DERLEYEN: ERDEMLİLER YOLU AKADEMİ
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Her canlı ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete yerleştirilirse, işte o muradına ermiştir. Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân; 185)
Muhterem Müslümanlar! Daha önceki bir hutbemiz ahiret duraklarından; Kabir, Kıyamet, Haşir, Havz ve Sırat hakkında idi.
Bugünkü hutbemiz ise; Şefaat, A’raf, Cehennem ve Cennet hakkında olacaktır.
Öncelikle, kâinatta en büyük hakikatlerden biri olan ölüm ve ölüm ötesi itibarı ile salih amellerin, kabir âleminde karşımıza çıkması hususunda bir iki mühim noktayı hatırlamakta fayda var.
Ölüm, ruhun bedenden ayrılması ile sonsuz bir hayata doğru yelken açması ve ikinci bir doğumla ebedî hayata uyanmasıdır. Ruh, ölüm ânında dünyevî yuvasından çıkarılır ve misâlî bedeni giydirilir. Ceset kabre konduktan sonra, Kudret-i Sonsuz Rabbimizin bir tecellisi ile de geri getirilir ve kabirde tekrar cesede giydirilir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Lezzetleri acılaştıran ve yıkan ölümü çokça hatırlayın.” buyururlar. (Tirmizî, Zühd: 4). Kalbi hayata değil de ölüme bağlı kılmak şeklinde tarif edebileceğimiz “Râbıta-ı mevt” düsturuyla, ölümü sürekli hatırda tutacak, ancak bu şekilde ibret almış ve ülfetten kurtulmuş olacağız. İnsan, ölüm hakikatine inanıp, onu hayâl ve düşünce dünyasına hâkim kılar, kabir hayatına da kendini ikna ederse; dünyaya, ukbâya bakışı ve davranışları müspet manada farklılaşır, değişir.
Ölüm üzerine tefekkür, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de hayırlı işlere karşı coşturucu bir etkiye sahiptir. “Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyânın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne lüzumu var!” der ve günah işlemekten vazgeçer.
Mânevî hayatımız, günahlarla, dünyanın haram lezzetleri olan adeta mânevî mikroplarla dolmuşsa, ölüm hakikati ve etrafımızda bir bir ölüp giden canlar ruhumuzda bir tesir uyarmayacaktır. Belki ruhumuzda bir kaç günlük geçici bir üzüntü hasıl edecektir. Sonra da, “Canım, ölenle ölünmez ki! Hepimizin nihayetinde varacağı yer orası; Allah iman, Kur’ân nasip etsin!” şeklindeki klişeleşmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.
Nefsin hoşuna giden haram lezzetleri, acılaştırıp keyfi bozduğu, insanı nefsanî isteklerden vazgeçmeye zorladığı için ölüm hatırlanmak istenmez.
Evet muhterem Müslüman! Her meselede olduğu gibi bu mevzuda da Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurlu beyanlarının rehberliğiyle, ahiret menzillerinde, daha bu dünyadayken hayalen gezinme ve kalb gözüne bakan iç tecrübeler edinme, oldukça önemlidir.
Böyle bir ameliye için de istikamete ulaşmış bir tefekkür, dolayısıyla da bu meselede malumat ve mârifet gereklidir.
Salih amellerin, kabirde karşımıza çıkmasına gelince, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Namaz nur, sadaka burhandır.” (Müslim, taharet.1). Namaz bir nur, bir ışık şeklinde, sadaka ise bir burhan hâlinde temessül eder, şekil alır. İki bahadır civanmert gibi en zor zamanlarda insanı kabirde muhafaza etmeye çalışırlar.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka hadislerinde yine bu mânâya işaretle şöyle buyururlar: “Cenaze mezara konduğu zaman kendisini uğurlayanların daha ayak sesleri kesilmeden, melekler gelir kendisine soru sorarlar. Tam o dakikada nuranî bir şey gelir onun başucuna oturur. Bu, onun kıldığı namazlarıdır. Bir başka nuranî şey ayakucuna oturur. Bu, onun diğer hayırları ve iyilikleridir. Bir başka nuranî şey onun sağ tarafına oturur. Bu, onun tuttuğu oruçlarıdır. Bir başka nuranî şey sol tarafına oturur. Bu da onun verdiği zekâtlarıdır. Bunlar, sağdan ve soldan kabrin onun kemiklerini sıkmasına (canını yakmasına), sıkıntılar hâsıl etmesine karşı onu korurlar.” (Müsned, 6/352;4/287, 295)
Yaptığınız her amel, her iş Arş-ı A’zam’a yükselir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Arş-ı A’zam’ın etrafında daima arı sesi gibi sesler duyulur. Sizin tesbih, tehlil, tekbir ve tahmidleriniz, yani SübhanAllah, La ilahe illallah, Allahu Ekber, Elhamdülillahlarınız, vızıltılar hâlinde Allah’ın Arş’ının etrafında tıpkı oğul veren arı şeklinde vızıltılar çıkartır. Ve bunların tek dilekleri de sahiplerinin affedilmesidir.” Resûl-i Ekrem bu ifadelerinden sonra soruyor: “Rabbinizin yanında böyle şefaatçilerinizin bulunmasını istemez misiniz?” (Müsned, 4/268-271) Evet, kabirde amellerimiz temessül ederek hakkımızda şefaatçi olacaklardır.
Bir de bunun tam aksi bir durum vardır. Zekâtını, sadakasını, öşrünü vermediğimiz mallarımız ise bizi rahatsız edecek şekilde temessül edecek, bize eza ve cefa vereceklerdir. Bir âyette bu hakikat anlatılırken şöyle buyrulur: “…Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolandırılacaktır…” (Âl-i İmrân; 180)
Bir hadis-i şerifte de bu husus desteklenmekte ve şöyle denmektedir: “Bir mü’minin, malının zekâtından vermesi gereken şeyi vermediği takdirde, bu mal ahirette onun karşısında dehşetli bir yılan hâlinde temessül edecektir.” (Tirmizî, tefsir (3) 3; Nesâî, zekât 2; İbn Mâce, zekât 2) Bütün bunlardan sonra özet mahiyetinde ahiret duraklarından; Şefaat, A’raf, Cehennem ve Cennet hakkında kısaca şunları ifade edebiliriz.
Şefaat:
Allah katında değeri fazla olan kulların diğer kullar hakkında ya bağışlanmalarını ya da derecelerinin arttırılmasını Allah’tan talep etmeleridir. Cenâb-ı Hakk onların istekleri sebebiyle bazı kulları Cehennem’den azat eder, bazılarının da Cennet’teki mertebelerini yüceltir. Âyet ve hadislerde, şefaatin ancak Allah’ın (celle şânuhû) izni ile bazı kimselere hak olarak verildiği görülür. Peygamberler, şehidler, kâmil imana sahip âlimler-hafızlar ve bazı salih kullar Allah’ın izniyle bu hakka sahiptirler. En kapsamlı, şümullü şefaat hakkına Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahip kılınmıştır ve bizzat kendileri, şefaatlerinin daha ziyade ümmetinden büyük günah işleyenler için olacağını beyan buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Sünnet 21; Tirmizî, Kıyâme 11.)
A’râf:
“A’râf”, Cennet ile Cehennem arasındaki tepenin adıdır. Bir uzun seyahatin sonuna doğru varılan menzil olan A’râf, Cennet ile Cehennem arasında perde vazifesi görür. Burada sevabı ve günahı eşit olanlar, herkesin hesabı görülünceye kadar beklerler. Bazı rivayetlere göre deliler, çocuklar, ehl-i fetret gibiler de burada kalırlar. Daha sonra bunlar Allah’ın rahmeti ile Cennet’e girerler. Kur’ân’da bir sûreye ismini veren “A’râf” hakikatiyle alakalı olarak Sûre-i Celîle’de, orada olacak bazı şeyler hakkında bilgiler verilir. (A’râf, 40-51)
Cehennem:
‘Derin kuyu’ anlamına gelen Cehennem, ahirette kafirlerin devamlı olarak, günahkâr mü’minlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere kalacakları azap yeridir. Kur’an’da Cehennem için “nâr, cahîm, hâviye, sair, leza, sakar ve hutame” gibi çeşitli isimler kullanılmıştır. Cehennem azabını ruh, bedenle birlikte çekecektir.
Cennet:
Lügatte, “yeşilliklerle ve ağaçlarla örtülü yer/bahçe” anlamına gelen Cennet, mü’minlerin içinde ebedi olarak kalacakları ahiret yurdunun ismidir. Bu hayatın sonsuz olması insanlara asla bıkkınlık vermeyecektir. İnsanlar cennette her ânı mutluluk ve neşe içinde yaşayacaklardır. Bu hayata mazhar olanlar, dünya hayatlarında fıtratlarına konulan, kin, nefret ve usanç gibi, negatif duygulardan soyutlanacaklardır. (A’raf suresi, 7/43.)
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cennet’le ilgili şu mübarek beyanları gönülleri heyecanlandıran bir müjdedir: “Allah buyuruyor ki; Salih kullarım için ben, Cennet’te hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” (Buhari, tefsir 32; Müslim, cennet 1.)
Tek kelime ile ifade edecek olursak, Cennet ‘sürprizler’ diyarıdır ve Allah’ın kullarına olan sınırsız rahmet ve lütfunun bir tecellisidir. Bu itibarla, hiçbir kulun kendi ameliyle orayı hak etmesi mümkün değildir. Resulullah, ‘Allah’ın (kullarını) kucaklayan / kuşatan rahmet ve mağfireti olmazsa beni de (kendi amellerim oraya götüremez)” buyurmuşlardır. (Buhari, Rikak 18; Müslim, Münafikûn 71-76.)
Cennette bulunanların nail olacağı en büyük mutluluk ve nimet ise, Allah’ın kendisini kullarına göstermesi olan Rü’yetullah nimetidir. Allah (celle celâluhû) bu durumu bizzat şöyle haber verir: “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlayacaktır, Rab’lerine bakacaklardır.” (Kıyame ,22-23)
Bu ayetin meâlini teyit eden bir rivayette ise, şöyle buyrulur: “Muhakkak ki siz şu Ay’ı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz ve görürken de izdiham yaşamayıp, birbirinize de zarar vermiş olmayacaksınız.” (Buhari, Mevakıf 16; Müslim, İman 81.)
Yukarıdaki hadis-i şerifte Allah’ın mü’minler tarafından “Ay’ın görülmesi gibi” görüleceği belirtiliyor. Bu ifade, Allah’ın mutlaka görüleceğini vurgulayan bir ifadedir, yoksa insanların, Allah’ın Zat-ı Uluhiyetini olduğu gibi görecekleri/idrak edecekleri anlamına gelmez. Zira “Gözler O’na erişemez. O’nun ilmi ise bütün gözleri ihata eder. (Gözlerin görmediği her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olan) latîf ve habîr O’dur.” (En’am , 6/103.) Yaratılan, Yaratanını hiçbir zaman olduğu gibi ihata edemez.
Cennet’teki her bir mü’min, dünyada imanını, kendine has marifetullah ufkunu, inkişaf ettirdiği ölçüde Allah’ı (celle şânuhû) görecektir. Buna göre, herhangi bir mü’minle, peygamberlerin Allah’ı (celle şânuhû) görmeleri farklı bir şekilde olacaktır.
Rabbim bizleri, sırat-ı müstakimden ayırmasın, devamlı surette ölümü gerektiği gibi hatırlayıp, rûhen diri kalmaya muvaffak kılsın; en büyük nimet olan Cemâl-i bâ kemâle serfirâz, sevdiği kullarından eylesin. Amin!