Asırların sinesinde yoğrulup bugünkü kemâl derecesine ulaşan ve hergün tabiî bir süzülme ve uyum yolu ile daha üstün bir kemâle doğru giden dilimiz, ilmî ve edebî en ince eserleri, his ve fikirleri ifade edebilecek olgunluğa yükselmiştir. Sayısız müellif, muharrir, edip, ilim ve fikir adamlarımız İslam kültür hazinesinden, Arap ve Fars dillerinin şaheserlerinden seçip aldıkları kelimeleri millî zevk ve şuurun berrak aydınlığı altında işleyerek, bunları Türk tefekkür ve tehassüs dehasıyla uzlaştırıp bugünkü zengin Türkçemiz bu himmetlerden doğmuştur.
İsmail Habib Sevük’ün ifadeleriyle, “Sanki dünyanın bütün dil âlimleri bir araya toplanmış, tasrifleri, kaideleri gayet kolay, istisnâsı olmayan, mantığı kuvvetli, (kelimeleri güzel, telâffuzu hoş ve zengin) bir dil yapalım demişler de Türkçeyi meydana getirmişler.”
Nesillerin alın teriyle yoğrulup bu derece kemâle ulaşan bir milletin dilini, bodur ve cılız hale getirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Böyle birşey bu millete karşı yapılmış en büyük fenalıktır.
“Bir milletin bütün zekâsı, bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun varlığıdır, müdafaasıdır, başka millet üzerindeki tesirinin en güçlü silahıdır. Bir millet toprağını kaybedebilir, dilini unutmazsa o toprağa yeniden sahip olabilir. Dilini kaybeden bir millet herşeyini de kaybetmiş demektir.” diyen Peyami Safa ne kadar haklıdır. Evet “Giden vatanlar, dilleri diri kalan milletler tarafından kurtarıldı, fakat dili giden milletlerin ne vatanları kaldı, ne de kendileri.”
A.H.Tanpınar’a göre, kelimeyi kurtarmak, millî bünyeyi kurtarmak gibidir.
Muhteşem eserini bir kuyumcu hassâsiyeti ile hazırlarken, kullandığı mücevherler ve hâkkettiği sanat nakışları hakkındaki tercihlerini ve sebeblerini tefsirinin mukaddimesinde ele alan merhum Elmalılı bilhassa dil ve kelimeler hakkındaki görüşlerini şöyle ifadelendiriyor: “İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı, Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olması lâzım değildir, diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gördüğüm zaman ona Afrikalının değil, bizim altınımız dedim. Ruhîi Bağdâdî’nin: Sanma ey hâce ki senden zer u sim isterler “Yevme lâ yenfe’u”de “kalb-i selim” isterler sözünü duyduğum vakit bunu Türkçeden başka bir lisanın Edebiyatına kaydedemediğim gibi, Türkçenin en güzel sözlerinden biri bilmekte tereddüt etmedim.”
Türkçe bir kelime yerine Türkçenin ruhuna uymayanı konulurken, fedâ edilen kelime üzerinde asırların biriktirdiği mânâ ve incelikler de yok edilmiş; o kelimeden üremiş birçok kelime ve mefhumlar da öldürülmüş oluyor. Çünkü bir velimiz o kelimeyi gönül ikliminin esintileriyle doldururken bir paşamız da, ona ince bir askerî dehânın izlerini nakşediyor, bir padişahımız da, bir cihan hükümrânı olarak koca bir imparatorluğun azametini o kelimeye yüklemiş oluyor. İşte edebî güzelliklerden olan telmîh ve tedâîler;hep bu tarih içinde renklene, cilâlana, gelişip olgunlaşan güzel kelimelerden doğuyor.
Çünkü insan, kelimelerle düşünür.
Gelişmiş bir fikir ve his dünyasına sahip bir insanın nüanslarına, inceliklerine dikkat ettiği kelimeler vardır ki, bu seviyede olmayan kişi bütün bu farklılıkları bir tarafa iterek onları tek bir kelime ile ifade eder. Dolayısıyla bu sığ ifade onun his ve fikir dünyasını da geri ve cılız bırakır. Meselâ ibtidâî bir insan için; cidâl, mücâdele, cihâd, mücâhede, harp ve muhârebe arasında fark yoktur ve hepsi hususî olarak “savaş” kelimesiyle karşılanır. Aynı şekilde, ilim ve kültüre sahip bir kafa için tâ’dîl, tebdîl, tağyîr, tahvîl, kalb, tebeddül, tağayyür, tahavvül, istihale, inkılâb mefhumlarını sadece “değiştirme” ve “değişme” kelimeleriyle ifade etmek imkansızdır. Onun için Türkçeyi sadeleştirme uğruna böyle bir tutum, Türkçemizi kısır, fakir ve geri bir dil haline getirecek zararlı ve uğursuz bir tutumdur.
“Sıfatları kendinize esir edin, edebiyata hâkim olursunuz.” dedikten sonra onların dört marifetini “söz, ses, süs ve his!” diye sıralayan Amerikalı yazar G. H. W. Ryland, çok haklıdır.
Evet dilde fakir ve tembel olanlar, farklılıklara dikkat etmeyerek hep aynı sıfatı tekrarlar ve bir monoton hava meydana getirirler. Halbuki kullanıla kullanıla pırıltısı kaybolan bir kelime yerine usta yazarlar değişik sıfatlardan nüanslar sağlayarak rengin ve zengin bir ifâde ortaya koyarlar. Şimdi bir karşılaştırma yapalım:
Büyük bir ziyan – Azim bir ziyan
Büyük enerji – Herkülvârî enerji
Büyük kasa – Lenduha kasa
Büyük duvarlar – Sur-âsâ duvarlar
Büyük bir veli – Ulu bir veli
Büyük bir ideal – Azametli bir ideal
Büyük dönme dolap – Devâsâ dönme dolap
Büyük devletliler – İri kıyım devletliler
Büyük demir kitlesi – Ejderha demir kitlesi
Büyük gürültü – Cehennem gürültü
Büyük ahenksizlik – Fahiş ahenksizlik
Büyük apartmanlar – Şeddadî apartmanlar
Büyük resimler – Devkârî resimler
Büyük parmaklar – Iskarmoz gibi parmaklar
Büyük şerefimiz – Kubbeler kubbesi şerefimiz
Büyük faaliyet – Kasırgalı tozkoparan faaliyet
Kelimesiz düşünmek imkânsız olduğuna göre, kelime bilgisi çok mühim demektir. Thomas Sheriden: “Fikirle kelime arasında öyle yakın bir alâka vardır ki, birindeki eksiklik veya hata, diğerinde kendisini derhâl belli eder.” der. Dil âlimi Dr. Wilfred Funk şöyle der. “Riyâzî bir kat’iyetle söyleyebiliriz ki, kelime bilgisi arttıkça insanın düşünme melekesi de kuvvetlenir.” Başka bir dil bilgini Norman Lewis ise şöyle der: “Kelime bilginizin hududu, zekânızın hududunu tesbit eder. Kelime bilginiz arttıkça, zekânız da artacaktır.”
Bunun için “Biz bunları anlamıyoruz “demek mazeret değildir. Bu tembellik, köklü bir kültürü ve milleti mahveder. Kökü kesilmiş ağaç neye yarar. Evet ağaç kökü ile gürler.
Hizmetten | Safvet Senih