celbolunuyor; önüme kutu kutu şekerlemeler serpiliyordu. Yedikçe yedim, şiştikçe şiştim ,dilim öyle bir açıldı, öyle bir cuş u huruşa geldim ki:
— Yaşasın Hindenburg! Diye haykırdığım zaman, yedi mahalle âvâzımdan tâciz olurdu: içimden müthiş bir harp taraftarlığı, bir vatanperverlik, bir hamiyet taşıyordu ki, ancak günde yüz kere:
— Yaşasın zafer-i nihâi! Diye bağırmakla kendimi, ateşimi ve heyecanımı teskin edebiliyordum. Aksi gibi bu saadet de uzun sürmedi; bir sabah harp zengini, odama şaşkın bir hâlde girdi:
— Mütâreke oldu, harp bitti, ben de bittim!
Diyerek, bir boş şeker çuvalı gibi yere çöktü. Ben bilir miyim, teselli için: — Yaşasın Enver Paşa! Yaşasın Hindenburg! Diye bağırmağa başladım. Sahibim:
— Allah ikisinin de belâsını versin; ne vardı dört yılda mağlub olacak.. Ne âciz, iktidarsız heriflermiş; iki yıl daha dayanamazlar mıydı? Diye söyleniyor, küfürler ediyordu. Beni o hiddetle bir mütekâid Paşaya hediye gönderdiler; adamcağız vaktini entari arkasında, köşe penceresinde gazetesini okumakla geçirirdi: hem de yüksek sesle… Nihayet ben de ezberimden okumağa başladım:
— Hinoğlu hinler! Zırtapozlar! Çanak yalayıcılar!
Zannediyordum ki artık (yaşasın) devri hitam buldu; hep böyle atıp tutacaktık.. Meğerse kaderimde yine (yaşasın) diye bağırmak varmış… Geçen yıl satıldığım bu evde, ömrüm bir aralık:
— Yaşasın Kuva-yı Milliye! Demekle geçti. Sonra sustular, böyle bağırmak yasak olmuştu. Altı aydan beri tekrar müsaade edildi. Binaenaleyh şimdi son nakaratım bu… İnşâallah, hayırlısıyle bir de can u yürekten:
— Yaşasın musâlâha!
Demeğe muvaffak olurum; ondan sonra ölsem de gam yemem!
Hizmetten | Safvet Senih