Şüphe yok ki her şey, Allah’ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ediyor.
O (celle celâlühû), okyanusların en derin ve kuytu noktalarında olanı da biliyor, atmosferin enginliklerinde olup bitenden de haberdar!
Kur’ân’ın ifadesiyle, ağaçtan düşen bir yaprak bile O’ndan habersiz değil!
Şüphesiz, musibetler de öyle.
Öyleyse, gelen sıkıntının dilini okumak ve dûçâr olduğumuz musibetteki murâd-ı ilâhiyi anlamak gibi bir vazifemiz var.
Bu bir.
Diğer yandan, İlâhi Beyan’ın tekrarla ifade ettiği gibi başımıza gelen olumsuzluklar, kendi el emeğimizin karşılığı, ihmal ettiklerimizin acı bir faturası veya haddi aşmışlığımızın ağır bir bedelidir.
Demek ki bize, buradan da bir vazife düşüyor.
Sıkıntıyı aşmanın yolu, “muhasebe”den geçiyor!
Ne yaptık ne ettik de bu sıkıntılar başımıza geldi?
Veya neleri ihmal ettik, es geçtik ve yapmadık da insanlık çapında bir bedel ödüyoruz?
Görüldüğü gibi ayırım yapmadı Allah (celle celâlühû); bu ölçüde ve ilk defa yeryüzündeki bütün mabetlerin kapıları sürgülü, bugün!
Renk, dil ve din farkı da olmadı; küçücük bir mikrop, en kudretlilerimizi bile esir aldı!
Fizikin kurallarında olduğu gibi tedavideki muvaffakıyet, teşhisin isabetine bağlı!
Ebrehe’nin “mabed” diye diktiği binanın görkemli olması yetmiyor; şer yuvasına İbn-i Selûl’ün “mabed” demesi, vaziyeti kurtarmadığı gibi!
Mabedin hakkını verememişiz ki Allah (celle celâlühû), elimizden alıyor!
Dahası, “mabed” dediğimiz mekanları, sakîm ve süfli hevesatımızın payandası görmüşüz; yürekten Allah’a yönelmemiz gereken mekanları, minnacık hedeflerimizin basamağı yapmışız!
Yüksek perdeden “Allah” derken, herkesin gördüğü yerde “Peygamber” diye höykürürken veya her vesileyi değerlendirip “Kur’ân” bayraktarlığı yaparken muradımız, en mukaddes değerlerimizi en alçak arzularımızın atlama taşına çevirmekmiş!
Kıbleye dönerken bile niyetimiz, herkesin bizi “kıble” bilmesine bir davetiyeymiş, meğer!
Dahası, cehâlet yüklü kitleleri uyutmanın bir yolu görmüşüz, mabetleri; “kutsal” görünümlü bir ambalajın, ne melanetleri kapattığını keşfetmişiz ve onunla perdelemişiz ayyuka çıkmış zulümlerimizi!
Samimi üç-beş insanın cılız sesini, cühelanın avuç patlatan anlamsız alkışları bastırmış ve “hayır” üretme misyonu sönmüş, demek ki bitmiş mabedin misyonu!
Gelin, “Peygamberlerin kıssalarında elbette tam akıl sahipleri için alacak dersler vardır!” diyen Kur’ân’a bir daha kulak verelim:
“O müşrikler, kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar. Daha öncekilere de böyle fırsat verilmişti. Ne zaman ki peygamberler, toplumlarının imana gelmelerinden ümitlerini kesecek raddeye gelir ve toplumları da peygamberlerinin kendilerini aldattığı zannına kapılırlar, işte o zaman onlara yardımımız ulaşır, inkârcılar helâk olur ve dilediğimiz kimseler kurtulur. Çünkü (uzun vadede) cezamız, suçlu toplumlardan hiçbir surette geri çevrilmez.”
Demek ki “umut” olması gereken mabedde ümit yok, bugün!
İsterseniz, manzaray-ı hâle bir bakalım:
Murâd-ı ilâhiyi hayata taşıma adına gayret göstermesi gerekenlerin nefesi kesik, bugün!
Baksanıza, zulme karşı duyarlılık göstermesi gerekenler, zâlimlerin ateşine odun taşıma telaşında.
Hukuksuzluğa karşı kitleler duyarsız ve saraydan simit kapma derdinde!
Zaten musibete kapı aralayan da böyle bir bitiş değil mi?
Öyle ya, musibet umumiyet kesp etmişse, adaletin terazisi şaşmış ve zulüm de haddi aşmış demektir.
Önceki olayları anlatırken bize Kur’ân, perdeyi yırtıp pervasızlaşan, hak ve hakikate baş kaldırıp arsızlaşan, sefil ve sefih algılarına, dünyanın en yalın gerçeğiymiş gibi sarılıp küstahlaşan bu insanların, en temel helâk sebeplerinin, her çeşidiyle bir “zulüm” olduğunu anlatıyor.
Musibet umumi geldiğine göre demek ki dünyada, dünya kadar ve haddi aşmış bir zulüm var.
Akla gelebilir; herkes mi zalim?
Zulme rıza da bir “zulüm” değil mi?
Hem, “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şâmil olur!” demiyor mu Kur’ân?
Demek ki “Sakın ha, zalimlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur!” kudsî beyanını ser-levha yapıp evire çevire okumak başka, ayyuka çıkan zalimliklerine rağmen zalime payanda olmak bambaşka şeylermiş!
İşin ayyuka çıktığı çok yer var, hemen aklımıza gelen. Ancak başkasının muhasebesini yapmak, netice vermiyor.
Böylesi dönemlerde herkes, kendi muhasebesine odaklanmalı.
Evet, musibetin huyu bu; yaşın yanında kuru da yanar!
Ancak, Allah (celle celâlühû) zulmetmez ve ötedeki diriliş, buradaki niyetlere göredir.
Âişe Validemiz (radıyallahu anhâ), Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kırıp geçiren “tâun”u sorunca şöyle cevaplamış, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri:
“Bu, dilediği kimselere Allah’ın gönderdiği bir azaptır. Fakat bunu, mü’minler için rahmete çevirmiştir. Bu salgına yakalanan hiçbir mü’min yoktur ki karşılığını Allah’tan bekleyerek, sabırla ve Allah’ın ona yazdığından başka hiçbir şeyin başına gelmeyeceğini bilip inanarak evinde oturursa, şehîd ecri alır.”
Bugün, herkes evinde oturuyor; mü’mine düşen, bunu da rahmete çevirmektir.
Bunun artçıları da olacak, şüphesiz. Baksanıza devletler, ekonomilerinde yaşanacak sarsıntıları sınırlı tutabilmek için kesenin ağzını açmış durumda.
Hayata musallat olduğu gibi cepleri de kemiriyor, bu virüs.
Ardından, sosyal hareketler sökün edip gelecek, dalga dalga.
Âdetullah değişmiyor; cirmi küçük bir mahluk ile cürmü büyük nice Nemrut devrilecek, ardı ardınca ve kurulu koltuklarında ebediyet hayalleriyle avunan insan görünümlü nice tiranın tahtı kayacak altından!
O gün aklı başına gelecek bazılarının ve “Ne yaptık da başımıza bunlar geldi?” sorusuna cevap olacak ne melanetleri dökülecek, medyanın kirli sayfalarına.
Baş görünümlü ne kirli ayaklar ortaya çıkacak, bütün yalınlığıyla.
Ve ömrü olan, kim bilir ne baharlar görecek, hem de ardı ardına.
Elindeki imkanlarla şahsi ikbal peşinde koşanların iflas ettiği, her şeyini kaybetme pahasına da olsa dik durabilenlerin yıldızlaştığı bir döneme girdik.
Kelebek etkisi diye bir olgu var ya, dünyanın en ücra köşesinde ve kuytu bir koyunda birisinin yediği, herkesin başını ağrıtabiliyor!
Mağribde hapşırmak, maşrıktakini yatağa düşürüyor, artık!
Bir mazlumun iniltisini yüreğimizde hissedip derdini paylaşmadık, her mazlum yüreğe düşen ateşi, yangın yeri gibi yüreğimizde hissetmedik ya, adını-sanını bilmediğimiz birisinin başlattığı bir salgınla Allah (celle celâlühû), milyarları aynı derde ortak etti.
Öyleyse, sadece kendi penceremizden bakarak çözüm üretemeyiz, bugün.
Belki de Allah’ın muradı, dünya çapında bir “kenetlenme” düşüncesini mayalamak; ortak değerler üreterek onların etrafında yeni bir dünya kurgulamak ve her şeyin sebebi olarak kendisini görüp Allah’a yürekten iltica edenlerin yoluna su serpmek ve sadece adanmışları gün yüzüne çıkarmak.
Zaman, her yönüyle bir temizlik zamanı!
Gelin, bu küresel dili hayra çevirebilmek için bir adım atalım.
Kur’ân, değişik sıkıntılara dûçâr olup da nâçâr kalanların, yürekten yönelişlerine cevâb-ı sevâb verildiğinin örneklerini anlatıyor, defaatle.
Demek ki musibet, umûmiyet kesbetmiş bir ilticanın da vaktidir.
“Ey Rabbim! Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden oldum.” diyen Hazreti Yûnus gibi, eğip bükmeden!
Yalnız, nazara verilen örnekler, sıkışınca verilen tumturaklı sözlerin unutulduğunu da hatırlatıyor, sonrasında sözümüzü unutmamak için bize.
Her defasında, bu yönelme ve ilticanın, samimi ve yürekten olması gerektiğini nazara veriyor Kur’ân, sahil-i selamete erdiğimizde yeniden eskiye dönmemek için.
Ancak, şu da bir gerçek ki muzdar kalanın yürekten duası karşılıksız kalmıyor!
Öyleyse, nankör tarafımızı bir kenara bırakarak ve uzun soluklu bir tevbe-i nasûha ihtiyaç var.
Bedihi ve ayân olmuş bir musibet, kulun ilticasıyla söner mi?
Her şey O’nun (celle celâlühû) elinde; isterse, söner!
Bunun bir emsalini anlatıyor Kur’ân:
“Yûnus’un kavmi müstesna (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yûnus’un kavmi iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rezillik azabını kaldırdık ve onları bir süre daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.”
Demek ki olmuş; musibet görünür olduğunda yürekten iltica eden Hazreti Yûnus’un (aleyhisselâm) kavminden musibet kaldırılmış!
Helâk olacakken, olmamışlar!
Ne yapmışlar?
Yaptıkları zulmün farkına varmışlar.
Dua dua yalvararak Allah’tan af dilenmişler.
Bununla ilgili söylenen çok şey var ve neticede Ninova halkının samimi ve yürekten sesi, gelen musibeti geri çevirmiş!
Dedik ya, musibetler, aynı zamanda Allah’a toptan iltica zamanlarıdır.
Nerede olursak olalım.
Kapanan mabetlere bedel, Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm) zamanındaki Mısır halkı gibi evlerimizi “kıblegâh” yapalım.
Gönüllerimizi birleştirelim.
Etrafımızda hangi inançtan insan varsa onları da işin içine alalım ve küresel bir yönelişle içimizi ve işimizi Allah’a açalım.
Sadece O’ndan isteyelim.
Ortak paydalarımızı çıkaralım dünya pazarına. Görüntüde olana takılanlar için kapaklar arasında ve kütüphanelere hapsettiklerimizi açalım, sayfa sayfa.
Bugün ütopya gibi duran realitenin, dün nelere vesile olduğunu yâd edelim, tarihin sayfalarında.
Dün yaşanmışsa, bugün de mukadderdir.
Her fırsatı değerlendirip herkes ile bir diyalog köprüsü kurma sevdasında olanlara Allah (celle celâlühû), yeni bir kapı daha araladı.
Öyle ya, samimiyet soluklayan gönüllere girmenin bir yolu da samimiyet pazarına tezgâh açmaktır!
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yapmış; insanlığın cehâlete körük çektiği demlerde bir avuç Mekkeli ile bir araya gelmiş ve eski çehreye yeni bir maya çalmış.
Kim bilir, belki bu ilticalarla oluşan bir sinerji, gidişin yönünü değiştirir ve köhne dünyaya, yeni bir “fazilet” mayasının çalınmasına vesile olur!
Kaynak: Tr724 | Reşit Haylamaz