Bizim yetiştiğimiz dönemlerde gerek Kur’an gerekse hadisler, tarihi arka planlarından bağımsız bir metin olarak okutulurdu. Şimdi de farklı olduğunu düşünmüyorum. Aile içi ve çevresinde, Kur’an kursunda ve lise hayatım boyunca çeşitli çevrelerden aldığım dini eğitim ve öğretim hep bu felsefe, bu zihniyet, bu anlayış ve bu sistem üzerine kuruluydu. Ankara İlahiyat sıralarında öğretime başlayıncaya kadar Kur’an’ın nazil olduğu toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, dini yapısı hakkında genel bir fikrim olmadığı gibi ne bir ayetin sebebi nüzulü ne de bir hadisin sebebi vürudu adına zihnimde iz bırakacak bir bilgiye de sahip değildim. Bugün bile hafızamı zorlayıp geriye doğru düşündüğümde, İslam’ı yüceltmek adına Cahiliyye’yi kötüleme üzerine kurulu zihniyetin anlattığı, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüldüğü, zinanın açıktan yapıldığı vb. şeylerden başka bir şey hatırlamıyorum. İmam-Hatip’te okumadım. Lise mezunu olmamın bunda bir rolü var mı bilmiyorum ama dini sohbetlere yoğun olarak katılmanın yanı sıra merhum Tahir Büyükkörükçü’den Ahmet Vanlı ve Timurtaş Hoca’ya kadar nice meşhur vaizlerin vaazlarını sürekli olarak dinleyen bir alt yapıya sahiptim. Tavşanlı’da da müftü Rıza Deniz, vaiz Kamil Turhan ve Ahmet Yaşar Çakmak vaazlarını çok sık dinlediğim isimler arasındaydı. Buna rağmen netice değişmiyor; ben ve benim neslim ayet ve hadislerin tarihi arka planına ait yeterli bilgiye sahip değildik.
Ankara İlahiyat yıllarımın başlangıcında öğrendiğim şeyler bana bu zihniyetin ve sistemin yanlışlığını düşündürdü. İsimlerini anmasam haknâşinaslık yapmış olurum. Neşet Çağatay hiç dersimize girmedi ama onun “İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı” çalışmasını Hüseyin Gazi Yurdaydın gibi duayen bir hocadan ders kitabı olarak okuduk. Mustafa Fayda o günlerde doçent ünvanına sahipti ama doktora konusu Hz. Ömer dönemini anlatırken hemen her bir hadiseyi Cahiliye dönemi ile irtibatlandırması bende şok etkisi yaratmıştı. Nesimi Yazıcı “İlk Türk İslam Devletleri” kitabını din-tarih birlikteliğini sürekli nazara vererek ders olarak okutmuştu. Mezhepler tarihinde Sabri Hizmetli, Hasan Onat’ın anlattıkları şeyler de hep Cahiliyye’yi bilmekle anlam kazanıyordu. Hariciler, Şia, Cebriye, Mu’tezile, Maturidi, Eş’ari dedikleri her yerde Cahiliye dönemine kadar uzanmaları ve sözü edilen görüşlerin tarihi kökenlerine işaret etmeleri ufuk açıcıydı. Kelam’da Hüseyin Atay, M. Said Yazıcıoğlu, Hadiste Talat Koçyiğit, Mehmet S. Hatipoğlu, Mehmet Şimşek, Müçteba Uğur ve tefsirde İsmail Cerrahoğlu, her ikisi de merhum olan Salih Akdemir ve Mevlüt Güngör, fıkıhta Abdülkadir Şener, merhum İbrahim Çalışkan gibi hocaların anlattıkları şeylerin eninde sonunda gidip vardığı son durak Cahiliyye dönemi oluyordu. Bütün bunlar sonucu zihnen öyle bir noktaya gelmiştim ki Cahiliye tam anlamıyla bilinmeden İslam bilinemezdi, Kur’an ve sünnet hakiki manasıyla anlaşılamazdı.
Bugün de farklı düşünmüyorum hatta daha ötesini bile söyleyebilirim. İslam’ın doğru anlaşılması için Cahiliyye dönemi -doğru isimlendirme ile İslam öncesi Arap toplumu- siyasi, ekonomik, dini, kültürel, askeri bütün yönlerinin birlikte ele alındığı müstakil bir disiplin olması gerekir. Bu disiplinin ortaya koyacağı çalışmaların Kur’an Kurslarından, İmam Hatip liselerine, İlahiyat Fakültelerinden yaygın eğitimin parçası olan halk sohbetlerine kadar her yerde anlatılması şarttır. Hatta bir adım daha ileri giderek; nasıl müçtehidin ele aldığı meseleyle alakalı hükme varırken içinde yaşadığı dünyanın ve toplumun dini, psikolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel arka planının bilmesi, vereceği hükmün bu alanlardaki yansımalarını hesaba katabilmesi gerekir, aynen öyle de o müçtehidin ister hüküm istibatında ister içtihadi hükmünü genel prensipler bağlamında onaylatmak için müracaat ettiği ayet ve hadisleri doğru anlamlandırabilmesi için İslam Öncesi Arap toplumunu bütün yönleri ile bilmesi elzemdir. Dikkat ederseniz bir alet ilmi olarak derinlemesine Arapça bilgisi yeterlidir demiyorum. Bu zaten olmazsa olmaz. İsterseniz İslam öncesi Arap toplumunun bütün yönleriyle bilinmesini müctehidin içtihad yapabilme yeterliliği adına ileri süren şartlara ilave olarak da düşünebilirsiniz. Evet, aynen böyle diyorum. Nasıl içinde yaşadığı dönemin şartlarına vakıf olmayan kişi müçtehid olamazsa, İslam öncesi Arap toplumunu bilmeyen bir kişi de müçtehid olamaz ve olmamalı. Çünkü ayet ve hadislere, gelenek içinde yerini alan içtihadi hükümlere doğru anlam veremez o kişi.
Erken dönemlerde müçtehitlerin bunu içtihat yapmak için bir şart olarak ortaya koymamasının nedeni anlaşılabilir. İlk üç asır ve genelde Hicaz havzası içinde hayatlarını sürdüren insanların sosyal hayat şartlarının bir nispette ayniliği, ayet ve hadislerin nüzul ve vürud sebeplerine şahit ve vakıf sahabe ve tabiin neslinin varlığı buna ihtiyaç bırakmamış olabilir. Ama bugün biz, tam 15 asır ileride, bambaşka bir kültür ortamında ve Arapçamız da ana dilimiz olmadığı halde hayat sürüyoruz.
Özetleyeyim; İslam öncesi Arap dünyası bir medeniyet tarihçisi gibi tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bilinmeden İslam’ın ne nüzul toplumuna “ne dediği” ne de bugün bize “ne demek istediği” ve “ne mesaj verdiği” tam anlamıyla anlaşılamaz. İslami ilimler adı altında Kur’an, sünnet, hadis, kelam, fıkıh eğitimi verilirken, söz konusu eğitimin aradan geçen 15 asır içinde kemikleşen klasik metinleri üzerinden verilip tarihi arka planlarına gidilmemesi, sosyal, kültürel, ekonomik şartların bir bütün halinde mütalaa edilmemesi, tarihi ve kültürel bağlamda arkeolojik ve antropolojik kazıların yapılmaması İslam’ı daha anlaşılır kılma yerine daha da anlaşılmaz kılacaktır. Böylece sorunlara çözüm bulmak için müracaat edilen din bizzat sorunun kendisi haline gelecektir. Bu yüzden son dönemlerde akademik ve popüler düzlemde Cahiliye dönemini çalışan insanların çoğalması, kitapların yayınlanması, TV konuşmaları, gazete makalelerinde sık sık o döneme vurguların yapılmasını çok faydalı ve anlamlı buluyorum.
Önümüzdeki bir ya da iki yazıda şu ana kadar dile getirdiğim düşünceleri bir örnek üzerinden açıklayacağım. Örnek, “Lî ilâfi Kureyş” diye başlayan ve hemen her Müslümanın ezbere bildiği “Kureyş” suresinin manası olacak. Kur’an meallerine baktığımızda bu kısa süreye yapılan lafzi tercümeler genelde birbirinin aynısıdır. Fakat asıl önemli olan Kur’an’ın nüzul çağından 15 asır sonra yaşayan ben, tercümeden ne anlıyorum? İşte asıl soru bu. Bu anlam benim zihnimde, hayalimde nasıl bir manzaranın çağrışımına sebebiyet veriyor? Beni 15 asır öncesine götürüp Kur’an’ın ilk muhataplarına ne dediğini anlamama yardımcı oluyor mu? O tercümeden bugüne intikal edip bana ne mesaj verdiği konusunda bir fikre sahip oluyor muyum? Ve sıradan bir mümin olarak namazda bu sureyi okurken o anlamla ve o mesajla bütünleşip hem zihni ve fikri hem de kalbi ve vicdani olarak ayrı ufuklara ve deruni hazlara yelken açabiliyor muyum?
Devam edeceğim inşallah.
Kaynak :Tr724 Ahmet Kurucan