Dün-Bugün-Yarın

Yazar Egeli

Bir zamanlar bu mübarek dünya; rengi, deseni, havası, insanı, ruhanî iklimi, millet olarak kendi kimliğini koruma azm ü gayreti, geçmişten tevarüs ettiği değerleri, kökleri semaviliğe dayanan âdetleri, an’aneleri ve bütün bunların mecmuundan kaynaklanan maddî-mânevî güzellikleriyle bambaşka bir âlemdi. Çarşısı-pazarı, caddesi-sokağı tıpkı birer mâbed harîmi, cami ve mescitleri de âdeta Kâbe’nin izdüşümü gibiydi. Bu dünya insanları, uğradıkları her yerde, duyguları, düşünceleri ve gönül enginlikleriyle ruhanîleri hatırlatan olabildiğine derin, incelerden ince, fevkalâde nazik ve hâllerinden memnun çehrelerle karşılaşır; onların sımsıcak mukabeleleriyle banyo yapmış gibi olur ve böyle bir ülkede bulunma bahtiyarlığıyla hep “şükür” mırıldanırlardı. Yükselen hemen her seste, her solukta göklerin merhameti, meleklerin mehâbeti, annelerin şefkati duyulur ve her bucak bir güven koyu gibi tüllenirdi. Burada yer yer insanlar Hakk’ı tazim duygusuyla ciddileşir, zaman zaman da şükranla gürler ve hep tebessüm düşünür, tebessüm söylerlerdi. Bu mütebessim simaların dolaştıkları hemen her yerde tılsımlı bir meltem esiyormuşçasına, hâdiselerin tazyikinden bunalmış gönüller ve muvakkat bazı olumsuzluklarla sıkışmış ruhlar bu sihirli atmosferde cennet gölgeliklerine sığınmış gibi bütün hafakanlarını atar, mânevî bir banyo almış gibi rahatlar ve serinlerlerdi.

Mektepler her zaman, ilim, irfan parıltılarıyla ışıldar durur; mâbedler birer haremgâh-ı ilâhî nuraniyet ve mehâbetiyle gün boyu tıpkı bir mürşit, bir muallim gibi çevresine ışıklar saçar; gelip bağrına sığınanlara semavî üslûbuyla bir şeyler fısıldar; kürsüler, minberler mukaddes feyizlerin mahall-i feverânı gibi lâhût edalı beyanlarla gönüllere râşeler salar; evler, konaklar buralardan taşıp gelen meltemlerle, mektebin, mâbedin, minberin, mihrabın ışıklarının, seslerinin ulaştığı hepsinin tıpkı bir mâbeyni gibi ruh ve mânâ ile inlemeye durur; caddeler, sokaklar İslâmî ruhun, o ak alınlı, aydın ruhlu hakka açık temsilcileriyle her zaman mektep ve mâbed vâridâtının meşheri olma görüntüsünü sergiler; derken her taraf âdeta birer mescit harîmi ve birer medrese revakı hâlini alırdı.

O günün insanları, günümüzde olduğu ölçüde ne yalan bilir ne tezvirde bulunur, ne iftira ile başkalarını karalar ne de komplo gibi bayağılıklara tenezzül ederdi. Ara-sıra insanî değerlerden habersiz, halka da Hakk’a da saygısı olmayan birkaç sefilin sefalet hırıltıları veya gadr u zulüm “hay-hûy”ları duyulsa da, toplumun hemen büyük çoğunluğunun temel karakteri, böyle aşağılık ruhların sermayesi sayılan bayağılıklara karşı hep kapalı bulunurdu. Onlar arasında ahlâksızlık, hiçbir zaman millet çehresini karartacak şekilde alenîleşip yüze vurmaz; fenalıklar uzun boylu yaşama imkânı bulamaz; hayasızlık kat’iyen yaygınlaşamaz; günah ve isyan istidadı, gücünü denese bile gizlilik içinde dener; bu denemelerse asla tutmaz, tutsa dahi devam etmez; doğmasıyla ölmesi bir olur ve onun yerini de hayat boyu unutulmayan bir nedamet hissi alırdı. O günün insanları hata işlesin işlemesin arınmak niyetiyle sık sık tevbe ve inâbe kurnaları altına koşar; dua ve niyazlarla sürekli iradelerini güçlendirir ve her zaman Hakk’a yakın durmaya çalışırlardı.

O toplumda, herkes herkese güvenle bakar, güvenilir olma konusunda olabildiğine titiz davranır ve kimse kimseden endişe duymazdı. Nadir de olsa, başkalarının onları aldattığı olurdu ama, onlar kat’iyen kimseyi aldatmaz, aldatmayı düşünmez; birine hile ve hud’ada bulunmayı insan olma hakikatine karşı en büyük saygısızlık kabul eder ve itibarlarını bir namus gibi korurlardı. Onların arasında “dediğim dedik” kaba kuvvetin sesi soluğu fazla duyulmazdı; yer yer bir kısım münasebetsiz çıkışlar veya başkaldırmalar olsa da, bu tür kimselerin önüne birer kemik atılıverince hemen sesleri kesilir ve âhenk de yeniden teessüs ederdi.

Başka yerlerde, başka zamanlarda kuvvetin hâkim, hukukun derbeder, keyfiliğin hükümfermâ olmasına mukabil bu mübarek toplumda, hukuk esas, adalet şâyi, insanlar birbirine yardımcı ve kuvvet de her zaman hakkın emrindeydi. Bir vücudun uzuvları gibiydi millet fertleri; birbirlerine saygılı davranır, biri diğerinin önem ve lüzumuna inanır; paylaşmasını bilir; farklı düşünce ve mütalâaları zenginlik sayar, hürmetle karşılar ve değişik düşüncelere karşı da saygı ufuklarını her zaman engin tutarlardı. Kimse kimseye “mürtecî” demez; kimse kimseyi küfür ve dalâlet yobazlığıyla karalamaz; çok dar aralıklı bazı dönemler müstesnâ, hiç kimse herhangi bir baskına uğrayacağı endişesini duymaz ve birilerinin gelip tepesine bineceğini asla düşünmezdi. Sînelerinde ahde vefa hissi, emanet düşüncesi, şefkat ve merhamet hâkimdi. Yalan, bir lafz-ı kâfir kabul edilir, gadr ü hıyanetin telaffuzundan bile utanılır; zulüm ve tecavüz her zaman tiksintiyle karşılanır ve cana kıymak da canavarlık sayılırdı.

O zamanlar, günümüzün problemleri sayılan hortumlama hiç mi hiç bilinmez; spekülasyona sadece bazı Frenkçe sözlüklerde rastlanılır; haram yeme, haramîlik sayılır; çalma-çırpma da eşkıyalık kabul edilirdi. Dahası, bu türlü levsiyâta bulaşmak sadece o münkerâtı işleyenler için değil, onların aileleri, mensup bulundukları oymakları, ikamet ettikleri köyleri, kasabaları için de birer ar sebebi telakki edilirdi. Dinî duygu, dinî düşünce onların iliklerine kadar işlemiş bir ruh ve can; ahlâk “olmazsa olmaz” en yüce hakikat ve diyanet de insan olmanın zaruri bir gereği sayılırdı. Herkes hemen her zaman “iman”, “ilim”, “mârifet” mülâhazalarıyla oturup kalkar; ve çok defa mehâfet ve mehâbet soluklardı. Kimse kimsenin hukukuna tecavüz etmez, kimseye haksızlıkta bulunmaz; kazara böyle bir şeye maruz kaldığında da, hak ölçülerine bağlılık içinde “Zulme zulümle mukabele edilmez.” felsefesiyle hareket eder ve hep Müslümanca davranırdı. Defaatle aldatılsa dahi alçakların işi saydığı aldatmaya asla tenezzülde bulunmaz, gördüğü vefasızlıkları, beklentisiz bir vefa duygusuyla yumuşatmaya çalışır; hoyratlık ve kabalıkları “karşı tarafa ders” deyip centilmenlikle savar ve kendisine yapılan bütün kötülükleri de tek yanlı kalmaya mahkûm ederek, fena sonuçlar doğurması muhtemel bütün olumsuzlukları “lâakal” yarıya indirirdi.

Son birkaç asır var ki, bütün bütün olmasa bile biz, toplum olarak bu yüksek insanî değerlerden bir hayli uzaklaştık. Millî düşünce ve karakterimizde üst üste kırılmalar oldu. Bizi biz yapan inançlarımızın, düşüncelerimizin çehrelerinde renk atmalar, matlaşmalar, hatta bazılarımız itibarıyla kirlenmeler görülmeye başladı. O eski güleç ve gökçek yüzlerin yerlerini, abus, şikayet edalı, somurtkan; çok defa kinle, nefretle moraran ve öfkeyle kızaran simalar aldı. Sanki bir zamanlar, o olabildiğine canlı, neşeli, sımsıcak ve herkese açık bu incelerden ince millet fertlerinin yerini özü, usaresi ve ruhu itibarıyla karbonlaşmaya yüz tutmuş fevkalâde sert, kaba, kırılgan, insan görünümünde bir kısım cisimler almıştı.

Vâkıa, böyle bir durum herkes için hiçbir zaman söz konusu olmamıştı; olmamıştı ve içten içe çürüyenlerin, değişip başkalaşanların ve millî kimliğini inkâr edenlerin yanında sağlam ruh, bozulmamış karakter, mânâ köklerine bağlı saf ve dupduru kalmış bir hayli insan da vardı; vardı ve bunlar, uyaran bir ışık, samimî bir ses, içten bir diriliş çağrısı ve çağın sesiyle bir ezan bekliyorlardı; bekliyorlardı ve mânâ köklerinden sızıp gelmiş mülâyemet hissi, cibilliyetlerindeki iyilik duygusu, herkese saygılı davranma tavrı ve afv u safh enginlikleriyle, kendilerini ifade edecekleri bir eşref saat intizarında idiler. Aslında, arzu edilen ölçüde olmasa da bir hayli zamandan beri bu insanlar, geçmişten tevarüs ettikleri yüksek duygu ve düşünceler etrafında yer yer bir araya geliyor, vifak ve ittifak denemeleri yapıyor; bunlarla Hakk’ın ekstra lütuflarına davetiyeler çıkarıyor ve İsrâfil’den sûr sesi almışçasına bilerek veya bilmeyerek yavaş yavaş, ama âhenkle bir dirilişe doğru yürüyorlardı. Tuzlu denizler içinde tatlı su akıntılarına benzeteceğimiz bu temiz ruhlar, görünüşleriyle o kadar inandırıcı, o kadar içten, o kadar tevekküllü ve teslimiyet içinde idiler ki, her göründüklerinde Hakk’ı hatırlatıyor ve insanlar üzerinde her zaman büyülü bir tesir uyarıyorlardı.

Bunlar sadece insanlarla değil, yer-gök ve bütün varlıkla uyum içinde, herkesle barışık, dostluğa dost, kine, nefrete düşman; paylaşmaya açık, menfaat ve çıkar düşünceleri gibi şeylere kapalı; gözlerinde ümit parıltıları, gönüllerinde aşk u heyecan, çevrelerindeki kızıl kıyamete takılmadan yürüyorlardı hakiki insan olma ufkuna. Ahirete ve ebediyete inançları yürektendi; belli yanları itibarıyla dünya ile alâkaları da tamdı. Hâdiseleri iyi okuyor, yorumlarını burası ve ötelerin birleşik noktasına bağlıyor, her zaman gönüllerinin renk ve desenine göre yaşamaya çalışıyor ve ötelere müteveccih ulü’l-azmâne bir duruş sergiliyorlardı. Talepsiz kendi kendine gelen zevklere, lezzetlere, zayıflara bahşedilegelen birer avans nazarıyla bakıyor ve gördükleri iltifatları da tenezzül dalgaboylu birer teşrifat usulü kabul ediyorlardı.

Ne var ki, şimdilerde henüz dar bir kesimce duyulup hissedilen bu mânâların umuma mal edilmesi, hiç olmazsa çoğunluk açısından benimsenip yaşanması; yaşanıp kıvama ermesi için büyük ölçüde hakikat ve araştırma aşkına, tahlil ve terkip aktivitesine ve sürekli bir beyin fırtınasına ihtiyaç olduğu da açıktı. Günü gelip de bunlar gerçekleşebildiği takdirde, dimağlar ilimle donanmış olacak, muhakemeler birer mârifet havzı haline gelecek, kalbler yumuşayıp sevgiyle atmaya başlayacak.. ve işte o zaman hakiki insan olmanın farklılığı da bütün vuzûhuyla ortaya çıkacaktı.

Bu itibarla, bu seviyeyi yakalamak ve bu ufka ulaşmak önemli olduğu kadar da zor görünüyordu. Bizden evvelkiler, bayrak diktikleri zirvelere yükselmek için kim bilir ne zahmetlere katlanmış; ne kadar aktif bekleyiş içinde bulunmuş; ne uçurumlarla karşılaşmış; ne hayal ve melâller yaşamış; ne emekler ortaya koymuş; ne kadar terlemiş; ne çileler çekmiş; ne ciğersûz hâdiselerle sızlanmış; kaç kere ölüp ölüp dirilmiş ve kaç kez çaresizlikle iç çekip inlemişlerdi..?

Evet, insanın kendi olarak kalması oldukça zor, kendini keşfedip yükselmesi gerekli olan noktaya ulaşması ise zorlardan da zordur. Böyle bir iş, her şeyden evvel iman ister, araştırma cehdi iser, ızdırap çekmek ister, aşk ister ve var olabilme ümitleri yanında yok olma ihtimalleri de söz konusu ise “kader-denk” noktasını yerinde değerlendirmek ister…

Bugüne kadar, bu zorlardan zor işi bir hayli insan başardı. Bu başarılar ve bunların kahramanları, gelecekteki muhtemel muvaffakiyetlerin de referansı sayılabilirler. Bizler, şimdilerde durmuş, yıllardan beri rüyalarını gördüğümüz o aydınlık âtî ile gelecek sevgi, merhamet, şefkat, anlayış ve herkesin konumuna saygıdan örülmüş ışıktan çağların hülyaları ile teselli oluyor ve her fecri, fecir süvarilerinin ortaya çıkacağı bir eşref saat heyecanıyla bekliyoruz.

Sızıntı, Nisan 2003, Cilt 25, Sayı 291 M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy