Izdırap ve çile, bu yolun kaderidir. O hâlde irşâd ve tebliğ adamı, daha işin başında ızdırap ve çileye razı olmalıdır. Tıpkı nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve bütün salih mürşitlerin razı olduğu gibi. Evet, İlâhî davanın kudsî hameleleri de mutlaka bu zatların takip ettikleri yolu takip edecek ve onların çekip gördüklerini mutlaka görecektir. Eğer bu yol tabiî bir yol ise, bu yolda sapma, hedef ve gayeden uzaklaşma manasına gelir. Gayeden uzaklaşan insana ise, mürşit ve mübelliğ demek doğru değildir.
Hz. Nuh (as) bu çileyi, asırlarca çekmiştir. Hz. İbrahim (as) bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (as) İsrailoğulları’ndan çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (as) ikiye biçilmiştir. Hz. Mesih’in yüzü tebessüm görmemiştir. Çünkü bu dava ağırdır, bu dava zordur ve bu davada iradenin kavgası verilmektedir. Dolayısıyla da o, cidalin en çetinidir. Bu kaderi sevemeyen, bu yolda severek çileye katlanamayan insanlar, nebilerin gittikleri bu kulvarda iz sürüp ilerleyemezler. Bir yerde iradeleri gevşer, dizlerinin bağı çözülür ve tökezlerler…
Hâris b. Hâris (ra) anlatıyor:
“Babamla Beytullah’a gidiyorduk. Ben o gün küçük bir çocuktum. Beytullah’a yaklaşmıştık ki, büyük bir kalabalığın, aralarına aldıkları, üzerine üşüştükleri ve durmadan dövdükleri birini gördüm. Babama kimi dövdüklerini sordum. ‘Bir Sâbiî’yi’ cevabını verdi. Ben o gün için bunun manasını anlamamıştım. Ancak biraz sonra o dayak yiyen insanın Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu görmüştüm ki, sürekli: ‘Ey insanlar ‘Lâ ilahe illallah’ deyin kurtulun.” diyordu.’
Haris b. Haris (ra)’ın, çocukluk hafızasına yerleşmiş ve silinmeyecek şekilde onun ruhunda iz bırakmış bu tür vakalar, Mekke döneminde başta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere, bütün Müslümanların normal hayatlarının bir yanı hâline gelmişti. Evet, onların her günü hep böyle geçiyordu.
Bir defasında yine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e saldırmış ve O’nu kan revan içinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Fatıma (r.anha) koşarak gelmiş, hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor hem de ağlıyordu. Ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) o hâlinde dahi kızını teselli edip, “Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir.” diyordu.
Bir başka gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Kâbe’de namaz kılıyordu. İbn-i Ebi Muayt -ki kavminin en şakîsi idi- arkadan geldi ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in boğazına sarılarak sıkmaya başladı. Durumu haber alan Hz. Ebû Bekir (ra) oraya koştu ve: ‘Rabbim Allah’tır dediği için bu insanı öldürecek misiniz?’ diyerek Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile onların arasına girdi.
Ve Hz. Ebu Bekir (ra).. kim bilir kaç kere, Mekke sokaklarının herhangi bir yerinde, dayaktan dolayı baygın düşmüş ve tanıyan bir-iki kişi tarafından sürüye sürüye evine götürülüp bırakılmıştı. Gözünü açtığı zaman da, ilk sözü; ‘Allah Resûlü’nün durumu nasıl?’ şeklinde olmuştu!..
Ammâr’lar, Bilal’ler, Talha’lar…
Ammâr bir köşede, babası Yasir diğer bir köşede, evin kadını Sümeyye ise (r.anhüm) daha başka bir köşede vücutları dağlanırken, bu yolun kaderini tarihin mermer sütununa nakşetmiş oluyorlardı. Bilal (ra), taşlar altında ‘Ehad, Ehad..’ diye inlerken, sanki bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in müezzini olma liyakatinin imtihanını veriyordu. Talha b. Ubeydullah (ra), annesi tarafından elleri-ayakları zincire vurulup, sokaklarda süründürülürken, Zübeyr b. Avvam (ra), hasıra sarılıp yakılırken hep bu yolun rengini aksettiriyorlardı.
Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü’s-Sehmî (ra), Romalılar’a esir düşmüştü. O’na günlerce işkence yapmış ve sonra Hıristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda; “Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu ederdim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm.” demişti.
Evet, tebliğ adamının her zaman şevk ve iştiyak ateşi, batmayan bir güneş gibi olmalıdır; olmalıdır ve etrafı aydınlatma, onun hayatının gayesi hâline gelmelidir. Muvaffakiyete giden yol, ızdırap ve çileden geçer.
Kur’ân, hakkı verilerek okunmalı
Her mü’minin, Kur’ân-ı Kerim’den Fatiha’yla beraber en az iki kısa sureyi doğru olarak okuyup öğrenmesi farzdır. Aslında bir insan en fazla bir gün içinde, Fatiha, Kevser ve İhlâs surelerini doğru bir şekilde rahatlıkla öğrenebilir. Bu sebeple namazları doğru kılmak için en azından bu üç sûrenin öğrenilmesi bir esastır.
Kur’ân okurken kelimelerin yanlış telaffuz edilmesi doğru değildir. İnsan, doğru öğrendiği hâlde sürç-i lisan veya hata ile yanlış okuyabilir. Allah bundan dolayı —inşallah— onu muaheze etmez. Ancak kişinin doğru okuması biraz gayretle mümkünken, bu işe fazla önem vermeyip lâkayt ve laubali kalması, Kur’ân-ı Kerim’e karşı bir saygısızlık sayılır. Mü’min, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’ı, en saygılı bir eda ile saygı dolu bir hisle, en saygılı nağmelerle ve en saygılı olduğu bir ruh hâleti içinde eda etmeye çalışmalıdır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kur’ân okuyan bir insan, Allah ile konuştuğunu söylese ve yemin etse yemininde hânis olmaz.” buyurmaktadır. Kur’ân okurken Allah ile konuştuğunun şuurunda olan bir insan, mutlaka kendine çekidüzen verecektir. İnsanın, komutanının karşısında emir tekrarı yapıyor gibi kelimesi kelimesine ve her kelimenin ruhî seviyesine göre üzerine basa basa, onlardan zevk duya duya ve o kelimeleri âdeta içiyor gibi okuması, Kur’ân’a ve Sahib-i Kur’ân’a karşı saygısının ifadesidir.
Kur’ân kıraatinde eksikleri olan bir mü’min, fırsatları değerlendirmeli, bir bilenin huzurunda Kur’ân’ı doğru telaffuz edebilecek şekilde öğrenmeli ve namazlarını çok Kur’ân okuyarak eda etmelidir.
Bir iki asırdan beri maalesef Türk milleti Kur’ân okumamakta ve aynı zamanda Kur’ân’ı da bilmemektedir. Bunu söylerken bazı hafızların belli münasebetlerle gırtlak çatlatarak okudukları Kur’ân’a, hususiyle okudukları Kur’ân’da hakk-ı temettü arayan ses sanatkârlarının okuduklarına Kur’ân demediğim için, milletimiz Kur’ân okumuyor diyorum.
Oğlum, Kur’ân Oku!
Evet, Kur’ân, Allah kelâmı olarak okunmalıdır. Mevlânâ İkbal, şöyle demektedir: “Ben sık sık Kur’ân okurdum. Buna rağmen babam her defasında bana ‘Oğlum, Kur’ân oku!’ derdi. Bir gün canıma tak etti ve babama, ‘Baba, ben hiç elimden bırakmıyorum ki bu mübarek kelâmı.’ dedim. Bunun üzerine babam bana şöyle dedi: ‘Oğlum, Allah’ın şerefli elçisi Hz. Muhammed’e indirdiği Kur’ân’ı, Hz. Muhammed’e inmiş bir Kur’ân olarak okuma! Kur’ân’ı, doğrudan doğruya Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi oku! Yani Sana söylediği şeyleri, emri tekrar ediyor mahiyetinde dön Allah’a karşı tekrar et ve öyle oku!”
İşte bu mânâda Türk insanı Kur’ân okumamaktadır. Şimdilerde bir mânâda hecelenen ve gittikçe de büyüyen, gelişen, kemmî gelişmesine muhâzî (paralel) olarak, keyfiyet açısından da ona daha derince yaklaşan, dahası onu okurken gözleri yaşaran, yüreği ürperen kutlu bir nesil, bizler gibi kadir bilmezlerin yerini alıp ona sahip çıkacağına ümidim tamdır.
Rabb’im, Kur’ân’a karşı sinelerimizi saygıyla mamur kılsın.
Kaynak: Fethullah Gülen Tarih: 07 Şubat 2014