İstek ve arzularımızın hüdâ eksenli mi yoksa hevâ u heves kaynaklı mı olduğunu nasıl tesbit edebiliriz? Bu mevzûda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
İnsanın, Hak yolunda bulunurken dahi hiç farkına varmaksızın hüdâyı bırakıp kendi hevâ u hevesinin peşine takılıp gitmesi her zaman için ihtimal dahilindedir. Bu sebeple hüdâ-hevâ ayrımı üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur.
Hevâyı hüdâdan tefrik etmenin iki yolu vardır. Bunlardan birisi zahirî yoldur. Burada insan, dinin açık emir ve yasaklarını göz önünde bulundurarak neyin hevâ, neyin hüdâ olduğunu görüp anlayabilir. Mesela insanın, temel kaide ve disiplinler çerçevesinde, Din-i Mübin-i İslam’ı, vaz’ ediliş esaslarına uygun olarak anlama cehd ve gayreti içinde bulunması hüdâdır. Fakat insanın, usulüddini, fıkıh metodolojisini göz ardı edip kendince vaz’ etttiği kuralları esas alarak dini yorumlamaya kalkışması hevâdır. Dinin temel kaide ve prensiplere uygun olmayan bu kuralların pozitif bilimlerin bir gereği gibi takdim edilmesi ya da tecdit veya reform adı altında yeniliğin bir icabıymış gibi sunulması, onları, hevâ ve heves mahsulü olmaktan çıkarmaz.
İbadet Yolunda Hevâ Tuzakları
Dini anlama tarzında olduğu gibi, ibadet hayatında da insan, hüdâ yerine hevâsının peşine takılıp sürüklenebilir. Mesela bir insan namaz ibadetini kusursuz denecek ölçüde mükemmel bir şekilde yerine getirse, ancak eda ettiği bu namazı “Allah’ım ben namazımı eda ettim, kullukta bulundum. Bana bir oğlan evlat nasip et” gibi bir karşılığa bağlasa, o insan Allah’a ibadet ediyorken hevâsının peşinde gidiyor demektir. Yanlış anlaşılmasın, elbette ki insan, dualarında, arzu ve isteklerini Cenab-ı Hak’tan ister. Biz, bir sahabî anlayışıyla kaybolan ayakkabımızın bağını bile Allah’tan talep ederiz. Ancak asla unutulmamalıdır ki, bir insanın her şeyi Allah’tan istemesi başkadır; ibadetlerini, içindeki bir kısım hesaplara bina ederek âdeta kendi isteklerinin gerçekleşmesi maksat ve niyetiyle ibadet yapıyor olması ise tamamen başkadır. Çünkü ibadetler, Allah rızasından başka hiçbir şey üzerine bina edilemez. Aksi durum insanın, çizgi dışına çıkması ve –hafizanallah– Allah’a kulluk yolunda gözüktüğü halde, Allah’a değil de, hevâ u hevesine kulluk yapması mânâsına gelir.
Bundan dolayıdır ki, ehlullah, ibadetlerin cenneti kazanma veya cehennemden azat olmaya bile bağlanamayacağını söylemişlerdir. Evet, Cennet arzusuyla Allah’a kulluk yapma mahzurlu görülmüş ve bu tür kimselere Cennet’in kulu, Cennet’in boynu tasmalı kölesi denmiştir. Aynı şekilde Cehennem endişesiyle Allah’a kulluk yapan kimseler de Cehennem’in kulu olarak görülmüş ve netice itibarıyla Allah’a kulluğun sadece Allah rızasına bağlanması gerektiği ifade edilmiştir.
Üstad Hazretleri’nin mesleğinde insan tabiatını inkar etmeme bir esas olduğundan, eserlerde, zevk-i ruhaniye kapı aralandığını görüyoruz. Mesela hatırlanacağı üzere Yirminci Mektub’ta, önce iman-ı billah zikredilmiş, sonra marifetullah, daha sonra muhabbetullah ve ardından da zevk-i ruhanî denilmiştir. Ancak burada bir hususun gözden kaçırılmaması gerekir. O da şudur: Eğer bu silsilede nazara verilen lezzet-i ruhaniye, ibadet neticesinde ve talep edilmeksizin ortaya çıkan bir zevk-i ruhaniyse, onda bir mahzur olmasa gerek. Fakat ibadet ü taat, zevk-i ruhaniye ulaşmaya bağlanmışsa, orada yine hevâ u hevese uyulmuş demektir. Çünkü hiç kimse Allah karşısında alacaklı değildir. Bizler ömür boyu başımızı secdeden kaldırmadan ibadetle meşgul olsak yine alacaklı konumunda olamayız. Çünkü biz zaten, Allah’ın ihsan buyurduğu sayısız nimetlerle alacağımızı tâ baştan almışız. Üstad Hazretleri’nin enfes ifadeleri içinde: “Ubudiyet mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.” Mesela vücudumuzdaki her bir organımız Allah’ın büyük bir nimetidir. Bir düşünün; bir dudağınız olmasa belki yine konuşabilirsiniz. Ancak böyle bir durumda olsanız ve imkanınız da bulunsa, size bir dudağı bir milyar dolara verseler alır mısınız, almaz mısınız? Bence sahip olduğumuz nimetlerin gerçek fiyatı işte budur. Kısasta ortaya konan diyet miktarını, onun gerçek bedeli olarak anlamamak gerekir. Çünkü kısastaki diyet miktarı, tecziye mülahazasıyla ortaya konmuştur. Yani diyetle, zarar veren tarafı cezalandırma, mağdur tarafı da memnun etme esas alınmıştır. Yoksa ortaya konan diyet miktarı insanın o uzvunun gerçek kıymetini ifade etmemektedir.
Cenab-ı Hakk’ın ahirette ihsan edeceği nimetlere gelince onların Allah’ın fazlından olduğu muhakkaktır. Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabeye “Unutmayın ki yaptığı amel, sizden hiç kimseye, Cennet’i kazandırmayacaktır” buyurmuştur. Sahabe efendilerimiz; “Siz de mi ey Allah’ın Resûlü?” diye sorduklarında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ”
وَلاَ أَنَا إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِى اللَّهُ مِنْهُ بِفَضْلٍ وَرَحْمَةٍ
Allah (celle celaluhu) fazl u rahmetiyle muâmelede bulunmazsa, evet, ben de!” (Buhârî, Rikak 18) şeklinde cevap vermiştir Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek beyanlarından açıkça anlaşılacağı üzere biz ancak Cenab-ı Hakk’ın fazl u rahmetiyle sarıp sarmalanır, siyanet edilirsek Cennet’e girebiliriz.
O zaman diyebiliriz ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cennet’e girmeyi Allah’ın fazlına bağladığına göre bizler de kulluğumuzu Allah’ın rızası dışında hiçbir şeye dayandırmamalıyız. Evet, kulluğumuzu ne zevk-i ruhaniye, ne Cennet’e girmeye ne de cehennemden tevakkiye bağlamamamız gerekir. Allah deyip oturmalı, Allah deyip kalkmalı, Allah deyip yatmalı ve böylece hevâ u hevesten uzak kalmaya çalışmalıyız.
İslam’ın temel prensiplerini çok iyi bilen bir kimse, zannediyorum mülahazalarını işte bu bakış açısına göre ayarlayabilir. Yani o bilir ki, Allah, Allah olduğu için Mabud-u Mutlak’tır, dolayısıyla kulluk sadece O’na yapılır. Evet, bu mülahazadaki bir insan şöyle düşünecektir: ‘Ben O’nun kuluyum. Benim kul olmam, O’nun da Mabud-u Mutlak olması benim O’nun karşında el pençe divan durmam için yeter bir sebeptir. O’na kullukta bulunmak için başka bir sebep aramaya gerek yoktur.’
Gizli Ajandalar Beklenmedik Hesaplar
Buraya kadar anlatılanlar hüdâ-hevâ temyizinde dinin sarih nasslarının söz konusu olduğu veyahut amel ve davranışların zâhirine göre kanaat belirtmenin mümkün olduğu hususlarla alakalıydı. Ancak bazı durumlar vardır ki, orada hüküm ferdin kendi vicdanına kalmıştır. O noktada açık ve net bir şey söylemek oldukça zordur.
Mesela siz, temel disiplinler açısından meseleye bakıp falan kişinin Allah’a kulluk yaparken kulluğuna hiçbir şey karıştırmadığı gibi bir sonuca varır ve ona göre muamelede bulunursunuz. Halbuki o şahsın içinde binbir türlü arzu ve hevesler dönüp durmaktadır. Mesela dua için el kaldırış ve namazda el pençe divan duruşunda bile farklı mülahazalar sözkonusudur. Sürekli Allah diyor gözüktüğü halde, hakikatte kalbi hep dünyaya bağlı bulunmakta, “dünya.. dünya..” diye atmakta, kendi rahatını, makam ve mansıbını düşünmektedir.
İşte bu noktada hüküm, tamamen vicdan hakemliğine kalmıştır. Burada kişi kendisiyle yüzleşmeli ve vicdanına dönüp ne kadar samimi olduğunu sorgulamalıdır. Çünkü ”
أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ
Görmedin mi o hevâsını ilah edineni?” (Casiye Suresi, 45/23) âyet-i kerimesinde de buyurulduğu üzere insan hiç farkına varmaksızın hevâ putunun peşine takılıp dalâlet vadilerine sürüklenebilir.
Zira sûret-i haktan görünen öyle meseleler vardır ki, arkalarında ciddi nifak gizlidir. Samimiyet yoktur o amellerde ve hep bir kısım hesaplar vardır gizliden gizliye. Öyle ki, bu amellerin sahipleri, yaptıkları bütün güzellikleri hep kendi hesaplarına bağlı götürür ve âdeta hesap insanı kesilirler. Tabiî neticede de burada belli hesaplara bağlı iş yapayım derken öbür alemde hiç beklemedikleri, ummadıkları bir sürü hesapla yüz yüze gelirler. O kişi bir de bakar ki, namaz orada ayrı bir hesap konusu, oruç ayrı, el açıp yalvarmalar da ayrı bir hesap konusu olmuş.. namazda sesini yükseltme ve namazın içinde Allah’ı ifade edeceğine kendini ve hislerini ifade etmeye matuf tavırlar ise ayrı bir hesap konusu…
Böyle bir kişiye öbür âlemde, “Sen namazda Allahü ekber diyerek sesini duyurdun. Bu şekilde sesini yükseltirken, bunun farkında mıydın değil miydin? İradenle onun önüne geçemez miydin?” diye sorarlar. Eğer o kişi, farkında olmadan bunu yapmışsa problem yok, ancak işin içinde birazcık dahi olsa iradîlik sözkonusuysa, “sen o ses yükseltmelerle, huşû ve hudû gibi görünen o sunî tavırlarla kendini ifade ettin” denir ve ona göre muamele görür. İnsanın akıttığı gözyaşları da, Allah’a içini döküşü de öyledir. Onların da içine birazcık dahi olsa iradîlik katılırsa mahz-ı nur olan o ameller ayn-ı levsiyat haline gelir. Ve insan bunların hesabının altından kalkamaz.
Kişin bu hâli, aynı zamanda, şeytanın insanı sağdan vurmasıdır. Yaptığı güzel amelleri kirletmek suretiyle onları boşa çıkarmasıdır. Böylece insan az gider uz gider dere tepe düz gider ama döner geriye bakar ki, bir çuvaldız boyu yol alamamış. Çünkü yapılan amellerde hüdâ değil, hevâ esas alınmıştır.
İşin İçinde Kim Var?
Misalleri çoğaltabiliriz. Mesela bir insan dese ki, “İnsanlık yolunda koşturup duran bu arkadaşlar eşi-menendi olmayan çok değerli insanlardır. Ancak sağda solda, gönüllüler hareketinin bu güzelliklerini başkalarına da duyurup anlatayım derken üsluplarını iyi ayarlayamadıklarından ciddi hatalar yapıyorlar.” İşte bu söz, niyetin belirleyiciliğine göre öyle bir hâl alır ki, ona “kalleşce bir söz” denilse sezadır. Çünkü dile getirilen böyle bir ifade doğru olsa bile, esasında sözün sahibinin asıl maksadı o değildir. Evet, hakikaten herkes her meseleyi doğru bilip doğru anlatamayabilir, her zaman üslup ayarlaması yapamayabilir. İnsanlar tecrübesi olmadığından dolayı bir meseleyi anlatırken hataya düşebilir. Ancak bu sözün sahibi, esasında kendisinin işin içinde olduğu bir meseleye başkasının karışmasından rahatsızlık duymakta ve bunu farklı kılıflar altında bir şekilde dile getirmek istemektedir. İşte bu sebeple böyle bir söz, mâhiyet-i nefsü’l emriyesinde doğru olsa bile, esasında o, becerikli bir adamın ağzından çıkmış koskocaman bir yalandır. Görüldüğü üzere böyle bir durumda da yine hevâ gelmiş, hüdânın yerine oturmuştur.
Aynı şekilde bir kimse, bir yerde vaaz kürsüsüne çıkmak veya bir topluluğa sohbet etmek isteyebilir. Ancak o şahıs, âlem çağrılıyor ben niye çağrılmayayım mülahazası içinde sürekli kendisine aralanacak bir kapının, bir davetin beklentisi içindeyse, böyle birinin asıl gayesi gönüllerin coşması, dinin gürül gürül ilan edilmesi değildir. Onun asıl derdi kendini ifade etmek, isbat-ı vücutta bulunmaktır. Hele böyle biri, yaptığı bir konuşmadan sonra insanlarda meydana gelen tesiri kendine verir ve hatta yerine göre kendini nefyediyor gözükerek; “esasen konuştuklarımın bir kıymet-i harbiyesi yok, ancak Allah’ın takdiri işte, nasılsa, konuşunca insanlar dinliyorlar” türünden sözlerle meseleyi “inşallah maşallah” ambalajları içinde takdim ediyorsa, o insan en tehlikeli bir riya tavrıyla hiç farkına varmaksızın şeytanî bir yolda sürüklenip gidiyor demektir.
Elbette ki gidip bir yerde konuşma, sohbet etme, hak ve hakikate tercüman olma ve o istikamette ter dökme mahzursuzdur. Fakat bütün bunların içinde onda bir oranında bile olsa insan, “işin içinde ben de varım, benim de sesim soluğum var” mülahazasını taşıyorsa, çevresini aldatıyor demektir. Çünkü bunca zaman millete nasihat eden, halkın içinde muvahhid mü’min görünümünde olan bir insan hâlâ “Allah, peygamber” derken kendini ifade ve isbat gayreti içinde bulunuyor; bulunup herkesi kör ve alemi sersem sanıyorsa o, düpedüz Allah’a karşı yalan söylüyor, hevaya bindiği halde hüdaya binmiş görünüyor ve bindiği o merkubu küheylan gösterme gayretinde bulunuyor demektir.
Halbuki insan bilmelidir ki, hilaf-i vaki beyanlarda bulunmak suretiyle belki çevresindekileri aldatabilir ama Allamü’l-guyub olan Allah (celle celaluhu) her şeye nigehbandır. O, yaptığın konuşmalarda, kaleme aldığın makalelerde, döktürdüğün risaleciklerde, hasılı edip eylediğin her amelde işin içinde sen mi varsın yoksa Kendisi mi bunu çok iyi bilmektedir.
Birkaç misalle açıklamaya çalıştığımız heva ve hüda ayrımını insan derinden derine düşünürse bütün amellerinde görebilir. Bundan dolayı bizler bu hususta her zaman tetikte ve teyakkuzda olmalı ve nefsimizin işin içine karıştığını hissettiğimiz an elimizden geliyorsa hemen o işi bir başkasına devretmesini bilmeliyiz. Mesela siz Osmanlı ordularının başında olsanız ve Merzifonlu’nun ulaşamadığı ufka ulaşıp büyük bir zafer elde etme yolunda bulunsanız, ancak o esnada bir aralık “Kanuni’nin koparamadığı bu kızıl elmayı ben alıyorum” gibi bir mülahaza aklınızdan geçse, işte bu noktada yapmanız gereken mefkureye zarar vermeden o işi becerebilecek birini bulup komutanlığı ona devrederek hemen geriye çekilmek olmalıdır. Mesele hakikaten çok hassas ve naziktir, sürekli tetikte ve teyakkuzda olunması gerekir. Bu sebeple diliyor ve dileniyoruz Rabbim hepimizi, hakkı hak bilip ona ittiba eden, bâtılı bâtıl bilip ondan kaçınan salih kullarından eylesin… Âmin.
. Kategori Kalb İbresi M.Fethullah Gülen