518
Bugün dâvây-ı İslâmı temsil eden fedâkar mü’minler; Tahrip olmuş bir hayatın, bir toplumun, bütün şûbeleriyle tamiri için; evvela ihlâsa, samimiyete, vefâ ve sadakate birinci derecede önem vermelidirler. Saniyen, bu gerçeklerle beraber, ahlâk ve fazilete, demokrasiye, adâlete, insan haklarına ve îman erkânına gönül vermeli ve bütün insanları insan olarak kardeş, inananları da îman kardeşleri olarak kabullenmelidirler.
Ehl-i îman olarak bizler, misafir bulunduğumuz şu kısa vadeli dünyada; ruh ve gönül dünyamızı, Kur’an ve sünnet çizgisinde îmar etmeli ve erkân-ı îmaniyeyi, mesuliyet duygusunu, ilim ve islâm ahlâkıyla, adâlet anlayışıyla ruh ve gönül dünyamızı derinleştirmeli ve ona göre hareketlerimizi tanzim etmeliyiz.
Hucurât Sûresi 15. Ayette Cenab-ı Hak; “Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Resulünü tasdik eder ve sonra da hiçbir şüpheye düşmezler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla (meşru dairede) mücâhede ederler. İşte îmânına bağlı, gerçek müminler bunlardır,”
Enfâl Sûresi 2. Ayette ise; “Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okununca bu, onların îmanlarını artırır ve yalnız Rablerine güvenip dayanırlar.” Buyurmaktadır.
Ve yine Hucürat Sûresi 5. 6. Ayetlerde; “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın; Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenâlık edip, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” İfade buyurulmaktadır.
Mü’min araştıran, muhasebesini ciddi yapan insandır. Efendimiz (s.a.v) vahiyle müeyyed olmasına rağmen, ifk hâdisesinde bile hissî karar vermeden araştırıyor, soruyor. Binaenaleyh müminin sözü, davranışı, yazma ve çizmesi doğruyu, hakkı ve adâleti ifade etmelidir.
Görüldüğü gibi İlâhî beyanda ve Resulüllah’ın rehberliğinde, bizlere sorumluluklarımız hatırlatılarak, dikkatimiz çekilmekte ve gafletten uyanmamız sağlanmaktadır. Binaenaleyh mü’min, âkıbeti ve âhiret hayatı adına korkmalı, endişe ve ümit içinde yaşamalı, dünyasını ahiret hayatı adına çok iyi değerlendirmelidir.
Yüce Mevlâ Âl-i İmran sûresinin 139. Ayetinde: “Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer îman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz!” buyurmaktadır.
Kur’an bütün dertlere derman, sıkıntılara çâre, her problemi çözen sırlı bir anahtardır. Kur’an, insânî ve îmanî değerlere önem vermekte ve bizleri doğruluğa, adâlete, ümit ve emniyet içinde Hakk’ı temsile, muhtaç gönüllere gerçekleri duyurmaya teşvik etmektedir.
Kur’an’la içli dışlı olduğumuz, onun emir ve yasaklarıyla hayatımızı tanzim etiğimiz zaman, nezd-i ulûhiyette kıymetimiz artacak, derecemiz yükselecek, kalbî hayatımızın onunla derinleştiğini ve ruhumuzun onunla uhrevîleştiğini göreceğiz.
Kur’an, kâinat ve insan, îman ve kültür hayatımızın temel kaynaklarıdır. Mutluluğun kaynağı îman ve kulluktur. Seneler gelip geçip gidiyor, ömür takviminin yaprakları her gün kopuyor. Kocaman bir yıl daha bitti ve geride kaldı ama, insanlar âhiret hayatı adına kendilerini ne ölçüde yenileyip, emr-i ilâhî olan ölüm gelir endişesiyle, ne kadar ciddî bir hazırlık içindedirler? Evet sen ve ben uçakta giderken, yatakta yatarken, hüzünlü veya kederli, mutlu veya sevinçli iken, farkında olalım olmayalım her gün ölümsüz, ebedî hayata doğru süratle gitmekteyiz.
En kıymetli sermayelerimizden birisi şüphesiz hayattır ve bu Allah’ın bize bir emanetidir. Emanet-i İlâhi olan bu hayat, yüce Rabbimizin kudret elinde ve tasarrufundadır. Peygamberler dahil olmak üzere, makamı mevkii ne olursa olsun, dünyaya gelip de gitmeyen yoktur. Şayet Allah izin vermiş olsaydı bu insan, kâinatın efendisi Efendimiz (sav) olurdu. Cenab-ı Hak O’na da ölümü tattırdı, hem de vazifesi biter bitmez ruhunun ufkuna yürüdü.
Her gün görüyor duyuyoruz ki, sonbahar yaprakları ve kayan yıldızlar gibi, vakti gelen herkes, dünyaya veda edip gidiyor. Hiçbir insan bu hayatı para ile almadığı gibi yolda da bulmamıştır. Aynı zamanda kendi iradesi ile gelmediği bu dünyadan giderken de, yine kendi iradesi ile gitmeyecektir. Kim nerede, nasıl ölecek sadece Allah bilir.
Hilkat itibariyle akıllara durgunluk verecek, (fakat sebebleri perde yaparak) Allah’ın yarattığı bu harika varlık olan insanın, yaratanını tanımama ve zillet ve sefalet içinde yaşama gibi, yürekleri sızlatan bir şaşkınlığı yanında; bu insanlara gerçekleri, yaratılış gayelerini anlatamama, insanların büyük çoğunluğu itibariyle küfür ve dalalette, zehirli bal hükmünde olan dünya lezzetleri içinde boğulup gitmeleri; ehl-i İman-ı, ehl-i iz’an-ı üzmekte ve vicdan azabına sevk etmektedir.
Hz. Üstad “Eyvah! Aldandık. Şu hayât-ı dünyeviye’yi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.” diyor.
Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevâle mahkûmdur, hayat ve ömür sür’atle gidiyor. Hâne-i insan olan dünya ise, zulümât-ı ademe sükut eder. Emeller bekâsız, elemler ruhta bâkî kalır.
Ve yine; “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur, ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor.
Bak ihtiyarlık şafağı kulakların üzerinde tulû etmiş, başının yarıdan fazlası beyaz kefene sarılmış, vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar ölümün keşif kollarıdır. Bununla beraber ebedi ömrün önündedir. Ölüm sekarâtı uyandırmadan evvel uyan” diyor. (Mesnevî)
Kaybettiğimiz günler, kaçırdığımız fırsatlar geri gelmiyor, onları istiğfar ve tevbe ile temizlerken, önemli olan gelecek günleri kire pasa bulaşmadan, pişman olmayacak şekilde değerlendirmek olmalıdır.
Hz. Üstâd 16. Mektubun 5. Meselesinde; “ Dünya madem fânidir, hem madem ömür kısadır, hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur, hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır, hem madem dünya sahipsiz değil, hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbiri var, hem madem ne iyilik ne fenâlık, cezasız kalmayacaktır, hem madem ‘Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz’ sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur, hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır, hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.
Elbette bahtiyar odur ki; dünya için âhireti unutmasın.. âhiretini dünyaya feda etmesin.. hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın.. mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin.. kendini misafir telâkki edip misafirhâne sahibinin emirlerine göre hareket etsin.. selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” İfadeleriyle, mü’minlere aslî vazifelerini hatırlatmaktadır.
Kaynak:Mehmet Ali Şengül | Samanyoluhaber