Mazlumlar, mağdurlar nazar-ı itibara alınarak, onların o sıkıntıları, dertleri paylaşılmalı!.. Hani hep ism-i mef’ûl kipiyle ifade ediyoruz: Mazlûmiyetlerini, mağduriyetlerini, ma’zuriyetlerini, mahkûmiyetlerini, daha değişik gâileler ile malul bulunmalarını… Bunların hepsini birden düşününce tabii ızdırap duyarız. Bir de hey’et ile umumî alakadârlığımız var ise, Hizmet ile ciddî alakadârlığımız var ise, kardeşlik ruhu tam inkişaf etmiş ise şayet, paylaşırız o âlâmı, o mesâibi, o devâhîyi. Paylaşıyoruz onlar ile beraber… Onlar, bazıları içeride; bazıları evlatlarından, eşlerinden, arkadaşlarından, dostlarından, anne-babalarından ayrı, onun hasreti ve hicranı içindeler. Bizler de o heyet içinde bulunmamız itibarıyla, aynı vücudun birer parçası, birer unsuru, birer molekülü gibi aynı şeyleri, aynı sıkıntıları paylaşıyoruz.
“Bayram o bayram olur!..”
Antrparantez; bu paylaşma işi, biraz o kardeşlik düşüncesini derinlemesine duymaya vabestedir. Herkes aynı ölçüde duymayabilir: Bazılarını yatağa düşürecek şekilde felç eder, o türlü şeyler. Belki çok defa o, Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz iradesine hürmetin gereği, o iradenin muradı ne ise, ona saygının ifadesi olarak yaşamaya katlanır; iradesinin hakkını verir ve katlanır o meseleye. Fakat insan olarak -esasen- ızdırap duyar. Hani İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar etmişimdir, biliyorsunuz: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!”
Evet, nice kimseler tekme yemiş, sarsılmış veya şiddetli bir darbe ile, bir balyoz ile, bir hıyanet ile yerle bir edilmiş, düşmüş, tökezlemiş, sürüm sürüm hâle gelmiş… Bunların hepsini böyle vicdanımızda derinlemesine duymak, kardeşlik irtibatımızın sımsıcak olması ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Duyarız, paylaşırız onlar ile beraber…
Dolayısıyla, bir ferec, bir mahreç isterken de esasen hem onlar için hem kendimiz için istemiş oluruz. Onlar için öyle bir ferec ve mahreç olunca, biz de bir yönüyle bayram ederiz. Alvar İmamı hazretlerinin “İslam yeniden doğa / Bayram o bayram olur.” diye bir şiiri vardır. Ona, başka iki mısrayı Fakîr ilave ediyor:
“İslam yeniden doğa,
Bayram o bayram olur.”
“Bayram o bayram olur.” o Hazrete ait.
“Işık zulmeti boğa,
Bayram o bayram olur.
Her yana rahmet yağa,
Bayram, o bayram olur.”
Çoğaltabilirsiniz bunu… “…Bayram o bayram olur.”
Sonra bir de müstezat yapıyor ama müstezatların mısra uzunluğunda olmaması esastır: “Gör ne güzel îd olur.” diyor; o, ne güzel bir bayram…
Şimdi, onlar, o bayramın sevincini paylaşırken kendi aralarında, bunun size uzanan yanı da az değildir; siz de bir bayram neşvesi içinde kendinizi hissedersiniz.
Bir taraftan o duygunun, o düşüncenin insanda olması lazım. Bununla beraber, öyle bir bayramın gelmesi, o “ferec”in, o “mahrec”in zuhur etmesi bir yönüyle hem ibadet ü tâatimiz ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâmma, hem de Allah’tan sürekli aynı şeyleri istemeye vabestedir.
Allah’tan başka kim var ki, gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-i nefsin zararlarını defetsin; öyleyse Yunus-vâri O’na yakarmalıyız!..
Seyyidinâ Hazreti Yunus İbn Mettâ, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) dedi. -Lem’alar’daki o konunun izahına bakabilirsiniz.- لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ “Sen’den başka Ma’bud-u bi’l-Hak, Maksûd-u bi’l-istihkak yoktur. Sadece Sen’sin, Sen!” dediğimiz zaman… Gerçek, Sen’sin; bütün varlık, Sen’in vücudunun gölgesinin, gölgesinin gölgesi… “İlim”ler, Sen’in ilminin gölgesinin, gölgesinin, gölgesi… “İrâde”ler, Sen’in İrâde’nin gölgesinin, gölgesinin gölgesi… “Yok!” değil, var ama işte gölgenin varlığı gibi bir şey o. Bir “isneyniyet” -evet, usûliddin ulemasının ifade ettiği kelime bu- var burada fakat “Bir”isi esas, diğerine gelince o, zıllîdir ve izâfîdir.
Evet, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ Seni tesbih u takdis ederim!.. Burada “Sübhâneke” سُبْحَانَكَ kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ı evsâf-ı âliye ile tavsif etme ve noksan sıfatlardan da tebrie manasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın “Kuddûs” ism-i şerifinde de bu mana vardır. Hazreti Üstad, İsm-i A’zam gibi alıp yine Lem’alar’da zikrettiği o altı isimden biri de o; orada Kuddûs isminden de bahsediyor: Yeryüzünde maddî temizlik, nezahet, âhenk, eko-sistem ve aynı zamanda -orada ona çok temas edilmiyor ama- Cenâb-ı Hakk’ı tenzih manasına da gelir. Yani, Zât-ı Ulûhiyet:
“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”
“Sübhâneke” dediğimiz zaman, aynı zamanda bu manaları kastetmiş oluruz. Şu kadar var ki, Peygamber, kendi ufku itibarıyla meseleyi söylerken, çok derinlemesine söylemiş olur.
Zât-ı Ulûhiyeti, Zâtına şayeste ve lâyık tavsif ettikten sonra, kendi durumuna geçiyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ O kapının eşiğine başını koyarak, “Allah’ım! Başım, Kapının eşiğinde…” diyor. Evet, bu meseleyi daha arızasız ifade etmek için “rahmetinin eşiğinde, re’fetinin eşiğinde, şefkatinin eşiğinde…” demek, teşbih ve temsile meydan vermeden bir ifade tarzı olur; çok defa onu tercih ediyoruz ve (Çağlayan başyazılarında da) o tercih edilmişti esasen. “Başım orada…” سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ben, zâlimlerden oldum!” diyor. O hep -böyle- tekrar edip durduğundan dolayı balığın karnında, Zât-ı Ulûhiyet de onu kurtarıyor; balık getiriyor O’nu (aleyhisselam), bir sahile atıyor. Açık; Kur’an-ı Kerim’de, iki yerde net ve detaylı olarak anlatılıyor.
Ve sonra döndüğü zaman da Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, o bir insan halâs oluyor fakat yüz bin insan veya daha fazlası O’na (aleyhisselam) iman etmek suretiyle kurtuluyor; bu da O’nda inşiraha vesile oluyor ve Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu da ortaya konmuş oluyor.
Şimdi bu ayeti okuduk: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Sonra hemen اَللَّهُمَّ اجْعَلْ لَنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا “Allah’ım! Bize de ferec ve mahreç ihsan eyle!” diyebiliriz.
Nur-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyetin inkişaf etmesi
Antrparantez bir şey daha arz edeyim: Arkadaşlar çok güzel rüyalar gördüler. Bazen Efendimiz, doğrudan doğruya, yakazaten, temessül buyurarak çıktı karşılarına; bazen Hazreti Ebu Bekir, bazen Hazreti Halid… Bu “büyük” zatlar temessül buyuruyor. Tabii Efendimiz’in büyüklüğü, “büyüklük” sözü ile ifade edilemez. Fakat meseleyi nispetlere bağlayarak ifade etmemeli. “Büyük” O (sallallâhu aleyhi ve sellem); büyük… Fakir’in ifadesi ile “gâye ölçüsünde bir vasıta, bir vesile” esasen. Onun için, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Kelime-i Tevhîd’inde, Cenâb-ı Allah’ın ism-i şerifi ile Efendimiz’in mübarek ismi yan yana zikrediliyor.
Efendimiz, temessül buyuruyor; Hazreti Hâlid, temessül buyuruyor… Şahısların karakterlerine göre, o andaki sıkıntının keyfiyetine göre… Birisi de Yunus İbn Mettâ’yı (aleyhisselam) rüyasında görüyor. Fakat bazen onlar öyle net görülüyor ki, belki oradaki birkaçı da görmüş oluyor onu. Yunus İbn Mettâ’ya (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam) diyor ki “Sen, bu لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ duasını okudun; Cenâb-ı Hak, sana salâh ve necât verdi. فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ ‘O’nun yalvarıp yakarışına da hemen icabet ettik ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık, onu halas ettik.’ (Enbiyâ, 21/83) dedi.” Hazreti Yunus, o şahsa buyuruyor ki: “Ben onu, balığın karnında söyledim!”
Demek ki sıkıntı, seni öyle bir sıkacak ki, canın, gırtlağına gelecek; tâbir-i diğerle, esbâb bilkülliye sukût edecek fakat O’nun (celle celâluhu) ile irtibatını koparmayacaksın, her şeye rağmen… Hazreti Yusuf (aleyhisselam) gibi kuyunun dibinde bile… Cenâb-ı Hak vahyediyor; Hazreti Yusuf daha çocuk orada. Allah, ona vahyediyor; o işin encamını ona göstereceğini vadediyor. Dolayısıyla da ciddî bir itmi’nân içinde… Şikâyet ettiğine dair bir şey yok… Biraz sonra bir kova iniyor oraya; su çıkarılacağına, insanlığın güzeli, insanı bayıltacak güzellikte bir çocuk çıkarıyorlar oradan, kuyunun dibinden.
Bunun gibi, esbâb, bil-külliye sukût edince, esasen, nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. Dolayısıyla da لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ derken, bütün arkadaşlarımız/kardeşlerimiz için اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا niyazı da ilave edeceğimiz bir duadır.
Dudaklarımızdan dökülen her söz, kalbin tercümanı olmalı!..
Hani, tavır ve davranışlarımız, o kapıda olmalı; ayrı bir mesele. Fakat aynı zamanda beyanlarımız da olmalı… Öyle olunca, zaten beyanımız dilin-dudağın beyanı olmaz. Günümüzde her şey, dilin-dudağın beyanı… O câmilerde duyduğunuz din adına söylenen sözler, dilin-dudağın beyanı, kalbin sesi değil!..
Düşünürlerimizden bir tanesi… Antipatinize sebep olabilir ama ben çok seviyorum onu… Ağlayarak namaz kılan bir düşünür, bir akademisyen; kısmen de Fakir’in hemşehrisi sayılır. Fransa’da doktora yapmış, gelmiş; Denizli’de iken de Hazreti Pîr-i mugân, Şem’-î tâbân ile tanışmış. Namaz kılarken, hıçkıra hıçkıra ağlayan bir insan…
Antrparantez: Siz hiç camilerde ağlaya ağlaya bayılıp kendinden geçen insan gördünüz mü? Ben şahsen, belli bir dönemden sonra görmedim. Gençler, kendilerinden geçiyordu belli bir dönemde. Fakat bir yönüyle o ruh hâletini öldürdüler esasen, kezzâb döktüler onun üzerine, kendilerine benzettiler. O gençlik, namazdan uzaklaştı, uyuşturucuya alıştı, sigaraya alıştı, içkiye alıştı. Sözde İmam Hatipli oldu… Onu hayatî her birim içine sokacaklardı; kendileri gibi adam yetiştireceklerdi. Doğru, kendileri gibi adam (!) yetiştirdiler… Nifakın yapacağı odur esasen.
O zat, “gırtlak ağası” derdi bunlara, gırtlak ağası. “Ses sanatkârı” tabirini de kullanırdı, ses sanatkârı… O Mevlidcilere, o cenazelerde dua edenlere, cenazelerde Kur’an okuyanlara, kimseye bir şey ulaşsın diye değil de esasen kendilerini ifade etme, bir yaptıkları şey ile yapacakları başka bir şeye yatırım yapma adına… “Bir yerde güzel ses ile şöyle bir Kur’an okursak, başka bir yere de çağırırlar; buradan beş geldi ise, oradan da on gelir!” filan… Yaptıkları şeyler hep başka bir şeye bir yatırım… Dolayısıyla bunlara “gırtlak ağası” bile hafif geliyor zannediyorum; “ses sanatkârı” sözü de hafif geliyor.
Esas mesele; dil-dudak, kalbe tercüman olmalı!.. Öyle ise şayet, kalb, imanî heyecan ile mızrap yemiş gibi ürperiyor, titriyor ve dil-dudak da “Yahu dur, acele etme! Ben bir bunu tercüme edeyim!” diyor ve kendine göre kendi renk ve deseniyle bir kombinezon ortaya koyuyorsa, bu, çevrede hakikaten bayıltan/öldüren bir tesir uyaracaktır. Ricâl’i (Efendimiz’in hadislerini nakleden râvîleri) okuduğumuz zaman görüyoruz; mesela, Kuteybe İbn-i Saîd bir yerde Kur’an-ı Kerim okurken, sohbet ederken, dört şahıs birden ölüyor orada.
Evet… Hiç unutmam… Ben telsizci idim askerde; Abdulbâsid Abdüssamed’i dinliyordum, Kur’an-ı Kerim okurken. Kur’an-ı Kerim’i okuyunca, Tekvîr Sûresi ile bitiriyordu; o kadar güzel okuyordu ki!.. Ben daha sonra onu teyplerde görmedim; hakikaten insanı bayıltacak şekilde okuyordu. Demişlerdi ki: “Orada o Kur’an okurken, bir tanesi düştü, bayıldı ve öldü.” İşte okumaya bağlı bu, kalbin sesine bağlı; dilin-dudağın -Bağışlayın; bağışlıyor musunuz?- hırıltısına, mırıltısına değil. İnsan, bir ney sesi verebilecekse, ne diye hırıltıya, mırıltıya, başka mahlukların sesine-soluğuna kendisini salıyor ki?!.
Geriye dönelim; evet, antrparantezi kapadık. رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا Hâl, tavır ve davranış ile, öyle bir konum ihraz ediliyor ki, insan, öyle bir konum ile kendini konumlandırıyor ki, orada hakikaten dilinden-dudağından dökülen her şeyi enine-uzununa değerlendirdiğiniz zaman, analize tâbi tuttuğunuz zaman diyorsunuz ki, “Vallahi bu çok dile-dudağa benzemiyor. Bu, olsa olsa kalbin sesi-soluğu olur.” O kalb ki, “Dil, beyt-i Hudâ’dır; ânı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye, Rahman, gecelerde.” Evet, “Tecelligâh-ı İlahî”dir o; Allah, oraya tecelli ediyor, hususiyle gecelerde.
Bu Kıtmîr de, bu Hizmet’in içinde bulunanlar da, bu Hizmet de Sana emanet!..
Şimdi o durumu ihraz etmek lazım ve işte o رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا duasını da ona bağlamak lazım. Yunus İbn Mettâ’nın (aleyhisselam) sözünü de o şekilde anlamak lazım. Hakikaten esbâb, bilkülliye sukût ediyor, yapacak bir şey yok… Bütün gönlüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor. Sebepleri, elinin tersiyle itiyor, “Sadece Sen varsın, başka şey aramaya gerek yok!” diyor. Allah da (celle celâluhu), “Ben varsam, meseleyi Bana emanet ediyorsan, işte Ben de yapacağımı yapıyorum!” diyor, onu (aleyhisselam) balığın karnından çıkarıyor.
Çok defa diyorum ki: “Allah’ım! Bu Kıtmîr de, bu Hizmet’in içinde bulunanlar da, aynı zamanda bu Hizmet de Sana emanettir.” Bütün benliğim ile böyle diyorum: “Bunu başkasına, hükümete, devlete, siyasîlere emanet edersek, canına okurlar. Ama Sen, Emîn’sin. Sen, Mü’min ismi ile mevsûfsun veya müsemmâsın. Dolayısıyla hepsi Sana emanet!.. Nezd-i Uluhiyetinde, Hazîre-i Kuds’ünde bunları Sana emanet ediyorum, bahtına düştüm!.. Sen, emanete hıyanet etmezsin!” Bu açıdan da meseleyi Cenâb-ı Hakk’a havale etmek lazım.
Siz, bütün benliğiniz ile meseleyi O’na emanet ederseniz, O’nun da o engin lütfu ile, keremi ile mutlaka karşılığını bulursunuz. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” (Bakara, 2/40) “Verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de mukabelesinde bulunayım!” diyor. أُوفِ “Ben de vefâlı olayım.” diyor da burada fakat bunlar mukabele manasına gelir. “Sizin bu vefanız ölçüsünde, Ben de mukabelede bulunayım.” demektir. Ne yaptınız siz? Kul, kendi darlığı içinde, bir karış… Zât-ı Ulûhiyet, Kudsî Hadiste buyuruyor: “…Benimki bir adım. Siz bir adım attınız, Benimki gelme. Siz geldiniz, Benimki koşma. Sonra da dil olma, dudak olma, konuşma.” Yani siz kendi küçüklüğünüz ölçüsünde O’na karşı bir yaklaşım tavrı sergiliyorsunuz, O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğü ölçüsünde, onun ile mebsûten mütenasip bir teveccühte bulunuyor, hepsi bu.
Şimdi böyle bir ruh hâleti içinde -inşaallah- hem kendimiz için, hem de kardeşlerimiz için Cenâb-ı Hak’tan ferec ve mahreç talep edilirse, o, yere düşüp kalmayacaktır; Cenâb-ı Hak, kabul buyuracak, o fereci ve mahreci ihsan edecektir.
Ferec ve mahreç dualarımız bir vakt-i merhûna bağlı bulunabilir
Bir; esasen bir imtihan oluyoruz, bir mîâdı var bu meselenin. İnsan, bu imtihanda o mîâdı doldurup işin içinden pâk olarak, pîr u pâk olarak sıyrılıp çıkıyor.
İki; Cenâb-ı Hakk’ın belli bir dönemde bize lütfettiği imkanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı, Cenâb-ı Hak -adeta- “O vaktine erişip edâ edemediğiniz şeyleri katlayarak kaza edin!.” buyuruyor hâdiselerin diliyle. Kaza edince -malum- vaktin edasını da beraber yapıyorsunuz. Mesela; ikindiyi kaza ediyorsunuz; bir, ikindinin farzı, bir de başka bir farz. Bu defa vitesi yükselteceksiniz; dört ile gidiyorsanız, bu defa sekiz ile gideceksiniz. Bir de buna “temkin dörtlüsü” ilave edecekseniz şayet, on iki olur bu defa. Evet, edâ edeceksiniz onu; bu da ayrı bir mesele.
Vaktine erişip yapmanız gerekli olan şeyleri tam vaktinde edâ edemediğinizden dolayı… Mesela; başkaları ile dirsek temasına geçemediniz, şu dönemde yaptığınız gibi. Mesela; Ramazan iftarları tam veremediniz; üst seviyede, binlere tekâbül eden insanlar ile dirsek teması içinde olamadınız. Olsaydınız, sesiniz-soluğunuz, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun buyurduğu gibi, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktı ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm memnun olacaktı. Sizin rüyalarınıza girseydi, yaptığınız şeylerden dolayı size tebessümler yağdırması ile memnuniyetini gösterecekti.
Hiç tereddüdüm yok bunda; çünkü O’nun bundan başka arzusu ve isteği yoktur: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ hakikati, dünyanın dört bir yanında şehbal açsın. Yahya Kemal’in Ezan şiirinde dediği gibi:
“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî
Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi, şân-ı Muhammedî..
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî..
Ervâh cümleten görür “Allahu Ekber”i
Akseyleyince arşa, lisân-ı Muhammedî..
Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel,
Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî.” Sallallâhu aleyhi ve sellem…
Evet, O’nun size gösterdiği hedef, bu; gayb-bîn gözüyle görmüş, “Bir gün böyle olacak!” demiş. Aynı zamanda size bir hedef göstermiş; “O hedefi siz, kendi nesliniz olarak yakalamaya bakın!” Ama size müyesser olmayabilir. Siz o yolun yolcusu iseniz, hedefe terettüp eden sevap/derece ne ise, Allah, size onu verir; çünkü siz, hedefe göre kendinizi planladınız.
Bunun gibi; bir de bu… Cenâb-ı Hak, bize çok geniş imkanlar bahşetti, acaba bunlar rantabl değerlendirildi mi? Onun için “Ferec ve mahreç şahsî, içtimâî, kaderî pek çok kayıt ile mukayyet.” diyoruz; çok değişik yönleri var bu meselelerin.
Bir diğer husus; zalimleri iyi idare etme filan meselesi… İnsanlığın İftihar Tablosu, on üç sene Mekke-i Mükerreme’de eziyet görmüştü. Zâlimler, kâfirler, münafıklar, müşrikler, daha başka bütün bütün Allah belası ne kadar -bağışlayın- zirüzeber insan var ise, hepsi âdeta eziyet etmede, zulmetmede yarışmışlardı. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o zaman yapması gerekli olan şeyleri yapmıştı, hicret buyuracağı âna kadar. Yoksa iflah etmezlerdi o insanlar.
O, hicret buyurduğu zaman, Sevr sultanlığına kadar gidip, o kötü niyet ile kılıç bilemeleri gösteriyor ki, çok kötü şeyler düşünüyorlardı. Bugün, günümüzde bazı İslam ülkelerinde bir kısım tiranların aynı şeyleri düşündükleri gibi… “Evladından ayrı anne.. ölürse ölsün, bana ne!.. Benim saltanatım gitmedikten sonra!..” Bakın şu İslam dünyasına… Kapkara olmuş çehresi ile, kapkara saraylarda, kapkara düşüncelerle, hep kapkara dumanlar içinde insanları götüren insanlar… Evet, öyle bir şey fakat Allah’ın izni-inayeti ile, O yapması gerekli olan şeyleri yapmış ve sıyrılması gerekli olan günde de sıyrılmış-etmiş. Ama on üç sene onca şeylere maruz kalmasına rağmen, Allah’ın izni-inayeti ile, davasını bayraklaştıracak şekilde, Yesrib’i Medine yapmış, medeniyet merkezi yapmış. Bir muvazene unsuru olmuş, Hazreti Ömer döneminde. Hem de kısa bir sürede. “Kaç sene bu?” diyeceksiniz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’de on sene; Hazreti Ebu Bekir, üç seneye yakın; Hazreti Ömer efendimiz on sene; düşünün, yirmi üç sene… Atın-katırın sırtında… Tank ile, top ile, tayyare ile değil. Bir nesil… Bir nesil…
Sekîne ve itminan istemek
Dolayısıyla ferec ve mahreç dualarımız, vakt-i merhûna bağlı bulunabiliyor. Buna göre, ya arınmamız söz konusu, ya kaderin takdir buyurduğu mîâd var. Cenâb-ı Hak, bizi nezd-i Ulûhiyetine arınmış olarak, pâk, pirüpak olarak almak istiyor. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki insanların, “Yıldızlarım!” buyurduğu, أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; hangisine tutunursanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız!” buyurduğu O’nun ashabının arkasında saf bağlamak için esasen o ölçüde arınma, pirüpak olma mevzuu… O noktayı ihraz etmek için, o mevzuda bir kıvam sergileme, bir mukavemet sergileme… Hakikaten, Allah’ın izni-inayeti ile O’nun sesini-soluğunu bütün dünyaya duyurabilecek bir kıvam sergileme…
Şimdi Cenab-ı Hak, bunları murad buyurmuş ise, bunların hepsi azap gibi, ızdırap gibi, çile gibi görünse bile, yine Cenab-ı Hakk’ın rahmet tecelli-boyunda bize bir ihsanıdır; rahmet tayfları şeklinde algılayabilirsiniz bunları da. Evet, tereddüt etmeden… Dolayısıyla, onu intizar etmek lazım; acele etmemeli o mevzuda.
Kur’an buyuruyor: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekînesini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe, 9/40)
Sevr sultanlığında, Hazreti Ebu Bekir’in heyecanı, “Efendim’e bir şey olur diye!” endişesinden kaynaklanıyordu. Fakat Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) orada hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Onlar dolaşıp duruyorlar; O onların ayaklarını görüyor orada, belki ayaklarının sesini de duyuyor; öyle, mağara derin bir mağara değil. Ama örümcek ağı ile Allah (celle celâluhu) ahmakların önünü kesiyor; iki tane güvercin ile Allah, münafıkların önünü kesiyor. لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizimle beraberdir!” diyor. فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا “Derken Allah onun üzerine sekînesini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir.” Allah’ın kelimesi, ulyâ; kâfirlerin kelimesi, diyeceği-edeceği şeyler ise süflâ. Endişe etmeyin!.. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ “Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez.”
İşte Efendimiz’e o sekînenin inmesi, bir mana şeklinde oluyor, kalbde bir itmi’nan hâsıl oluyor. Kalbe inen -esasen- bir itmi’nân… Ne var ki, bunların hepsi, O’na bir teveccüh-i tam ile teveccüh etmeye vabestedir. Siz, teveccüh ederseniz, teveccüh, teveccüh doğurur. Teveccüh edin, teveccüh bulun!..
Amerika’daki mahkeme
Cenâb-ı Hak, inayetini sizinle/bizimle eylesin!.. İttirdi; iyi bir yerde duruyoruz. Yanılıp yanılıp zâlimlerin içinde bulunabilirdik. İşledikleri zulümlere bir kısım humekânın (ahmak ve sefillerin), ahmak-ı humekâdan tahammuk etmiş (en ahmak ve sefil kimselerden daha ahmak hale düşmüş) insanların bulundukları gibi bulunabilirdik. Sürü gibi onların arkasından sürüklenebilirdik. Allah (celle celâluhu), değişik şekilde ayıkladı. Bazı arkadaşlarınızı içeriye koydu. Bir kısmı da sizler gibi hicret etti. Bununla İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “Benim namım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir.” müjde ve hedefini gerçekleştiriyor.
Dünyada şu anda sizi duymayan insan yok!.. Amerika’da şu anda bir mahkeme oluyor. (Bakınız: http://www.tr724.com/akpli-4-bakan-washingtondaki-mahkeme-dosyasinda-guleni-kacirma-davasi-basladi/ ve https://zamanaustralia.com/2019/07/24/abdde-juri-kararini-verdi-guleni-kacirma-davasinda-amerikali-is-adami-kian-oybirligiyle-suclu-bulundu/) Tam yirmi tane güçlü şirket -burada- kiralamışlar, güçlü avukatlar tutmuşlar, “Harekete mensup insanları derdest edin.” diye… Başta sizin arkadaşlarınızdan bir Kıtmîr var, başta o olmak üzere… Tabii o olduktan sonra, burası Türkiye’ye insanları taşımak için bir liman, bir rampa olacak. Birer birer herkesi derdest edip, oraya gönderecekler. Artık onlar da orada hücrelerde ölüme terkedilecekler. Yirmi tane, otuz tane avukat tutuyorlar; yirmi tane, otuz tane şirket buluyorlar. Tonlarla para harcıyorlar… Sadece bir tanesi biliniyor medyada ama savcılar hepsini biliyorlar. Bir tanesi de bir adam için sadece on beş milyon dolar… Ve bu meseleyi teklif edenler, pazarlık yapanlar da o Kapadokya’dan iki tane… Neyse isimlerini söylersem gıybet olur; iki tane bakan. Bakan… Evet, bakıp da göremeyen insanlar; bakan… Şimdi bir tane insan için böyle yaparlarsa, meseleyi beyninden vurdukları zaman, esasen diğerlerine ne yapacaklarını kestiremezsiniz.
Böyle bir hınç karşısında, Allah (celle celâluhu), sizi koruyor. Hâlâ her gün gelip insanlar, oraya sığınıyorlar. Estağfirullah “sığınma” ne demek; esasen misyonlarını edâ etmek üzere yer değiştiriyorlar, cebrî hicret yapıyorlar. “Cebrî hicret” de “ihtiyarî hicret” de çok değerli; râcih-mercûh münasebetiyle bazı yönleri ile o efdal, bazı yönleriyle de o efdal. Evet, dünküler ihtiyarî hicret ile sevabı kazandılar. Bugünküler de yerlerini-yurtlarını, mallarını-mülklerini terk ettiler; bir yönüyle onun acısı var sinelerinde ama “Olsun!” diyorlar, “Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın da, ne olursa olsun!” diyorlar.
اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ؛ مِنَ السِّيَاسِيِّينَ، وَالْعَسْكَرِيِّينَ، وَالشُّرْطِيِّينَ، وَاْلاِسْتِخْبَارِيِّينَ، وَالْعَدْلِيِّينَ، وَالْمُلْكِيِّينَ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ * يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، اِسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ، وَإِنْ لَمْ نَكُنْ أَهْلاً، فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ
“Allah’ım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Allah’ım, bize düşmanlık yapan politikacı, bürokrat, asker, polis, istihbaratçı, hukukçu ve diğer meslek erbabının bütününe karşı hayatın her biriminde ve dünyanın her yanında bize yardım et. Ey mutlak galip Azîz ü Cebbâr, Celil ü Kahhâr; dualarımıza icabet buyur; ümit ve beklentilerimizde bizi inkisara uğratma ve ellerimizi boş çevirme. Biz buna layık olmasak da böyle bir lütf ü kerem Senin şanındandır. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkrâm Sahibi!..”
. Kategori Bamteli Dosyaları M.Fethullah Gülen