İnsanın kendi hata ve kusurlarını tespit etmesinin, kemale yürümenin ilk adımı olduğu gerçeğinden hareketle hata ve kusurlarımızı tespit adına neler tavsiye edersiniz?
İnsanın işlediği hata, kusur ve günahlar çeşit çeşit, türlü türlüdür. Onlardan bir kısmı, dinin sarih nasslarıyla, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın vaz’ettiği temel disiplinlerle açık ve net bir şekilde beyan edilmiş, çerçevesi ortaya konmuş ve belirlenmiştir. Dolayısıyla insan, vahy-i ilâhî tarafından beyan buyurulan bu yasak ve günahları, kusur ve hataları temel kaynaklara müracaat etmek suretiyle tespit edip bilebilir. Gerçi hayatı, dinin temel kaynaklarına uygun bir şekilde götürebilmek için meseleleri ilmî tafsilatıyla kavrayıp idrak etmenin herkese müyesser olmayacağı gibi bir husus akla gelebilir. Ancak inanan bir insan gücü yettiği ölçüde bu yolda olmalı; olmalı ve dinin temel meselelerini öğrenme azim ve gayreti içinde bulunmalıdır. Ayrıca dikkat çekmek gerekir ki, bu gaye istikametinde telif edilen ilmihaller ve bir kısım ahlâk kitaplarına sıkıştırılmış bilgiler icmalen bütün bu meseleleri ihtiva etmektedir. Dolayısıyla bu eserleri okuyan bir insan için, dinde hükmü açıkça beyan buyurulan haram ve helal davranışlar, münker ve mâruf olan fiiller beyyindir, vâzıh ve nettir. Bu sebeple belki bu kategorideki hata ve günahlar için asıl üzerinde durulması gereken husus ilk fırsatta, en yakın zamanda onlardan sıyrılıp kurtulma, arınıp temizlenme mevzuu olmalıdır.
Günahlarını Unutmayan Tevbe Kahramanları
Eğer bir insan bu türlü akıntılara kendini kaptırmış, bu günah çukurlarından birine düşmüşse hiç vakit kaybetmeden tevbeyle kendini yenilemeli ve işlediği günahın hacaletini bir ömür boyu vicdanında duyup hissederek onunla iki büklüm olmalıdır. Çünkü hakikî mü’min, günahlarını unutmayan insandır. Evet o, işlediği günah için tevbe etmiş ve Allah (celle celâluhu) da onun tevbesini kabul buyurup işlenen günahı çoktan silmiş olabilir. Hatta öyle bir tevbede bulunmuştur ki, o tevbe, işlenen günahın belki elli katını bile silip götürecek keyfiyettedir. Fakat mü’min-i kâmil, günahının üzerinden elli-altmış sene geçmiş olsa dahi, yine de, kendine bakan yanıyla, onu her hatırladığında daha dün yapmışçasına kalbine bir zıpkın saplanmış gibi ızdırap duymalı; duymalı ve “Ya Rabbi! Sen varken, Sana inanıyorken, Senin düsturların güneşten daha ayân iken nasıl oldu da ben bu hataları irtikap ettim.” mülâhazasıyla hareket edip sürekli nefsini sorgulamalıdır.
Böyle bir mülâhaza, böyle bir yaklaşım irtikâp edilen o hatayı silip süpüreceği gibi, o hatanın yerine insana bir sevap dahi kazandırabilir. İsterseniz siz bu durumu ızdırap sevabı, yeni bir teveccüh sevabı, eski bir günaha yeni bir tevbe sevabı veya kadim bir isyana farklı bir inabe veya evbe sevabı şeklinde ifade edebilirsiniz. Bundan dolayı denilebilir ki, bir mü’minin, geçmişte işlediği bir günah için pişmanlık ve ızdırapla her kıvranışı, onun amel defterindeki kirli sayfaların sevap unsuruyla temizlenip apak hâle gelmesi demektir.
İkinci bir husus olarak; işlenen günahın unutulmaması, hep hüzün ve ızdırapla hatırlanması yeni hatalara girilmesine engel olur. Mesela, bir fert “Rabbimle aramdaki münasebet açısından böyle bir çirkinlik doğru değildi. Benim konumumda bulunan biri için böyle bir tavır Allah’a karşı düpedüz bir saygısızlıktı. Ben bu saygısızlığı es geçemem, onu asla unutamam. Ömrüm olduğu sürece hep bu meselenin üzerinde duracağım.” anlayış ve mülâhazasına sahipse, bu anlayıştaki bir fert, benzer bir günah çukuruna düşme durumuyla yüz yüze geldiğinde; “Daha dün böyle bir küstahlığı yapmaktan nefret ederken, hadisin ifadesiyle onu ateşe girme gibi kerih görürken, şimdi az da olsa günaha karşı göstermiş olduğun bu temayül hangi şer’î mantıkla, hangi Kur’ânî akılla telif ve izah edilebilir.” şeklinde düşünecektir. Evet, irtikâp ettiği günahın ızdırabını işte bu şekilde gönlünde sürekli derinlemesine duyan bir ferdin yeniden aynı günaha girmesi oldukça zor bir ihtimaldir.
Bu anlayıştaki bir insanın sevaplara yaklaşımı ise şu şekildedir: O, dağlar cesametinde sevaplar işlese, mesela İstanbul’un fethinin on katı denebilecek büyük fetih ve inkişaflara vesile olsa, yine de “Benim tarafımdan yerine getirildiğinden dolayı bu işte istenen seviye tutturulamadı. İhtimal benim yerimde aynı imkânlara sahip bir başkası olsaydı, çok daha büyük işler yapılabilirdi.” yaklaşımı içinde meseleyi ele alır ve hep kendisine ait bir kısım eksikliklerin yaptığı hayır ve hasenatlara aksettiği mülâhazasıyla hareket eder.
İşte bütün bu mülâhazalar, dinî disiplinler açısından açık ve net bir şekilde ortaya konan ve insan için sarih bir surette çerçevesi belirlenmiş bulunan hata, kusur ve günahlar hakkındadır.
Niyetin Belirleyiciliği ve Kalbin Hakemliği
Bir de bu tür hata ve günahların yanında niyetlerin keyfiyetine göre hakkında hüküm verilebilecek amel ve davranışlar vardır. Mesela bir insan bir kötülüğe niyet etmiştir. Ancak içinde bulunduğu ortam, arkadaş çevresi veya daha başka şartlar o şahsı, o günahı işlemekten alıkor. Hâlbuki o, fırsatını bulduğunda o günahı işleyecek azim ve kararlılık içinde bulunmaktadır. İşte bu tür hususların gerçek hüviyetini her şahıs ancak kendisi bilir. Dolayısıyla bunlar hakkında “haram veya mekruhtur” şeklinde kesin bir hüküm vermekte zorlanırız. Bu konuda hakem, insan vicdanıdır. Az önceki misale dönecek olursak bu durumdaki bir şahıs ancak kalbine müracaat ettiğinde, Allah’ın önüne çıkardığı bir mâniden dolayı mı yoksa kendi isteği ve iradesinin hakkını vermek suretiyle mi o günahtan geri durduğu hakkında bir kanaate varabilir.
Bu konuyla ilgili bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
يَقُولُ اللَّهُ إِذَا أَرَادَ عَبْدِي أَنْ يَعْمَلَ سَيِّئَةً فَلَا تَكْتُبُوهَا عَلَيْهِ حَتَّى يَعْمَلَهَا فَإِنْ عَمِلَهَا فَاكْتُبُوهَا بِمِثْلِهَا وَإِنْ تَرَكَهَا مِنْ أَجْلِي فَاكْتُبُوهَا لَهُ حَسَنَةً
Yüce Allah (kullarının hasene ve seyyielerini yazmaya memur olan meleklerine) şöyle buyurur: Kulum fena bir iş yapmak istediğinde hemen bu iradesini defterine yazmayınız, tâ bu iradesini gerçekleştirip o fiili yapıncaya kadar bekleyiniz. Eğer o fenalığı yaparsa, o yaptığı fenalığın bir mislini yazınız. Eğer benden çekinerek yapmaz, bırakırsa, bu defa onun hesabına bir hasene yazınız.” (Buhârî, Tevhid 35)
Görüldüğü üzere burada, kulun, iradesinin hakkını vererek azmettiği günahı işlemekten vazgeçmesi söz konusudur. Dolayısıyla işin içinde kulun bir cehd ve gayreti olduğundan amel defterine sevap yazılmaktadır. Evet kişinin iradesiyle olumsuz yoldan dönmesi, negatif bir işten vazgeçmesi ona sevap kazandırmaktadır. Ancak acaba kulun iradesinin mevzubahis olmadığı durumlarda da aynı netice söz konusu mudur? Bu hususta daha başka bazı hadis-i şeriflerin mazmunundan anlaşıldığına göre, kişi niyet ettiği bir kötülükten kendi iradesi ve temayülleriyle vazgeçmez de, önüne çıkan bir mâni onu alıkoyarsa, bu durum o kişi için büyük bir günah olmasa da ahirette hesaba çekileceği bir seyyie hâlinde karşısına çıkabilir. Bundan dolayı insan, temkinli davranıp bu türlü hâllerini de seyyiat defteri içinde mütalâa etmelidir.
Konunun tavzihi adına burada daha başka misaller de zikredebiliriz. Mesela bir nâsih sohbet esnasında Bediüzzaman Hazretleri’nin; “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.” ifadelerini dile getirdi. Eğer bu sözü söylerken, hakikaten o, yapılan her işi Allah için yapma duygu ve heyecanını gönüllerde uyarmayı kastettiyse öyle inanıyoruz ki bunun mükâfatını elbette alacaktır. Ancak insanların içinde hayır duygularını tetikleme mülâhazası olmadan sırf dinleyicilere ne kadar bilgili, ne kadar çok malumat sahibi biri olduğunu göstermek adına bunları ifade ettiyse, o zaman da denilebilir ki bu bir seyyiedir. Ancak bu hükmü verecek olan da insanın kendisidir, kendi vicdanıdır.
Burada zahire bakan yönü itibarıyla hak ve hakikate tercüman olma meselesi söz konusudur. Ancak içten içe kendini satma, kendini ifade etme duyguları hâkimse o zaman hüküm de ona göre değişecektir. Çünkü sohbet-i cananda esas olan kişinin kendini devre dışı bırakmasıdır. Hatta ona düşen şöyle düşünmektir: “Bu sözü ben söylemeseydim, ihtimal vicdanlarda daha engin bir tesiri olabilirdi. Ben söylediğimden dolayıdır ki bu sözler bazı vicdanlarda aksülamele sebebiyet verdi.” Evet, eğer kişi Allah, peygamber, din-diyanet derken işin içine azıcık kendini ifade etme gibi bir mülâhazayı dahil ediyorsa orada seyyiat irtikap ediliyor demektir.
“Hasenatım Bile Böyle Kirliyse…”
Benzer tespitleri bütün ibadet ü taat konuları için düşünebiliriz. Mesela dinin direği, imanın ikiz kardeşi olan namaz ibadeti.. Kütüb-ü fıkhiyeye göre bir insan namaza başlarken ancak kendi duyup hissedeceği bir sesle iftitah tekbiri getirmelidir. Buna göre bir kişi, tam konsantre olmuş bir insan imajı oluşturma düşüncesiyle, vicdanının sesi olmadığı, hatta öşrüne bile sahip bulunmadığı hâlde imamın ardından yüksek bir sesle “Allahüekber” diyerek namaza durursa, ibadetlerin pirini eda ederken sevap kazanacağı bir noktada seyyiat hanesine kaydolacak bir davranışta bulunuyor demektir. Ve yine diyelim ki, bir şahıs namaz kıldırıyor. Kıraatte “
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
– Gerçek mü’minler ancak o mü’minlerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine güvenip dayanırlar.” (Enfal, 8/2) âyetini okudu. İşte bu âyeti okurken, tıpkı Üstad Hazretlerinin saff-ı evveldeki talebelerinin o imrendirici hâli gibi, sanki içi hûşû ve haşyetle dolmuş, kendinden geçmiş, âdeta havf u haşyetle gözleri dönmüş ve kıvrım kıvrım kıvranan bir insan tavrı sergiledi. Eğer kişi, bu tür hareketleri, sırf birilerini taklit düşüncesiyle, öyle görünme arzusuyla yapıyorsa namaz kılarken mesavi irtikâp ediyor demektir. Çünkü bu tür hareketler, kontrol altına alınamayan bir kısım infial ve insiyakların tabiî sonucu olarak ortaya çıktığında bir mahzur teşkil etmese de, kalb ve vicdanın sesi-soluğu olmadığı hâlde bu tür tavır ve davranışlara girilmesi amel defterine, namaz sevabının yanı sıra bir kısım kirli mülâhazaların akmasını netice verir. Çünkü herkes kendi kameti kıymetine göre görünmek zorundadır.
Hâkeza insan secdede “
سُبْحَانَ رَبـّـِـيَ اْلأَعْلَى
– Tesbih ederim Yüce Rabbimi; her çeşit kusurdan münezzehtir O.” derken farkına varmaksızın bağırıp kendinden geçebilir. Böyle bir vecd u istiğrak hâli günah değildir. Ancak azıcık irade işin içine girer ve kendini ifade etme gibi bir maksat o tavrın içinde bulunursa, o vakit nur akan namazın o hasenat defterine aynı zamanda zift de akıtılıyor demektir.
Şimdi misalleri burada noktalayıp asıl konumuza dönecek olursak, hakkında kesin bir hüküm bulunmayan, ancak vicdanın sesi, kalbin hakemliğiyle bilinebilecek davranışları tespit için mü’mine düşen hayatın her safhasında, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün amellerde sürekli kendini sorgulayıp hesaba çekmek olmalıdır. Yapmış olduğu en hayırlı görünen işlerin içinde bile bir kısım kirli mülâhazaların olabileceği endişesiyle devamlı Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunmalıdır. Kendini bir yönüyle yaptığı bu tür hataların bir hamalı olarak görmeli ve bunların affı adına Allah’a yalvarıp yakarmalıdır. “Hasenatım bile böyle kirli olunca benim gibi bir insandan ne olur ki?” endişesini taşımalı ve yine Üstad’a ait olan; “Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin falan ismindeki mahlûkun ve masnûun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsî’, hem müsin, hem şakî, hem Seyyidinden kaçmış bir köle olduğu hâlde, nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor” mülâhazalarıyla kusurlarını itiraf etmesini bilmeli ve bunların affı için Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalıdır.
Evet insan tezkiye-yi nefs etmemek suretiyle, tezkiye-i nefiste bulunmalıdır. Yani kendi nefsini temize çıkarmamalı, onu, isyan eden, kötülük yapan, baş kaldıran bir varlık olarak görmelidir ki, bu suretle nefsini temizleyebilsin. Bunları düşünerek dikkatli ve temkinli yaşayan bir insan her zaman hatalarının farkında olur, noksan ve kusurlarını tespit eder ve bunun neticesinde Allah’ın izni ve inayetiyle çok ciddi düşme ve sürçmelere maruz kalmaz. Böyle bir insanın “lemem”lerine, küçük hatalarına gelince; Yüce Beyan’ın,
إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلاً كَرِيمًا
“Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi şerefli bir yere koyarız.” (Nisâ, 4/31) âyet-i kerimesiyle verdiği müjdeye istinaden öyle inanıyor ve ümit ediyoruz ki, rahmeti sonsuz, merhameti engin Rabb-i Kerimimiz o küçük hataları da mağfiret.
. Kategori Kalb İbresi M.Fethullah Gülen