His, insanın kendi duyma çizgisine giren şeyleri zâhir ve bâtın hasseleri, yani, dış ve iç duyularıyla kavraması demektir ki, bu mevzuda bir veya birkaç şeyi birden kavrayana hassas denir.
Akıl, dimağın; vicdan da, ruhun sezip kavramasıdır. Birincisini “bilmek” diye tarif edeceksek; ikincisine “his” demek uygun olur. Bu itibarladır ki, aklı âtıl, vicdanı ölü kimselerin, ne varlığı duyup hissetmeleri, ne de onun içinde olup biten şeyleri bilmeleri kat’iyen düşünülemez.
Hikmet açısından his, ruhun bizzat idrak mekanizması demek olan vicdandır. Bu bakımdan, hissiz insan bir mânâda vicdansız, vicdansız insan da hissiz demektir.
Daha has mânâda his, iyi ve güzelin, fena ve çirkinin bir iç seziyle sezilmesidir ki, böyle bir yolla pek çok insânî vasıflar ortaya çıkarılabilir. Meselâ, “Düşmanımızı esir etiğimiz zaman, öldürmek mi, affetmek mi? İffetimizi lekeledikleri zaman, lekelemek mi, insanca davranmak mı?”: Biz bunlar arasındaki tercihi hep bu mânâdaki hisle yaparız.
His, hikmetle terbiye edilir ve geliştirilir. Maddeci felsefe ise, onu söndürür ve köreltir. Bu itibarladır ki, her meseleyi götürüp akla dayayanlar, hissin aydınlık dünyasını hiçbir zaman tanıyamazlar.
Doğru his, garazsız, ivazsız bir duyarlılığı gerektirir. Hakikî ve tam bir duyarlılık da, hakikî ve tam bir histen doğar.
Hissiz ve vicdansızların bütün zaferleri tamamen hayvanî zaferlerdir ve birer rezalet silsilesinden ibarettir ki; cismanîliğin azgınlaşıp, nefsanîliğin gayyâlaşması; ruhun kolunun-kanadının kırılıp, vicdan mekanizmasının felç edilmesiyle noktalanır.
Din, vatan ve milletin maruz kaldığı musibetlerin ızdırap ve acısını vicdanlarında duyanlar, his dünyalarıyla uyanmış bir kısım yüksek ruhlardır ki, gönül verdikleri bu ulvî değerler uğrunda seve seve hayatlarını feda etmekten çekinmezler. Hissiz ve duygusuz kimselere gelince, fedakârlık adına çok laf etseler de, sözünü ettikleri şeylerin en küçüğünü yapmaya dahi güçleri yetmez…
Kendi zararları mevzuubahis olsa bile, başkalarını düşünme, onlar için yaşama, onların acılarını ve zevklerini paylaşma gibi, her biri başlı başına birer değer ifade eden hasletlerin bir insanda bulunması, ondaki ruhânî hissin güçlü olmasından ileri gelir. Böyle bir histen bütün bütün mahrum olan kimselerde ise, değil bu hasletlerin bütününü, onlardan bir tekini dahi görüp göstermek mümkün değildir.
Böylelerinde fazilet ve civanmertlik adına görülen şeylere gelince, bunlar, daha çok, başkalarının besteleyip seslendirdiği bir parçaya mırıltıyla iştirak eden dahîllerin bestekârlığına benzer.
Bir milletin terakki ve teâlisi, o millet fertlerinde duygu birliğine ve duyarlılığın derinliğine bağlıdır. His dünyasında derinleşmiş kimselerdir ki, dâvâ ve düşünceleri uğruna malik oldukları her şeyi gözlerini kırpmadan feda ederler. Çaresiz kalınca da, ya cinnet getirir veya verem olur giderler.
Hissin en yüksek mertebesi, dînî ve millî değerlere tecavüz edildiğinde meydana gelen asabî bir hummadır ki, duyarlı ruhları bir sıtma gibi sarsar ve hırpalar. Biz, buna “hamiyet” de diyebiliriz.
Hamiyet, kıymetlerin alt üst olduğu, yüce-yüksek değerlerin yıkıldığı bir yerde ruhun hafakan ve ızdıraplarıdır ki, gerçek insanla, insan suretindeki varlıkları birbirinden ayıran en belirgin hususiyettir.
Zirvedeki En Yüksek Ruh’tan günümüzün muzdariplerine kadar, birer buhurdanlık gibi tütüp duran bütün sancılı dimağlar, tutuldukları bu humma ile, kâh dağ başlarında, kâh mağaralarda, kâh mezarlarda yatmış-kalkmış, dolaşmış-düşünmüş, inim inim inlemiş ve iki büklüm olmuşlardır. Ve bence, tarihte en muhteşem devirleri inşâ edenler de, işte bu his ve hamiyet kahramanlarıdır.
Sızıntı, Aralık 1988, Ocak 1989, Cilt 10, Sayı 119-120 M.Fethullah Gülen