Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünde on gün soğuk beton zeminde yatırıldıktan, işkenceye, hakarete ve tehditlere maruz bırakıldıktan sonra soluğu, artık biraz olsun rahatlayacağımı, arkadaşlarla aynı havayı teneffüs edeceğimi düşündüğüm ve ”İnşallah bizim için de Medrese-i Yusufiye olur” dediğim devrin zindanlarında aldım.
Koğuşa girdiğimde sanki herkes yıllardır tanıyormuş gibi ”hoş geldin” diyerek bana sarıldı ve çay, bisküvi, zeytin, peynir gibi ellerinde olan ne varsa ikram ettiler fakat peş peşe gelen sorulara cevap verirken açlığımı bile unuttum. Aradan saatler geçip uyuma vakti geldiğinde aslında koğuşun ne kadar kalabalık olduğunu fark edebildim. Küçücük koğuşta kapasitenin neredeyse üç katı Yusuf yüzlünün yaşamaya çalıştığını gördüm.
Tuvaletin önüne yapılmış bir yer yatağında başımı yastığa koyduğumda, geride bıraktığım sevdiklerim teker teker aklıma gelmeye başladı. Sanki mezara yeni koyulmuş tabuttaki bir ölü gibi onlardan ayrılmanın tarif edilemez acısını tüm hücrelerimde hissettim.
Hukuksuz ve haksız yere atıldığımız zindanlara dair hatırladığım ilk anılardı bunlar…
Sabahın aydınlığında gardiyanların ayak sesleri, bağırmaları ve demir kapıların o acımasız gürültüsüyle adeta yatağımdan fırlayarak sayım alınması için sıraya geçtim. Sırada, hayatını terörle mücadeleye vermiş, hatta 15 Temmuz günü yaşananları önlemeye çalışmış insanların birer terörist muamelesi gördüğüne ve askeri nizamda sağ baştan sayarak beklediğine şahit oldum.
Sayım bittikten, demir kapı tıpkı gardiyanların soğuk yüzü gibi üzerimize kapandıktan sonra nöbetçi arkadaşımızın hazırladığı kahvaltı masasına oturma telaşı başladı. Sohbet, muhabbet eşliğinde birkaç çeşitten oluşan kahvaltımızı tamamlayıp tüm arkadaşlar gibi ben de abdest alma sırasına katıldım.
Onlarca kişi tek bir banyo ve tuvaleti kullanmak zorundaydık, haliyle bu da uzun bekleme sürelerine sebep oluyordu lakin arkadaşlarımız burada bile fedakarlık yapıyor sırasını birbirine veriyordu. Abdestini alanlar hemen, daha önce paylaştığı cüzleri okumaya başladı. Abdestimi alıp geldiğimde elimizdeki Kur’an-ı Kerimler’in yetersiz olduğunu, koğuşta herhangi bir meal ya da tefsir de bulunmadığını fark ettim.
Kimsenin ibadetini bölmek istemediğimden o anları Duha ve kaza namazları kılarak geçirdim. Bulduğum ilk fırsatta, neden bir meal ya da tefsirimiz olmadığını sorduğumda ise ”Zaten süreç kısa sürecek, burada çok kalmayız” cevabıyla karşılaştım. Biraz daha geç tutuklanmanın verdiği gözlem ve dışarıda şahit olduklarım nedeniyle yutkunsamda arkadaşların maneviyatını kırmamak, onları sükut-u hayale uğratmamak adına sessiz kalmayı tercih ettim. Yaşadığımız bu süreçte zindandaki hikayeler de mazlumlarda hep benzerdi aslında…
İnsanoğlunun, Yaradan’ın verdiği sabırla bulunduğu her zorluğa zamanla alışmayı denediğini de burada öğrendim. Aradan günler, haftalar ve hatta aylar geçtikçe üzerimize çöken hüzün atmosferini dağıtmaya, sinelerimizdeki umutsuzluk yangınını hafifletmeye çareler aramaya başladık. Böylece, asra meydan okuyan, küfre karşı en büyük mücadeleyi vermiş Risale-i Nur’ların koğuşa girme vaktinin geldiğine de kanaat getirmiş olduk.
Ailelerimizin dışarıda dişinden tırnağından arttırıp bize gönderdiği paralardan ayırarak, cezaevi yönetiminin de insafsızlığı neticesinde, piyasadaki en pahalı külliyattan daha pahalı bir külliyat koğuşumuza geldi ve aylar önce ”tefsire, meale gerek yok” diyen kardeşlerim, kura ile hangi kitabı ne kadar sürede okuyacağını seçti.
Aradığımız soruların cevaplarını Risalelerde bulduk
O günden sonra herkes adeta gönlündeki yaraları Risalelere açmaya, sorularını yine Risalelere sormaya başladı. Sanki Bediüzzaman bizimle koğuşta yaşıyormuş gibi beynimizdeki her soruya eserleriyle cevap veriyordu. ”Başımıza neden bunlar geldi?” düşüncesiyle sayfayı çevirdiğimizde, ”Kardeşlerim,
Gerçi yeriniz çok dardır fakat kalbinizin genişliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabilik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvalar ve ‘Böyle olmasaydı şöyle olmazdı’ diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır, şükür ve kazaya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız.” bölümünü okuyorduk.
”Çoluğumuz çocuğumuz bizsiz ne yapacak dışarıda” dediğimizde, ”Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur’âniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlâhî tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzâk-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek… Madem hakikat budur حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deyip teslimle şükretmeliyiz.” cevabını alıyorduk.
Hayatın bunalttığı anlarda, dünyanın bütün dehşetiyle üzerimize yüklendiği zamanlarda ise “Ey hapis musîbetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız; ahiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bakiyeniz gülsün, tatlılaşsın; hapisten istifade ediniz. Nasıl, bazen ağır şerâit altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir; öyle de sizin, bu ağır şerâit altında, her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup, o zahmetleri rahmete çevirir.” satırları ruhumuzu aydınlatıyordu.
Biz de böylece, her ne durumda olursak olalım, ne yaşarsak yaşayalım, tahkik-i imana ulaşmak, ”bu davada ben de varım” demek, asrın fitnelerine karşı ayaklarımızın sabit kadem kalması için Risale-i Nur’a ekmek ve su gibi ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anladık.
Ve o zor günleri geride bırakan bir Yusuf olarak, asrın en büyük iftiralarına maruz kalmış Muhterem Hocamın duasıyla cezaevindeki kardeşlerimi anıyorum; ”Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Ey gariplerin sahibi… Ey mazlumların sahibi… Ey mağdurların sahibi… Ey mahkumların sahibi…’ Onların hepsini birden, tasavvurları aşkın, sürpriz şekilde salıver Allah’ım! Ne olur?! Onları eski hallerine, güzel durumlarına yeniden iade buyur!.. Haklarını, imkanlarını iade buyur!.. Onlar, bir kısım mutasallıtların, mütegalliplerin, mütemelliklerin tasallutuna, saldırısına, tahakkümüne maruz kaldılar; o zalimlerin ve münafıkların ellerinden onları kurtar!..” Elfü elfi amin.
Yusuf İbrahimoğlu