Prof. Dr. Suat Yıldırım
”Yenilenen Kur’ân mevsimlerinden birine daha girdiğimiz, bu bahar esintilerinin tatlı okşamalarını hissettiğimiz şu günlerde, Kur’ân’ın hatmi esnasında yapılması müstehab olan şu duayı yaparak o sultanı istikbal etmeye hazırlanalım: “Ya Rabbî, Kur’ân’ı gönüllerimizin baharı, gözlerimizin nuru, hüzünlerimizin cilası (gecelerimizin sabahı) kıl.”
Ramazan, Kur’ân-ı Kerim’in yüce âlemden beşeriyet ufkuna indiği kutlu zamandır. Kur’ân, dünyâ semâsına böyle bir Ramazan ayında doğmuştu. Karanlıklar içinde yolunu kaybetmiş, istikbalinden ümidsiz insanlığın yolunu aydınlatan, ona dünyâda olduğu kadar ebediyet âleminde de kurtuluş ve mutluluk haberi getiren en büyük müjde odur. Kur’ân müjdesinin tazeliğini korumak, insanların ondan alacakları feyzi artırmak için, bu fermanın insanlığı şereflendirdiği Kadir gecesini bulup ihya etmeyi Kerim Mevlâmız, “Bin aydan daha hayırlı, daha verimli bereketli bir zaman dilimi” kılmıştır. Bire bin mahsul veren senelik bir bayram yapmıştır. Ebedî hayatı kazanmak yükümlülüğü ile dünyâya gönderilen ömür sermayesi mahdut, üstelik israfı ve gafleti çok insana, seksen küsur yıllık hep mükâfat ve kârla dolu bir ömrü kazandıran bir gece, ne büyük imkân, ne muazzam bir lütuftur! Bu emsalsiz lütuf, ancak o, Ekremu’l-ekremîn’in tükenmez ihsanından kaynaklanabilir. Bu bağış sebepsiz olmayıp, elbette dikkatlerimizi çektiği önemli bir husus bulunmaktadır. O da Kur’ân’ın ehemmiyetini hatırlatmaktır.
Evet, bu teşvik, Kur’ân’ı gündemde tutmak hikmetine râcidir.
Peki, Kur’ân niçin bu kadar ehemmiyetlidir? Çünkü Kur’ân Rabbü’l-âlemîn sıfatıyla Allah’ın, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yönelttiği ezelî hitabıdır talimatlarını ihtiva eden fermanıdır. Büyük kainat kitabının beşer anlayışına yapılmış olan ezelî bir tercümesidir. Kâinattaki varlıkların mânâlarını ve gâyelerini doğru şekilde anlatan bir rehberdir. Gözle gördüğümüz bu şehadet âleminde, görünmeyen yüce gayb âleminin lisanıdır, beyanıdır. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritası, maketidir. Bütün insanlığın her türlü mânevî ihtiyacına merci olacak nitelikte ve birçok kitabı çekirdek gibi ihtiva edecek özellikte mukaddes bir kütüphane durumundadır. Bu dünyâ muazzam bir makina tarzında düşünülecek olursa, Kur’ân onun kullanma kılavuzu, kataloğudur. Kur’ân kılavuzu olmadan, insanın ârızasız şekilde çalışması mümkün değildir. Böyle mükemmel bir makina imâl eden müessese, onu katalogsuz bırakmayacağı gibi, o kataloğa göre çalıştıracak uzmansız da bırakmayacaktır. Aynen bunun gibi, dünyâyı yaratan Rabbimiz kılavuz olarak semavî kitaplar ile insanlığı eğitmek ve yetiştirmek üzere peygamberleri göndermiştir. İnsanlık, tekâmül seyri içinde, tek bir dersi dinleyecek seviyeye gelince, mahdut mekânları aydınlatan yıldızlardan sonra, mutlak risalet güneşini izhâr etmiştir. Bu güneş doğalı beri, ondan feyz alan milyonlarca insan, örnek hayatlarıyla, mükemmel ahlâklarıyla beşeriyete fazilet nümunesi olmuşlardır. Bu irşâd devam etmektedir de.
Fakat unutkan, tembel ve nankör olan insanlar, zamanın geçmesiyle, büyük nimet olan bu Kur’ân nimetinin kıymetini unutabilecekleri için, büyük bir teşvikle onlara hatırlatmak, zihinlerinde canlı tutmak ihtiyacı vardır. İnsan rûhunun gıdası olan Kur’ân’da esasen mevcut bulunan turfanda olma özelliğini insanların bilmeleri, kendileri için önemlidir. Zirâ insana hayat veren prensiplerin menbaı odur. Kur’ân-ı Kerim’i hep turfanda “haddan tarıyyen” olarak nitelendiren hadis-i şerif, bu noktaya işaret etmektedir (İmam Ahmed, Müsned, I,7; İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 11).
Kur’ân-ı Kerim’in bir nüzûlü vardır, bir de tenezzülatı vardır. Nüzûlü, o Furkan’ın beşeriyyet ufkunda ilk zuhurudur. Tenezzülatı ise, bazı zatların dediği gibi, okuyanın diri ve uyanık olarak okuduğu her defasında Kur’ân semâsından onun kalbine ve aklına inen yeni mânâlar, yeni tecellîler ve irşadlardır. Evet, Kur’ân vahy ile nazil olduğu gibi onun mânâları da vahy sırrına mazhar olarak iner, yani Allah Tealanın ilham etmesiyle insan anlayıp özümsemeye muvaffak olur. Onu layıkıyla anlamak için, insanın, kendisini Kur’ân’a vermesi, Kur’ân’ın Sahibine yönelmesi lazımdır. Yoksa, yeryüzünde büyüklük taslayan, Kur’ân karşısında müstağni davranan mağrurların, onunla irtibatları “se-asrifu” bıçağıyla kesilir: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım (onları anlayamayacaklar)” (A’raf, 146). Kur’ân’la konuşan, onunla hitab eden Rahman’ı gözetmeyen, O’na yaklaşma gayreti içinde olmayanlar, haliyle, O’nun ikramlarından yararlanamazlar.
Her mevsim, Kur’ân mevsimidir. Kâinatın kalbi olan Kur’ân, her an kan verir müminlere, âb-ı hayatla sular. Kâinat kitabının mânâlarının açıklayıcısı, müfessiri olarak devamlı surette mü’minleri eğitir, onlara rehberlik eder. Ama Ramazan’da Kur’ân’ın müslümanların hayatını şenlendirmesi, daha muazzam boyutlara ulaşır. İmdi, dalbastı kiraz misâli dünyâlar dolusu ikramlarıyla hayatımızı şereflendiren bu Sultanı karşılamak için bir hazırlık gerekmez mi? Evet, gönül misafirhanemizi, Rahman’ın misafirhanesi olan gönlümüzü kirlerden, süprüntülerden, şehevî isteklerden, hasis menfaatlerden temizlemeye çalışmalıyız. Tâ ki, Kur’ân’ın Sultanı teşrif etsin, nûriyle kalbimizi aydınlatıp basiretimizi açsın, gül kokusuyla bizi ta’tir etsin.
İşte Ramazan orucu, bu tahliye, yani temizleme işini temin eder. Kur’ân’ı karşılama hazırlığına girmiş olur insan. Ramazan’ın, Kur’ân’ın nüzûlü ile ilgili hikmetlerinden biri şudur: Kur’ân-ı Hakîm, Ramazan ayında indirildiğinden, onun nüzûl zamanını yeniden yaşamaya çalışarak, o semavî hitabı güzelce karşılamak için, süflî ihtiyaçlardan, malâyani şeylerden sıyrılıp meleklik vasfı kazanmaya, onlara benzemeye çalışmak gerekir. Ve bir anlamda Kur’ân-ı Kerim’i, yeni nazil olmuşçasına okumak veya dinlemek gerekir. O hitapları, Resul-i Ekrem aleyhi’s-selamdan işitiyor gibi dinlemek, Hz. Cebrail (as)’dan, hatta Kur’ân’la hitab buyuran Rabbül-âlemîn’den işitiyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olup, kendisi tercümanlık ederek başkalarına da dinletmek, böylece Kur’ân’ın indirilmesinin hikmetini, bir dereceye kadar göstermeye çalışmak gerekir. (B. Saîd Nursî, Mektûbat, s. 413).
“Yeryüzü bana mescid kılındı” hadis-i şerifinin hakikati, Ramazan-ı şerifte daha bir şa’şaa ile zuhur eder. İslâm âlemi bir cami hükmüne geçer. Milyonlarca hafızlar, Kur’ân okuyanlar, o caminin her köşesinden, gökten gelen o semâvî hitabı, yeryüzü ahalisine duyururlar.
Kur’ân-ı Kerim okumanın, “güzellik ve temizlik” anlamına gelen vuzû (abdest) suyu ile kirlerden, günâhlardan arınmak, temiz bir mâhiyette bulunup kıbleye dönmek, saygı ile oturup mümkünse diz çökmek, aklın telaşsız olduğu bir durumda okumak gibi adaplarından başka tedebbür, tefekkür ve tebettül (başka her şeyden kesilip Rabbi ile olmak) şartı da vardır.
Kur’ân okuyacak kimsenin, yaptığı öbür hazırlıklardan sonra, artık huzura kabul saati gelmiştir. O kabul vakti, insanın en uyanık, en duyarlı olması gereken vaktidir. Rabb’ine münacaat edip, O’nunla konuştuğunu bir an bile unutmamalıdır. Kur’ân’ın “sen” diye hitabettiği: “şöyle yap”, “uyar”, “infak et”, “ihsan et” gibi ikinci şahıs buyrukları başta olarak diğer bütün hitaplarından, esas itibariyle kendisine hitab edildiğini bilecek, onların arasında kendisine verilen işaretleri bulacaktır. O buyrukların ilkin, kendisine yöneltildiğini düşünecektir. Sanki yeryüzünde kendisinden başka bu talimatlara muhatap yokmuş gibi, kendi üzerine alacaktır. Mü’minin dinî şuuru bakımından önemi pek fazla olan bu işâretleri almak için, “tebettül et” yani “Başka her şeyden kesilip yalnız Rabbine yönel!”(Müzzemmil, 8) buyruğuna uymak kâfidir. Meselâ, bu şuur ve hassasiyetle: “Ey örtülerine bürünen! Ayağa kalk ve (insanları) uyar!”(Müddessir, 1-2) hitabını okurken, onun ilk muhatabının Resulullah aleyhisselâm olduğunu bilmekle beraber, kendi hissesini de almaya çalışacaktır:
“Ey rahatlık ve konfor örtülerine bürünen!” “Ey mal toplamak derdiyle meşgul olup Allah’ın dinini, güzel yolunu tanıtmayı ihmal eden!” “Ey şöhret afetine müptela olan!” Cüceler ülkesine esir düşen kahraman, ayağının altında karıncalar gibi dolaşan o cücelerin kendisini bağladıkları ipince iplerle yerinden kıpırdayamaz oldu. Sen de önemsemediğin ve fakat birbirine eklenip duran yüzlerce tûl-i emel alâkalarıyla dünyâya kazık çaktığını sanıyorsun. Halbuki ömrün su gibi akıyor, alâka duyduğun şeyler seni bırakmaya hazırlanıyor. İlk bakışta görünmeyen fakat gerçekte var olan o bağlardan kurtulmanın yolunu ara, yırt o perdeleri, aç o iç içe zindan kapılarını, çık açık havaya! Allah’a bağlan, kullara kulluktan, maddeye, konfora, fâniye bel bağlamaktan kurtul! Üstüne saçılmış ölü toprağını silkele artık! Hakikata uyandığında nasıl olacaksan, şimdiden Öyle ol!
“Kasdım budur: Şehre varam
Feryad-ü figan koparam!”
diyen veli şâirimizin yolunu tut! Zirâ dünyâdan gittikten sonra, artık tekrar gelip de ona göre hareket etme imkânı yoktur. Bir Hak dostu, vefatından sonra, mânâ âleminde, bir arkadaşına göründüğünde, onun dünyâya dönme arzusu içinde olduğunu müşahede edince hayretle sorar: “Nasıl olur, dünyâya dönmek mi istiyorsun? O da şöyle cevap verir: “Evet, dünyâya dönmek istiyorum. Asamı elime alarak, ev ev dolaşmak, kapıları kırarcasına dövüp: “Biliyor musunuz ne fırsatları kaçırdığınızı neler kaybettiğinizi?” demek için, dünyâya dönmek istiyorum. Öyleyse, at bu örtüleri üstünden, Hakkâ, hakikata hizmet için kollan sıvama zamanı çoktan geldi ve geçmek üzere.” İşte, mezkûr âyeti okuyan mü’min, üzerinde düşününce, bu kabil işaretler alacaktır. Hakkı tebliğ etme ve gayret göstermede, yeniden kuvvet kazanacaktır.
Müslüman, Kur’ân’ı okurken meleklerle ünsiyet bulup onlarla selâmlaşacak, onların duâlarının kendisiyle beraber olduğunu düşünecektir. Tevhid tarihindeki selefleri olan o salih insanlarla hemhal olacak, insanlığın yıldızları olan Enbiyaya (aleyhimüs selâm) arkadaş olacaktır. Meselâ Hz. Yusuf (as) ile: En yakınlarından gördüğü hıyanete katlanmayı, kuyuya atılarak yalnız Allah’tan medet ummayı, pek güzel, zengin ve nüfuzlu bir kadından gelen ve dünyâ ehlince çok cazip olan teklifi reddedip Allah’a sığınmayı, Rabbinin rızası uğrunda zindana girip orayı medrese-i Yûsufiye’ye (Yusuf Eğitim Tesisine) çevirmeyi, işini en iyi ve muhkem yapmayı öğrenmeyi, şefkatli davranarak insanların gönüllerini kazanmayı ve bu nevi maharetlerim de hakikati tebliğe vasıta kılmayı, sabır gösterme ve takvadan ayrılmama şartıyla iyilerin ecrinin zayi edilmeyeceğini, yani onların mutlaka muvaffak olacaklarını, akıbette hakkın üstün geleceğini… Öğrenecektir. Hülasa, hayat yolunda ilerlerken nebîler, sıddîkler, şehîtler ve sâlihlerin meş’aleler halinde o yolun karanlıklarını dağıttıklarını görerek onların peşinden giden nurlu kafileye katılacak, onlarla arkadaşlık edecektir.
Kur’ân’ın esas muhatabının kendisi olduğunu bilen, onu bu şuurla okuyan mü’min, onun hayat veren nefesiyle, şifâlı eliyle kendisini tedâvi ettiğini hissedecek, gönlünün kirlerden arınmasını farkedecek, tertemiz, mis gibi kokan bir vaziyete gelmenin saadetini yaşayacaktır. Hamlıklarının giderildiğini, katılıkların yumuşadığını anlayıp içinde tatlı, ılık esintiler hissedecektir. Başını alıp gitmekten, Rabb’ini unutup da Allah’ın da kendi durumunu kendisine unutturduğu kimse olmaktan, mayasını, aslını unutup kendisini temize çıkarmaktan, hep kendisini haklı görmekten kurtulacaktır. Hülasa: Eşyâyı yerli yerine oturtacaktır; zaman, mekân, dünyâ, ahiret, eş, iş, evlat, arkadaş, mal, mülk… her birine layık olduğu yeri vermesini öğrenecektir.
İnsanlık, Kur’ân’ın bu hidayetine pek muhtaç. Biz, ona inanan, inandığını söyleyen müslümanlar da ona çok muhtacız. Bu hidayet daha büyük bir zuhurla gelsin de eşyanın hakikatini bir kere daha olduğu gibi göstersin, her şeyi yerli yerine koymayı yeniden öğretsin, neyi ve kimi seveceğimizi, neye ve kime buğzedeceğimizi bildirsin, felaketlerimize son versin.
Yenilenen Kur’ân mevsimlerinden birine daha girdiğimiz, bu bahar esintilerinin tatlı okşamalarını hissettiğimiz şu günlerde, Kur’ân’ın hatmi esnasında yapılması müstehab olan şu duayı yaparak o sultanı istikbal etmeye hazırlanalım: “Ya Rabbî, Kur’ân’ı gönüllerimizin baharı, gözlerimizin nuru, hüzünlerimizin cilası (gecelerimizin sabahı) kıl.”