Arapçada yön ve cihet manasına gelen kıble kelimesi, ıstılahta ibadetler için özellikle de namaz kılmak için dönülecek yönü belirten bir kavramdır. “İbadetler için” diye zikretmemizin sebebi namazın yanında dua ederken, kurban keserken, ihrama girerken ve ölüyü kabre yerleştirirken de kıblenin yönümüzü belirleyen bir şiar olarak karşımıza çıkmasıdır. Hatta Müslümanlar bu şiara o kadar saygılı olmuş ve hürmet beslemişlerdir ki ayaklarını kıbleye doğru uzatarak oturmamaya ve yatmamaya bile özen göstermiştir. Yatağını, kıble istikametine dönmemek için buna göre ayarlamış ve bu anlayışla evlerini bina ederken, ihtiyaç giderilecek mekanların da yönüne dikkat etmiştir. İnananları bu hassasiyete davet eden de bizzat Allah Resûlü’dür: “Abdest bozacağınız zaman, kıbleye karşı durmayın, arkanızı da kıbleye karşı çevirmeyin, yüzünüzü doğu veya batıya doğru çevirin!” Sahabeden Ebû Eyyûb anlatıyor: “Şam’a geldiğimizde kıbleye doğru yapılmış tuvaletlerle karşılaştık. Kıbleden mümkün oldukça yönümüzü çeviriyorduk, bir yandan da Allah’tan günahlarımızın affını diliyorduk.”
İbadet için kıble belirlenmesi sadece İslam dinine has bir uygulama değil diğer semavi ve beşerî dinlerde de bulunmaktadır. Hatta bazı inançlarda ibadet esnasında belli bir yöne dönmenin ötesinde bizzat yönlerin kutsandığı da görülmektedir.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem yeryüzüne indirildiğinde, Allah adına ilk mabed olarak Kâbe’yi inşa ederken, insanlığın kendisine yöneldiğinde Rabbine dönmüş olacağı kıblesi de belirleniyordu. İnsanlığa hidayet ve sevap kaynağı olarak kıble kılınmış bu mübarek mekan asırlar içinde kaybolsa bile, Cebrail aleyhisselamın rehberliğinde Hz. İbrahim’le yeniden gün yüzüne çıkarılmış ve tekrar insanlığa emanet edilmişti.
Hz. İbrahim, oğlu İsmail’le birlikte insanlığın ortak kıblesinin temellerini yükseltirken bu amellerinin kabulü yanında gelecek nesilleri için de dua ediyorlardı: “Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen müslüman kıl. Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir müslüman ümmet yetiştir. Ve bizlere ibadetimizin yollarını göster, tevbelerimizi kabul buyur. Muhakkak ki tevbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Ey bizim Hakîm Rabbimiz! Onların içinden öyle bir Resûl gönder ki; kendilerine senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları tertemiz kılsın. Muhakkak ki Azîz Sen’sin, Hakîm Sen’sin.” Hz. İbrahim, Beytullah’ın inşasını tamamladıktan sonra ise insanların kalblerinin buraya meylettirilmesini, yönlendirilmesini de Rabbinden dilemişti.
Kâbe’nin inşasından kırk yıl sonra ilk olarak yine Hz. Adem’in elleriyle inşa edilen Mescid-i Aksa ve Kudüs şehri de kaybolunca onun yeri de Hz. Davut aleyhisselama gösterilmiş onunla başlatılan mescid inşaatı Hz. Süleyman tarafından tamamlanmıştı. Beytü’l-Makdis’in inşaatını tamamlayan Hz. Süleyman aleyhisselamın da Rab’binden taleb ettiği üç şeyden birisi de yine bu mabedin bir merkez, bir kıble haline gelmesiydi: “Allah’ım! Sen’den, hükmüne uygun hüküm verme güç ve kabiliyeti, benden sonra kimselere nasip olmayacak bir mülk ve saltanatı ve bir de yalnızca namaz kılmak niyetiyle Mescid-i Aksa’ya gelenlerin bağışlanmasını istiyorum.” Onun bu isteklerini bize bildiren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hadisin devamında şunu da ifade etmektedir: “Cenab-ı Hak, Hz. Süleyman’a bunlardan ilk ikisini vermiştir. Üçüncü dileğinin de kabul olmasını umarım.”
Kıbleye Duyulan İhtiyaç
Kıble uygulaması, insanlığın atası Hz. Adem (aleyhisselam) ile başlamış ve bütün Peygamberlerle devam ettirilmiştir. Allah (celle celaluhu) her kavme gönderdiği Peygamberler ve farklı şeriatlerle bazen Kâbe’yi bazen de Mescid-i Aksa’yı kıble olarak belirlemiştir. Gelen vahyin üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra Peygamberlerinin getirdiği dinî esaslardan uzaklaşan ve onların belirlediği kıbleden sapan toplumlar bile kıblesiz kalmayıp kendilerine yeni bir kıble belirlemişlerdir. Zira bu insan tabiatının fıtrî bir ihtiyacıdır. Kur’ân’ın, “Herkesin yöneldiği/yöneleceği bir yön vardır…” ayeti de buna işaret etmektedir.
Vahyin bildirdiği bu temel hakikati de esas aldığımızda, her din ve millet için kıblenin vazgeçilmez bir önemi olduğunu söyleyebiliriz. “Zira vücutta ruh ile bedenin derin bir ihtilatı vardır. Bir diğer ifadeyle ruh ve beden bir bütündür. Vücut, bunların birinden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla cismanî bir tezahür ifade edemeyen ruhaniyetin hiçbir hükmü yoktur. Ruhun ise en büyük şiarı vahdet olduğu ve aynı zamanda her vicdanın, her kalbin ruhanî duyguları kendine has bulunduğu için cismanî bir tezahürde birleşmeyen ruhlar arasında tam bir vahdet bağı kurulamaz. Dolayısıyla sadece ruhanî bir bağ üzerine kurulu ictimaî bir yapı/ruh düşünülemez. Birbirine benzer fertler arasında ruhaniyet birliğinin varlığı, beyinlerinde bir cismani vahdetin varlığının tezahürü ile ancak bilinebilir. Bu suretle ruhaniyet cismaniyetten, cismaniyette nuraniyetten karşılıklı beslenir ve güç kuvvet alır. İctimaî ruh da bu sayede teşekkül eder ve ümmet bununla tekevvün eder. Bunun için kıble, bir ümmetin vahdet-i nuraniyesine hem temel teşkil eden hem de kefil olan ilk tezahür-ü cismanîdir.” Bundan dolayı kıblesiz ümmet olamaz. Dolayısıyla her ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır. Bu, onların hem ferdî hem de sosyal hayatları için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Kıblenin Ferde Kazandırdıkları
Müslüman ferdin iç dünyasına bakan yönüyle, Allah Resûlü, “Sizden birisi kıbleye yöneldiği zaman Allah’a yönelmiş olur” buyurarak, namazlarında Kâbe’ye yönelen Mü’minin, kalb ve ruh ufkunda Allah ile kuracağı hususi irtibata dikkat çekmiştir. İnsan için böyle hususi bir irtibat da onun ruhunun ihtiyacıdır. Bu ihtiyacın giderilmesi adına bir mekân ya da kıblenin belirlenmesi yukarıda belirttiğimiz gibi insan fıtratının gereğidir. En-Nedvî, bu konuyu izah ederken şu önemli tespiti yapmaktadır:
“İnsan tabiatı, iman ve ibadetle ne kadar inkişaf etse de yine insan tabiatıdır. Her insanın yapısında maddî gözleriyle görebileceği, yakınlığıyla vuslat arzusunu giderebileceği bir arama-bulma isteği vardır. Onun karakterinde, aradığına yakın olma, onunla buluşma, ona saygı gösterip teslim olma gibi önüne geçilmez şiddetli isteklerini dindirme çabaları vardır. Bunun için Allah (celle celaluhu) kendi mukaddes varlığına işaret eden ve sadece onun için ziyaret edilen, âlem-i şehadette O’na yönelmede kıstas kabul edilen (kıble) görülebilen hatta içine girilebilen mekanlar belirlemiştir. İşte Mescid-i Aksa ve Kâbe bunlardan iki tanesidir. Bu mübarek mekanlar üzerinde Allah’ın rahmetinin o kadar tecellisi ve öyle bir inayet nazarı vardır ki onları görünce mutlaka Allah hatıra gelir. Ayrıca bu alametlere öyle pek çok olaylar, muameleler ve ameller bağlıdır ki insana tevhidi, O’nun sonsuz nimetlerini, peygamberlerin iman ve teslimiyetlerini, cihat, sabır ve şükürlerini hatırlatırlar. Kıble tayin edilen bu mekanlar vasıtasıyla Zat-ı zül-Celâl, insanlara, sevgilerini artırmalarına, O’na yakın olma ve O’nu görme isteklerini dindirmelerine izin vermiştir. Bunun için ibadetlerinde ona doğru yönelmeyi emretmiş ve imkânı olanları onu ziyarete davet etmiştir.
Kıblenin İctimaî Hayata Kazandırdıkları
Kutsal mekanlara ve Rabbe yönelişi temsil eden kıbleye duyulan ihtiyaç, tevhid adına belli bir alanı merkezileştirmekle kalmamakta, müminlerin kalblerini de aynı noktada cem etmektedir. Rabbe inanan herkesi bir gayede birleştirerek kaynaştırmakta ve hedef birliğini sağlamaktadır. Bu anlamda kıble birliği, İslam’da sosyal hayatın vazgeçilmez bir dinamiğidir. Kıblenin bu hususiyetini Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle ifade etmektedir: “Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz hayvanın etini yerse o kimse, Allah ve Resûlü’nün güvencesi altındaki Müslümandır. Allah’ın verdiği, güvenceyi bozmayın.”
Burada hadiste geçen “kim bizim kıblemize yönelirse” ifadesinde kıble birliğine yapılan vurgu mevzumuz açısından önemlidir. Zira kıble birliği, aynı inanç, aynı hedef, aynı ruhî ve manevi temayüllere sahip bulunan kimseler arasında bütünleşebilmenin ve istenilen ölçüde kaynaşabilmenin vesilelerinden bir tanesidir. Bu birlik, sadece yüzün aynı yöne dönme meselesi değil hem maddî hem de manevî alanda ortak şuura bağlı bir toplumun teşekkülünü ifade etmektedir. İşte bu da yukarıda belirttiğimiz gibi ancak maddi bir tezahürle yani Kâbe ve kıble hakikatiyle olabilir. Namaz da bu birliktelik için önemli bir role sahiptir. Günde beş vakit inananların bir araya gelmesi, saf bağlayıp aynı kıbleye yönelerek cemaatle namazlarını eda etmeleri, ictimaî vahdetin oluşması ve canlılığını devam ettirmesi adına önemli bir vesiledir. “Namaz, dinin direği” olduğu gibi, aynı kıbleye yönelerek onu cemaatle eda etmek de ictimaî vahdetin temel bir direğidir.
İşte, ister ferdin maneviyatta derinleşmesi ve olgunlaşması isterse içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesi (tevhid) adına kıble ve namazın merkezî bir rolü vardır. Bundan dolayıdır ki inanan toplulukların İslam’a aidiyetleri ifade edilirken yöneldikleri kıble ve cemaat halinde eda ettikleri namazlar öne çıkarılarak “ehl-i kıble” veya “ehl-i salât” ifadeleri kullanılmıştır. “Mescide devam edenin imanlı olduğuna şahitlik edin. Zira Allah, ‘Mescitleri ancak Allah’a ve ahirete iman eden kimseler imar eder.’ buyurmuştur.” hadisi de bu hakikati ifade etmektedir.
Dolayısıyla kıble ve ona bağlı ibadet birliği, İslam toplumunun en temel birlik bağlarını oluşturmaktadır. Bu yönüyle kıble, müslümanları birbirine bağlayan nurani bir bağdır. Bediuzzaman’ın ifadesiyle sadece müminleri birbirine bağlayan değil yeryüzünü arşa bağlayan nuranî bir sütûndur: “Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir ki semavatı Arşa kadar takmış ve nazm edip küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir nuranî direği olmuştur. Eğer perde açılsa hatt-ı şâkül ile senin gözünün şuası namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleye temas ve musafaha edecektir.”
Evet, yeryüzünün neresinde olursa olsun mümin topluluklardan her birinin Beytullah’a yönelecek bir ciheti vardır. Kuzeyde yaşayanlar onun kuzeyine, güneyde yaşayanlar güneyine, şarkta yaşayanlar şarkına, batıda bulunanlar batı cihetine yönelebilirler. Dolayısıyla dünyanın her tarafından ona yönelen kimseler onun etrafında dairevî bir saf teşkil ederek yek-vücut olur ve aynı hedefe kilitlenmiş büyük bir cemaati oluştururlar. Aynı anda milyonlar halinde tek yürek olarak Allah’a yönelir ve sadece O’na ibadet eder, sadece ondan yardım isterler. Böylece dualar ve yakarışlar külliyet kesbedince kabule daha da yakın olur.
Kıbleye Dönmek Bir Başlangıçtır
Nerede olursak olalım, ibadetlerimizde, dualarımızda kıbleye dönmek ve bir vahdet oluşturmak, işin başlangıcıdır. Asıl mesele sadece kıbleye dönmekle bitmiyor hakikatte ondan sonra başlıyor. Zira bu yönelmenin bir mana kazanabilmesi ve Allah katında bir değer ifade edebilmesi için bir başka yön gerekmektedir. O da “herkesin yöneldiği/yöneleceği bir yön vardır” ayetinin devamında şöyle gösterilmektedir: “Haydin öyleyse hep hayırlara koşun, hayır işlemede yarışın!” Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayeti tefsir ederken şu gerçeği dile getirmektedir: “Aynı kıbleye yönelerek büyük bir cemaat teşkil etmekte maksat, muntazam/mükemmel bir vahdet ile hayır yarışına girmektir. Binaenaleyh sizden her biriniz yönelmesi gereken kıbleye döndükten sonra hayırlar işlemekte müsabakalar icra ediniz. Muhtelif cihetlerde farklı farklı ülkelerde bulunduğunuzdan dolayı da aranızda ictimaî bir vahdet yoktur zannetmeyiniz. Zira, “Her nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir.” Bir kıbleye teveccühünüz sayesinde cihetlerin farklılığına rağmen hepiniz tek bir cemaat olur, hepiniz Mescid-i Haram’da namaz kılıyor gibi muntazam bir heyet-i ictimaiye halini kazanırsınız ve ecrinizi o suretle alırsınız. Aklınıza, böyle şey olur mu diye de gelmesin.” Zira “Allah her şeye kâdir olduğu gibi sizi böyle toplamaya ve ecrinizi vermeye de kâdirdir.”
Sonuç
Kıble uygulaması, yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem aleyhisselamla başlamış ve bütün dinlerde devam ettirilmiştir. Bu yönüyle kıble insanlığın tarihiyle beraber başlamıştır. Bu bilgiden pekâlâ şu sonuca varabiliriz ki kıble, insan tabiatının bir ihtiyacıdır. İnsanın Halık’ına vuslat arzusunu bir nebze de olsa dindireceği bir Beytullah’tır. İnsanoğlunun maddî-manevî, bedenî-ruhî her çeşit ihtiyaçlarına karşılık veren Allah (celle celalhu), onun ruhunun bu ihtiyacına da cevap vermiş, ona yöneldiğinde Kendisine yöneleceği kutsal mekanlar belirlemiştir. Bu kutsal mekâna veya yöne dönüş, müminleri sadece Rabbine bağlamamış aynı zamanda birbirine de bağlamış, kenetlemiştir. Bu anlamda kıble uygulaması Müslümanları birbirine bağlayan önemli bir bağdır, birlik vesilesidir. Ümmet-i vasatın vahdet-i nuraniyesine hem temel teşkil eden hem de kefil olan bir tezahür-ü cismanîdir. Ancak kıbleye dönüş her şey değil bir başlangıçtır. Asıl olan kendisine yönelebilmemiz için bize kıble vazeden Allah için hayırda yarışmaktır. Bunun için yardımlaşmaktır. Aynı kıbleye yönelen kıbledaşların meydana getirdiği kendisine imrenilecek örnek kardeşliği cihan çapında yaşatabilmektir. Bu anlamda kıble yeryüzünde tevhidin sembolü olduğu kadar birlik ve beraberliğin, kardeşliğin de remzidir.