Veysel Ayhan’ın Tr724’te yayınlanan yazısını istafedelerinize sunuyoruz.
Bir ağacın kalitesini meyvesiyle test edersiniz. Meyveleri güzel mi? Yeterince olgun mu? Güzel kokulu mu? Bunlara bakar ağaç hakkında karar verirsiniz.
Ağaç bir “memer”dir. Vasıtadır. Bir elma, bir portakal muhteşem birer üründür. Ağaç, üzüm salkımlarını bize sunan “kuru çubuklar” gibidir. Bu, ağacın zatının önemsizliğini göstermez. Meyvelerin kalitesini “memer”in, her türlü atâyânın sahibi nezdindeki konumunu gösterir. Meyvelerdeki kurtlar veya kusurlar ağaca râci değildir.
Yeryüzündeki en değerli şey “iman”dır, ”hidayet”tir. Hadisin ifadesini ölçü yaparsak yeryüzündeki tüm maddi değerleri toplasak bir insanın “iman”la tezyini kadar değerli olmaz. Çünkü iman, sonsuzluğu; dünyanın maddi varlıkları ise, kısa süreli fani kıymetleri gösterir.
“Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşır”. Allah değerli şeyleri o değerle doğru orantılı “matiye”lerine taşıtır. Bunun istisnası olmaz.
Hocaefendi’yi değerlendirmek boyumu çok aşar. İlmi, basireti, feraseti, idareciliği… Her biri ayrı analiz edilmesi gereken konular. Ben Hocaefendi’ye meyveleri itibariyle bakmaya çalışacağım.
Fethullah Gülen Hocaefendi tek kelime ile ifade etmek istersek bir söz ve bir sesti. Bir “beyan”dı. Kur’an şöyle tasvir eder:
“…Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” (İbrahim 24)
Hocaefendi böyle bir söz, böyle bir sesti. Bu “söz” aynı zamanda bir “duaydı”. Bir insan düşünün ki kendini bilebildiği andan itibaren hep dua halinde. Hayatı bir dua olmuş. Konuşurken Allah’ı anlatıyor. En uzak konularda bile o konuyu “sohbet-i canan”a getiriyor, Allah’ı hatırlatıyor.
Konuşmuyorken ne yapıyor? Evradını okuyor, gördüğü insanlar karşısında dudakları kıpırdıyor onlara dua ediyor. Kimlerin geldiğini biliyorsa daha onlar gelmeden onlara dua ediyor. Onlar gittikten sonra bu defa da arkalarından dua ediyor. Böyle bir dualaşmış hayat.
Peki nasıl bir dua?
Hz. Bediüzzaman’ın müstesna talebesi Zübeyr Gündüzalp’in önemli bir sözü var:
“Teessür ve ıztırap karşısında kalbten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç imansız olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması lâzım gelirdi.”
Hocaefendi işte o kalbin, zerrâtı dünyanın her coğrafyasına ulaşan feryadıydı. Ama bu dua ve feryat normal bir talep değil. Göz yaşlarıyla bir yalvarış. Gençliğin hidayetini talep eden bir yakarış.
Bizler ve bizim neslimiz O’nunla imanımızı koruduk. İmanımızı koruyan aksiyonu o yolda elde ettik. O aksiyon olmasaydı her birimiz bir başka dünya metaı etrafında debeleniyor olurduk.
İman, Allah nazarındaki en önemli “değer” kıstasıdır. “Kâbe hürmetinde” denerek Risalelerde yerine işaret edilir. Ben imanla değer kazanırım. İmana vasıta olmakla değerler üstü bir makama yükselirim.
Peki Allah’ın nezdinde benim değerim ne? Allah beni kaç kişinin imanına vesile olmakla teşrif etti?
Buna bakarım. Bu, tek bir kişi bile olsa dünyalara değişilmeyecek bir mazhariyettir.
Diyelim ki Allah beni tek bir insanın imanına vesile olmakla şereflendirdi. Beni terazide kimle tartabilirsiniz? Terazinin diğer yanına gençliğin imanını kaybetmesi endişesi taşımayan 100 ilahiyat profesörünü koysanız, kim ağır gelir?
Tabii ki ben ağır gelirim. Dünyevi bir bakış açısından bahsetmiyorum. Allah nazarındaki bir değere vurgu yapmaya çalışıyorum.
Şimdi karşımda bir insan var. Ve bu insanı Allah dünyanın hemen her coğrafyasından yüz binlerin imanına vesile olmakla teşrif etmiş. Abartmıyorum, bu yüz binlerce insan Allah’ı onunla bulmuş. Onunla dua etmeyi öğrenmiş, teheccütü keşfetmiş. Onunla ihsan şuuruna ermiş, kurbiyet kazanmış…
Herkesin hayatında Allah’a yöneldiği anlar vardır. Bazı duamız vardır ki 10 yılımızı o duaya değişmeyiz. İşte böyle değerli uhrevi emtiaları Hocaefendi vesileliği ile elde ettik. Yüz binlerce insan zindanda edilen bu emsalsiz dualarla Allah’a teveccüh etti.
Hocaefendi’nin duası sahabiye emsal bir nesil yetişmesiydi. “Tûbâ lilguraba” (Müjdeler olsun gariplere!..) hadisine muhatap olabilecek insanlar en büyük duasıydı. “Zengin”den garip olmaz. “Makam veya rütbe sahipleri”nden de garip olmaz. Hocaefendi’nin “garip” tanımı şöyle:
“Garipler, içinde yaşadıkları çağ itibarıyla, sanki o çağın insanları değildirler. Çevrelerinde Allah’tan kopmuş, peygamber tanımayan, zulmü ahlak haline getirmiş olan kimseler vardır. İftirayı, tezviri, yalanı meslek ve sanat haline getirmiş kimseler içinde horlanan ve yine bir hadisin ifadesiyle ‘kapı kapı kovulan’ insanlardır garipler. Fakat onlar her şeye rağmen durdukları yer itibariyle dimdik dururlar; Allah’ın inayetiyle bütün ters esintileri geriye çevireceklerine inanırlar. Ne ölçüde olursa olsun, fesadın tahrip ettiği şeyleri tamire çalışırlar.”
Hocaefendi, ardından işte böyle bir garipler topluluğu bıraktı. Kadını, erkeği ve çocuğu… esaretler yaşadı, zindanlara girdi. İşkenceler yaşandı…
Endişelerle, korkularla örgülü gerçek manasıyla İbn-i Erkam evleri ortaya çıktı. O evlerin doğuracağı dev sahabilerin tohumları atıldı.
Yaşananlar dünyevi kriterlere göre akıl almaz musibetler.
Ama Allah’ın rububiyetinin büyüklüğüne bakın ki bu “musibet”lerle Allah her bir insanımızı kaldırabilecekleriyle ulaşabilecekleri en üst manevi makamlara yükseltti.
Kadın erkek on binlerce “veli”, hem kemmiyet hem de keyfiyet olarak belki birinci asırdan bu asra kadar gelmiş velayet sahibi insanlara denk bir seviyeye ulaştı. Bu eşsiz miras Hocaefendi’nin bitip tükenmeyen ıstırap duasının kabul edilmiş cevabı oldu.
Cenab-ı Hak Hocaefendi’nin makamını âli eylesin, rahmetiyle istikbal etsin.
Değerli kız kardeşi Fazilet Hanımefendi’ye, kardeşi Mesih Ağabey ve Kutbettin Ağabey’e, diğer aile mensuplarına, saff-ı evveli teşkil eden ağabeylere, Cevdet Ağabey’e, Beşinci Kat’ta tedrisat gören hoca arkadaşlara ve Hizmet gönüllülerine Cenab-ı Allah’tan sabr-ı cemil niyaz ederim.
— Tr724 (@Tr724) October 22, 2024