Gülen’in Gül’üne Vuslatı | Taceddin Kayaoğlu

Yazar Hizmetten

Bugün 24 Ekim 2024 Perşembe. Hayatımın en zor ve en hazin yazısını yazmak üzere bilgisayarımın başına oturdum.  Hislerim dört başı mamur bir makale yazmaya müsait değil; “Beni bin parçaya böldü bir dîvâne sır.” Hislerim atbaşı gitse de aklımı yanına yoldaş etmeye çalışacağım.

Evet, çağın sözcüsü, fikrimin mimarı, iman ve aksiyon insanı kıble-nümâmız Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendimizi bugün ebediyete uğurlamak üzere toprağın bağrına tevdî edeceğiz. Göktekilere düğün bayram, biz yerdekilerine ise hüzün ve gurbet…

O, bir ömür hasretiyle yanıp kavrulduğu ve bir bülbül gibi gece gündüz âh u efgân edip sızladığı Gül’üne kavuşuyor bugün. Bize miras olarak kitaplarını ve fikirlerini bıraktı.  Hasret ve hicrânı ise ayrı bir ıstırap. Anadolu’da güzel bir söz vardır; “Gitti gül, gitti bülbül / İster ağla, ister gül” diye. Gitmemesi için elden gelen bir şey yok.. Vazife tamamsa durmaya müsaade yok. İlâhî emre itaat..

O, ruhunun ufkuna yürüdü. Burada onun ruhunun izini takip edenler , ötede O ve O’nun takip ettiklerinin ruhlarına ulaşacaklardır. Zîrâ, yerde kimin adımları takip ediliyorsa gökte ona ulaşılır.

Hocaefendi’’nin bedenen bizden ayrılmasını bazıları “ölüm” olarak telakkî edebilir. Ancak bu “duruş”, yeni bir “oluş”un başlangıcı olması hasebiyle önemlidir. Hocaefendi için bu bir “Şeb-i Arûs”, bizler için yeni bir başlangıç, düşmanları için ise bir yok oluştur.

Bizler

Gökyüzünün kandilleri yıldızlar olduğu gibi, yeryüzünün kandilleri de Allah’ın veli kullarıdır. Onun için Efendimiz “Âlimin ölümü İslâm’da açılan bir gediktir” buyurmuşlardır (Darîmî, “Mukaddime”, 32, 1/351). Bu hadis daha çok “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür” anlamında bir hadis olarak şöhret bulmuştur. Âlimlerin ölümlerinin bu kadar büyük bir kayıp olmasının nedeni ve hikmeti; onların peygamberlerin vârisleri olarak gelen vahyin ve sünnet-i seniyyenin taliminde başrol almalarından kaynaklanmaktadır. Her bir âlim, her bir veli, toprağa ekilen bir tohum gibidir, zamanı gelince Allah’ın izni ve inayetiyle meyveye durur.

Hüznümüzün tarifi yok. Kelime kâselerim hissiyatımın sularını taşımaya müsait değil. Ancak ilk “acı haber” şokunu atlattıktan sonra, mantığım makamına oturdu ve bana, “hüzün hakkın, ancak bir yönüyle de sevinmeli değil misin?” dedi. “Ya o kamet-i bâlânın arkasında değil de, asrın en büyük hırsızı, arsızı, firavunu, münafığı ve zaliminin yanında yer alsaydın, arkasında saf tutsaydın daha mı iyi olurdu?” dedi. Düşündükçe düşündüm ve ondan sonra hamd üstüne hamd, şükür üstüne şükür ettim. Aklıma ilk gelen âyet Âl-i İmrân Sûresi’nin 144. âyeti oldu. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu; “(Bu İslâm dâvâsını yoksa Allah ile değil de Muhammed ile kaim veya Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki bu dâvânın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibarıyla) Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidâyetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.” Malum olduğu üzere bu âyet Uhud savaşında münafıkların yıkıcı dedikodularına cevap mahiyetinde inmiştir. Savaşta Hz. Peygamber (aleyhisselâm)’ın şehit edildiği haberi yayılınca mü’minler üzüldü, münafıklar ise çeşitli planlar, dinden dönme vs. düşüncelerine girdiler. Cenâb-ı Allah (celle celâluhû) ebedî dâvânın fânî şahıslar üzerine bina edilmediğini hatırlatmak üzere böyle buyurmuştur.

Vahiy zihnimde böyle bir ışık yakınca hem vazifemin ne kadar aziz ne kadar kıymetli ve bir o kadar da ağır olduğunu idrâk ederek “sevindim”…

Ne diyordu şair;

Mehmed’im sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın elbet bizim elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!

Bu hareket; yaşatmak için yaşamayı gâye edinmiş bir harekettir. Başkaları ağlamasın diye gözyaşlarını ceyhûn eden bir cemaattir. Sızıntı’nın ilk sayısının kapağını hatırlayalım; ağlayan bir çocuk resmi ve altın Âkif’in bir beyti:

“Merhametin yok diyelim nefsine

Merhamet etmez misin evladına?”

Ve ilk sayının ilk başyazısının başlığı: “Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru” bir ömür işte bu mihver üzere geçti ve şimdi aynı hayat geçmek üzere yeniden bir kere daha diriliş yolunda…

Halk /Ötekiler

Toplumlar genellikle sisteme midelerinden bağlıdırlar, kalp ve kafalarından değil. Parayla, makamla, mansıpla, çıkar ilişkileriyle vs. bağlananlar değil, kalben ve ruhen birbirlerine bağlananlar/kenetlenenler ayrılmazlar, kaybolmazlar…

Bu sebeple ve bu mânâda halka/avama çok anlam yüklememeli, onların söylediklerine kulak asmamalı ve söyledikleri ya da söyleyeceklerinden dolayı da fazla rahatsız olmamalıdır. Kur’ân, “Rahmân’ın kulları o kimselerdir ki yerde mütevazı ve nazik hareket eder, yol bilmez cahiller (cehalet ve karakterlerinden kaynaklanan bir tarzda) onlara muhatap olduğunda, onlara sağlık ve selâmet dileyerek geçip giderler.” buyuruyor. Bir başka âyette de “(Rasûl’üm,) de ki: ‘Herkes, gelecek adına bir beklentinin içinde; madem öyle, beklemeye devam edin! Kim düz yolda imiş ve kim beklentilerini doğru çıkaracak bir yol takip ediyormuş, elbette yakında bileceksiniz.’” (Tâhâ, 20:135). Onlara “selam” deyip geçmemizi ve hizmetlerimize yoğunlaşmamızı bize öğreten Rabbe ne kadar hamd, bu âyeti bize talim eden ve hayatıyla da gösteren Rehberimize ne kadar teşekkür etsek azdır.

Hocaefendi bize başkalarıyla değil, kendi işimizle meşgul olmayı öğretti. Onlar dünyayı istiyor olabilirler, bizler âhireti tercih ettik. Hz. Ömer’in gözyaşları içinde sorduğu soruya Hz. Peygamber’in verdiği cevap bizim için bir hayat tarzı, bir yaşam gâyesidir; “İstemez misin ya Ömer, dünya onların olsun âhiret ise bizim?

Onların işi gerçekten zor. Azıcık aklı olan bir insanın yapmayacağı, teşebbüs edip aklının ucundan bile geçirmeyeceği işlere teşebbüs ettiler. Zulmettiler, az bir ücret karşılığında zalimin yanında yer aldılar.  Ruhlarını şeytana satanların ve onunla oturup kalkanların hali ne hazindir; burada zillet ve rezalet, ötede ikab ve ebedî bir azap… Bakınız âyet ne diyor; “Musa’yı da (risaletini ispat eden) apaçık deliller (mucizeler)imizle ve akılları ve kalpleri teshir eden apaçık bir bürhan, bir güç ve selâhiyetle gönderdik, Firavun’a ve ileri gelen yetkililerine; ama (o ileri gelenler gibi Firavun’un halkı ve Musa’nın halkından pek çoğu) Firavun’un idaresine tâbi oldular. Oysa Firavun’un idaresi görüş, inanç, karar ve davranış adına hiç de âdil, doğru ve hakka dayalı değildi; (nitekim bütün Firavunî idareler de aynı şekilde âdil, doğru ve hakka dayalı değildir). O, Kıyamet Günü kavminin önüne düşer ve onları (hayvanların suya götürüldüğü gibi) Ateş’e götürür. Gerçekten ne kötü bir ‘su’dur o varılan Ateş! Hem bu dünyada hem de Kıyamet Günü’nde rahmetten uzaklaştırılıp lânetle anılmaya müstahak oldular. Ne kötü bir bahşiş, ne kötü bir ikramdır bu lânet!” Hûd, 11:96-99).

Onlar bir âlime, bir veliye ya da bir cemaate savaş açtıklarını zannediyor olabilirler. Aslında onlar Allah’a karşı savaş açtılar, farkında değiller. Buhârî’de geçen bir kudsî hadiste (6502) şöyle buyuruluyor:

Men ‘âdâ lî veliyyen fakad âzentühû bi’l-harb” (Her kim benim velime (dostuma) düşmanlık ederse, ona harp ilan ederim.” Mücâdile Sûresi’nde de Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, “Allâhu Teâlâ (şöyle) hükmetmiştir: ‘Celâlim hakkı için muhakkak ki, ben gâlip geleceğim, peygamberlerim de. Şüphe yok ki, Allâhu Teâlâ çok kuvvetlidir, her şeye galiptir”.

Son Sözler

Bu âlemden bir HOCA, bir de EFENDİ geçti. Hem kesbî hem de vehbî ilimle mücehhez bir âlim, bir veli, bir Hoca; bir de dünyanın en nazik, en nezih, en kibar, en terbiyeli bir kâmet-i bâlâsı Efendi geçti. İŞTE O BİZİM HOCAEFENDİMİZDİR…

Üslûbumuz namusumuzdur” diyen bir adam geçti. Ham ruhların yaptıkları karşısında dilimize, elimize sahip olalım, ağzımızı bozmayalım ve onlara cevap vermek için zamanımızı da harcamayalım. Biz kendi işimize bakalım. Sürecin başında da beyan ettikleri üzere hizmetlerimizi bir iken on’a, on iken yüz’e çıkaralım. Şüphesiz, hükmü burada tarih, ötede Cenâb-ı Hak verecektir.

Evet O, tam tekmil, mükemmel ve mükemmil bir “emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ‘ani’l-münker” insanıydı, düşünceleriyle ve yaşantısıyla… İmanla aksiyonu bünyesinde cem etmiş Komple bir insandı. Çağın sahibi olması hasebiyle de “makuliyeti” insanların en çok hoşuna giden tarafıydı.

Dilerim, PAYINA düştüğümüz Hocaefendi’nin PÂYİNE de düşeriz, O’nun yolundan ayrılmayız, ötede de hep beraber bir arada oluruz. Biz O’ndan razıyız, inşallah O da bizden razı olur…

Radînâ billâhi Rabben

Ve bi’l-İslâmi dînen

Ve bi Muhammedi Rasûlen

Ve bi Bedîüzzamân Saîd Nursî Üstâden

Ve bi Muhammed Fethullah Gülen İmâmen.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy