Okuyucularımızdan Abdullah Kul beyin yazısını istifadelerinize sunuyoruz.
Bu satırları şimdilerde yetim ve öksüz kalmış çocukların ülkesinden, hüzün diyarından yazıyorum hocam.
Gurbet kelimesinin gerçek manasını ifade eden ülkeden…
Şayet bir toprak parçasına gurbet denilecekse, sıla denilecekse, o sıla yurdu burası olurdu.
Kendi öz değerlerini yitirmiş, evlatlarına merhamet yerine ızdırap yudumlatan o Daüssıla’dan yazıyorum hocam.
Hani memleket özlemin yüreğinde koz gibi yanarken, yaşadığın garp diyarına “hüzünlü gurbet” demiştin ya hocam.
İşte şimdilerde o hüzünlü gurbet, öz yurdunda parya hükmünde olan, esaret hükmünde yaşayan bizlere de nasip oldu.
Gözyaşlarınla suladığın, küheylanlar gibi koşturduğun, hiçlikler içerisinde ümit vaat ettiğin, yoklukta varlık cilvesi gösterdiğin, davana bayraktarlık edecek talihlileri yetiştirdiğin, sonra bu talihlileri dünyanın dört bir tarafına ışık saçmak üzere gönderdiğin bu topraklar… Son karakol olarak adlandırdığın, hakikate bir dönem beşiklik eden bu topraklar…
İşte bu topraklardan yazıyorum hocam…
“Burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin ve pazartesi dersleri yetiştirme de yine senin diyerek…” bir boydan bir boya bir uçtan bir uça nurları kaneviçeler gibi ördüğün topraklar…
Mazide mümbit olarak nitelediğimiz bu topraklarda, necip diye iltifat ettiğimiz bu yığınlar içerisinde upuzun ıssız bir ayazda kaldık hocam. Mümbit dediğimiz topraklar şimdilerde çorak hükmünde.
Belki Lut gölüne rahmet okutturur cinsten bir çukur hükmünde…
İşte o çukurdan yazıyorum.
Çukurda bitmek bilmeyen, şeb-i yelda hükmünde bir geceden yazıyorum hocam.
Örnekleri kendinden bir hareketi bağrından çıkartmaya elverişli bir diyarken, her köşesinde nur üstüne nur istiflenmişken, yıkıcı boğucu menfiyyetin üssü haline gelen, kara talihlilerin yurduna dönüşmüş, gam keder diyarı, harabat ehlinin üşüştüğü, viraneliğin saray zannedildiği, baykuşların bayram ettiği, köprülerin yıkıldığı, uğrayanı kalmayan çeşmelerin artık kuruduğu, bir düzine talihsizin yağmaladığı, talan ettiği, değerleri alt üst ettiği, mukaddesatı sahipsiz bıraktığı bu kem talihlilerin ülkesinden yazıyorum hocam…
Aziz hocam,
Yaşadığın iç içe gurbetler, elemler, ızdıraplar, zulümler; bir insanın tahammülünden fersah fersah uzaktı.
Şahsi derdinden başka derdi olmayan bizler için, seni anlamak olanaksızdı.
İnsana rağmen insanlığın yükünü çekmek, senin payına kalmıştı.
Seni anladığını iddia eden insanlar da ne kadar yükünü almıştı, o da tartışılırdı.
Aziz hocam,
Üstadımızın vecizeleriyle ifade edecek olursak, seksen küsür senelik bütün hayatında dünya zevki namına bir şey bilmedin.
Bütün ömrün gurbet diyarlarında, memleket hapishanelerinde, gönüllü veya cebri sürgünlerde, tahta kulübelerde geçti. Çekmediğin cefa, görmediğin eza kalmadı. Ömrünü adadığın ülken insanları tarafından cani gibi muamele gördün.
Türlü türlü hakaretlere, iftiralara, en galiz ifadelere maruz kaldın.
Zaman oldu ki belki bin defa hayattan ziyade ölümü tercih ettin.
Fakat davan ve dava arkadaşların için yaşamaya mecbur kaldın.
Aziz hocam,
Elbette bunca çile içerisinde fani bedeninin daha fazla dayanması olanaksızdı.
Uzun ve bereketli ömrünün nihayete ermek üzere olduğunu hissediyorduk.
Ancak başımızdaki rehber insandan mahrum kalmak, alışık olmadığımız bir şok idi ve bizler şimdi o şoka alışmaya çalışıyoruz.
Aziz Hocam,
Vazifenin hakkıyla ifa etmenin gönül rahatlığı içerisinde, o çok sevdiğin Maşuk’una kavuştun. Ebedi yurduna irtihal ettin.
Senin adına seviniyor fakat kendi adımıza yine hüzünlere gark oluyoruz.
Daha şimdiden her köşe başında, her solukta senin sözlerini arıyor gözlerimiz.
Uzakta olduğunu bilsek de vazifenin başında olduğunu görmek, bize yetiyordu.
Acılarımız hafifliyordu.
Biliyorduk ki arkamızda yüce bir kamet, şefkatle sarmalayacak bir kucak var.
Seninle ve öğretilerinle şekillenen ruh dünyamız, şimdi senin olmadığın bir âlemde yetim kaldı.
Bu zulüm diyarında bir kez daha boynu bükük hissettik kendimizi.
Aziz hocam,
Bizler biliyoruz ki senin miras bıraktığın davan, yaktığın meşale, asla sönmeyecek.
Sen, fırtınalara direnen bir çınar gibi ayakta kaldın, bizlere kök salmayı öğrettin.
Her zorlukta, her çaresizlikte, senin o çile dolu ama ümidi hiç kaybetmeyen bakışlarınla, geleceğe olan inancını hatırlayacağız.
Evet, belki bu topraklar şimdilerde virane gibi görünüyor, belki umutlar kırılmış, köprüler yıkılmış…
Fakat bizler biliyoruz ki bir gün yine bu diyarlar çiçeklerle bezenecek.
Çürümüş gibi görünen tohumlar filizlenecek, tomurcuklar saçacak, dallar meyveye duracak. Bahçelerimize nevbaharlar zuhur edecek.
Senin yetiştirdiğin kara sevdalılar, o zifiri karanlıktan bir güneş gibi doğacak.
Aziz Hocam,
Daha şimdiden sana hasretiz.
Hicranımızı anlatmaya kelimeler kifayetsiz.
Bu hicran kalbimizdeki tazeliğini hiç yitirmeyecek.
Yer yer hüzünlenecek, gözyaşlarımız hüznümüze eşlik edecek.
Fakat bu kutlu yoldaki mücadelemiz ve ümidimiz hiç bitmeyecek.
Sadece yaşamanın değil, yaşatmanın, insan olmanın, zulme direnişin, mefkure sahibi olmanın, adanmışlığın, inancın ne demek olduğunu sende öğrendik ve sende öğrendiğimizi biiznillah hiç terk etmeyeceğiz.
Bir yad-ı cemil olarak, sinelerimizdeki yerini hep koruyacaksın.
Rahmet, minnet ve şükran sana…
Mekânın cennet, ruhun şad olsun…