Gazveler

Yazar Egeli

Hudeybiye’yi, incelerken, Allah Resûlü’nün, üstün idareciliği faslında, müşkilleri nasıl çözdüğünü bir ölçüde tahlil etmiştik. Hudeybiye’de bir harp olması muhakkaktı. Ancak Allah Resûlü, kuvvet dengesi olmadığı bir yerde -ki karşı tarafta, on bin müsellah (silahlı) insan, başında Halidler, İkrimeler ve daha gözü dönmüş bir sürü insan.. beri tarafta da, sahabenin rivayet ettiğine göre bin altı yüz silahsız insan.. sırtlarında ihram, umre düşüncesiyle oraya kadar gelmişler- Allah Resûlü, bir tek insanın burnunu kanatmadan -hezimet muhakkak olan böyle bir karşılaşmayı- Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve keremiyle zaferle ve muvaffakiyetle noktalamıştı.

Hudeybiye.. Hicret-i Seniyyenin tam altıncı senesi… Sıla hasreti sahabenin içini yakıyor.. Bilâl-i Habeşî Mekkeli değildi. Habeşistan’dan gelmişti ama, Mekke’yle öylesine bütünleşmişti ki, Medine-i Münevvere’ye hicret edip, biraz da hummâyla hırpalanınca: “Ah Mekke! Acaba sana bir kere daha kavuşabilecek miyim? Ah Nur dağı! Seni bir daha seyredebilecek miyim?” diye yanıp inlemişti. Hz. Ebû Bekir gibi büyük bir irade bile, sarsılmış, kendisini Mekke’den atan ve uzaklaştıran insanlara beddua etmişti.[1]

Aşağı-yukarı dâussıla herkesin içini yakıyordu. Yerin göbeği Mekke.. onunla göbek bağı olanlar, yerin göbeğine ne zaman seyahat yapacaklarının rüyasını görüyorlardı. Altı sene geçmişti aradan, Kâbe’yi tavaf edememişlerdi. Oysaki, Kâbe’yi, en son, onların babaları Hz. İbrahim (aleyhisselâm) onarmış ve tamir etmişti.

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ “Doğrusu insanlar için konulan ilk mâbet, elbette ki Mekke’de bulunan, o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet rehberi olan evdir.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/96) âyet-i kerimesiyle anlatılan Kâbe, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) eliyle yapılan yeryüzünde ilk binaydı. İlk peygamberin yaptığı ve Halilurrahmân’ın onardığı bu binadan, evet işte bu binadan O’nun en şerefli evlâdı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) sökülüp atılıyor ve altı sene gibi uzun bir süre içinde gelip orayı ziyaret edemiyordu.

İşte O da sıla hasreti ile yanıp kavruluyordu. Önlerine düşüp, ashabına İslâm’a göre bir tavaf yaptırmak istiyordu. O gün Kâbe, putlarla doluydu. Kâbe’nin etrafında da bir sürü put vardı. O güne kadar Kâbe’yi tavaf edenler, tavaf yerine maskaralık yapıyorlardı. Onların yaptıklarına tavaf denmezdi. Onların Kâbe etrafındaki tavaflarına Kur’ân-ı Kerim “bükâ” ve “tasdiye” diyor. Islık çalıyor ve ellerini çırpıyorlardı. Bilhassa geceleri, günahkâr elbiselerle Kâbe tavaf edilmez diye, kadınlar bütün urbalarını atıyor ve Kâbe’nin çevresinde öyle dolaşıyorlardı.[2] Kadınıyla-erkeğiyle, bir değişik dönemin, değişik esaslarına bağlı olarak, bir değişik tavaftı ki, anlamak, izah etmek çok zordu.

İşte Allah Resûlü, Kâbe nasıl tavaf edilir, umre nasıl yapılır, bunu göstermek istiyordu ve birinci maksadı bu idi. İkinci olarak da gösterecekti ki, Kâbe sadece Mekkelilerin veya Kureyşlilerin değil onlar kadar onda başkalarının da hakkı var. Hele Kâbe’ye şerefini, şanını iade edecek Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun kudsî cemaatinin herkesten ziyade hakkı vardı.

Aslında Kâbe, çoktan minberinden ayrılmış bir mihrap gibiydi. Allah Resûlü, Medine’de kurduğu minberini, mihrabın yanına çekmek istiyordu. Kâbe, bizim ebedlere kadar mihrabımızdır ve başta da Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihrabıydı. İçinde putlar olduğu için muvakkaten o, Mescid-i Aksâ’ya dönüp bir süre öyle namaz kılmıştı. Kılmıştı ama, gözleri daima semadaydı ve Kâbe’den, yüzünü dahi çevirmeye tahammül edememişti. Allah (celle celâluhu):

قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا“Yüzünü semaya çevirip durduğunu görüyoruz. Yakında seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz.” (Bakara sûresi, 2/144) diyor ve O’nu teselli ediyordu. Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kıldığı süre, O’nun için hep hicran oldu. O hatibin mihrabı, Kâbe; minberi de Medine idi. Medine yalnızdı. Mihrabın yanına götürülünce, imamın imamlığı tamam olacaktı. Esasen O’nun imamlığı tamdı. Ancak pratikte de böyle olması için; mutlaka Kâbe’nin mü’minlerin elinde olması lâzımdı.

Bu kapıyı da ilk defa bir umre ile zorlayacaktı. Onun için; “Hele bir umre yapalım!” diyordu. İslâm esaslarına, İslâm düşüncesine, İslâm anlayışına ve İslâm ruhuna göre bir umre… Henüz hac farz kılınmamıştı. Hac, O’nun hayatında ilk ve son bir kere oldu. Evet, Efendimiz, farz olarak hayatında bir defa hac yaptı. Ve ona Kur’ân-ı Kerim “Hacc-ı Ekber” dedi. Umreye de “Hacc-ı Asgar.”

Avam halk arasında “Hacc-ı Ekber” Arafat’ın cumaya rastlamasına denmektedir. Ama aslında böyle bir anlayış daha çok halk kaynaklıdır. Mübarektir, güzeldir Arafat’ın cuma gününe rastlaması ama, Hacc-ı Ekber, haccın, hac mevsiminde yapılanına; “Hacc-ı asgar” da (küçük hac) umreye denir.

Üçüncü olarak da, bütün kabilelere kudsîler ordusunu götürüp gösterecekti. Böyle bir birlik geçerken kimsenin burnu kanamayacak, kimsenin bir gülüne dokunulmayacak, kimsenin bağ ve bahçesine girilmeyecek ve çapulculuk yapılmayacaktı.

Evet, bu ordunun böyle şeylerden uzak olduğu herkese gösterilecekti. Hâlbuki o güne kadar çölden böyle bir güçle geçenler hep çapulculuk yapmışlardı. Onlar ise, sekîne ve itminan ordusu olarak gelip-geçeceklerdi. Bu hac, hac içinde İslâm’ı temsil ve bu temsilin bütün Araplara gösterilmesi, evet, bunun temin edilmesi çok mühimdi. Bu aynı zamanda İslâm’a ait bir mesaj mânâsını da taşıyordu. Zira onları görenler şöyle diyeceklerdi: “Biz yeryüzünde şimdiye kadar böyle insanlar görmedik, olsa olsa bunlar, melek olabilirler!”

İşte Efendimiz bu mülâhaza ile yollara dökülmüştü; başka düşüncesi de yoktu. Onun için sahabe, sadece kılıçlarını almış, bu yolculuğa öyle çıkmışlardı.. Hudeybiye mevkiine kadar da hiçbir engele raslamamışlardı. Hudeybiye’ye gelip ulaşınca, Kureyş’in hazırlıklarından haberdar olan bazı kimseler dediler ki: “Kureyş, bütün güç ve kuvvetiyle size karşı koyacak ve sizi engelleyecek…”[3]

Sükûnet ve sekîne insanı, vuruşmak, çatışmak istemiyordu. Zaten vuruşmak ve çatışmak için de gelmemişti. Karşılaştığı şeyden ötürü fevkalâde mahzundu. Zira, ashabına verdiği söz vardı: “Size umre yaptıracağım!” demişti. Onlar da, İslâmî ölçüler içinde yapılacak bu yeni ve orijinal umreyi, hem de Allah Resûlü’yle beraber yapmanın müjdesiyle coşmuş ve buraya kadar o duygu ve düşüncelerle gelmişlerdi. O güne kadar yaptıkları, ne hac ne de tavaf… İslâm esaslarına göre, vahiyden kaynaklanarak sistemleştirilmiş bir umre yapacaklardı.. hem de bunu Allah Resûlü yaptırtacaktı. Böylece, hem onlar hem de herkes umrenin nasıl yapıldığını görüp öğrenecekti.

Allah Resûlü Hudeybiye’de mecburi duruş yaptı ve sahabeyi de durdurdu. Ashabına ve kendisine inananlara; kendi cesaretine, kendi müthiş imanına rağmen bunu yapıyordu. Biliyordu ki, Rabbine sığınarak bir kavgaya girse yine onları mağlup edecektir. Ancak O bunu yapmayıp bekleyecekti. Engelleme, belirgin hâle gelince, ashabıyla biat yenilemesi yaptı. İslâm uğrunda, ölmeye kadar her şeylerini feda etmek üzere biat aldı.[4] Ve işte bu biata, yüce dergâhtan hoşnutluk sesi:

لَقَدْ رَضِيَ اللّٰهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ وَأَثَابَهُمْ فَتْحاً قَرِيباً * وَمَغَانِمَ كَثِيرَةً يَأْخُذُونَهَا وَكَانَ اللّٰهُ عَزِيزاً حَكِيماً

“Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah güçlü olandır, Hakîm olandır.” (Fetih sûresi, 48/18-19)

Andolsun ki, Allah (celle celâluhu) mü’minlerden razı oldu. -Ki onlar ağaç altında Peygambere biat ettiler. Biatlar üstü bir biat- Onların kalblerinden geçenleri Allah (celle celâluhu) çok iyi biliyordu ve kalblerinden şu geçiyordu: Allah Resûlü “Öl!” derse öleceğiz, “Kal!” derse kalacağız, bize “Yürüyün Kâbe’yi tavaf edin!” derse tavaf edeceğiz, “Silahınız yok ama şu çelik orduya kendinizi çarpın!” derse çarpacağız.

Duygu yumakları bu olabilir ve daha fazlasını söylemek de bizi aşar.

Bu arada Allah (celle celâluhu) onlara sekîne inzal buyurdu.. ve onların bu civanmertliğine mukabil çok yakın bir gelecekte, O da, onlara apaçık bir fetih ihsan vaadetti. Evet Cenâb-ı Hak onlara, Kur’ân’da bunu vaadediyordu.

Hudeybiye’de, Allah Resûlü’nün düşündüklerinden sadece bir tanesi olmamıştı. O da bir sene sonra olacaktı ve oldu: Geldiler, İslâmî ölçülere göre Kâbe’yi tavaf edip Hacerü’l-Esved’e yüz sürdüler. Bunun dışında düşünülenlerin hemen hepsi olmuştu. Gösterdiler ve çöl gördü ki, çölün çapulcularından başka, ona emniyet getirecek, orada emniyet ve güveni temsil edecek bir kudsîler ordusu var ki geçtiği her yere emniyet tohumları ekmektedir ve 2-3 sene sonra da bunlar… duygularda yeşerip çimlenecek.

Evet işte, bu görünümü sergileye sergileye ta Medine’den Mekke’ye kadar gelmişler; köye, kasabaya, çadıra hasılı bâdiyede her yere uğramışlar, çeşitli kimselerle görüşmüş ve çeşitli kimselerle karşılaşmışlardı. Bu uğrayıp-görüp geçtiği yerlerdeki insanların hemen hepsi 2-3 sene sonra gelip O’na iltihak edecek ve Kâbe’nin fethi için O’nunla beraber yerin göbeğine doğru sefer yapacaklardı. Keza, Kureyş’le beraber bütün müşrikler de anlamışlardı ki, Kâbe sadece Kureyş’in değil, O’nda bütün insanların hakkı vardır. Hususiyle de, insanlığın iftihar tablosu Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun cemaatinin…

Aslında Kureyş, böyle bir hakkı Hudeybiye’deki muahedede kabullenmiş ve Allah Resûlü’nün imza attığı kağıda onlar da imza atmışlardı. “Siz de Kâbe’yi ziyaret edebilirsiniz. Bu sene bize ait, gelecek sene size ait. Bundan sonraki yıllarda her sene gelir Kâbe’yi tavaf edersiniz.” demişlerdi.[5]

Bu aynı zamanda Müslümanların mevcudiyetini kabul etmek demekti. Oysaki o güne kadar yapılan propaganda, Mekke ve Kâbe’nin sadece müşriklere ve bilhassa Kureyş’e ait olduğu şeklindeydi.. ve bir ölçüde başkaları da bunu kabullenmiş bulunuyordu.

Herkes, orada müşriklerin göstereceği töre ve sisteme uyardı. Kimse hususî bir merasim icat edemezdi. Oysaki Hudeybiye’de kabullenilen muahede şartlarına göre, Mekke’ye gelecek ve kendi töreleriyle Kâbe’yi tavaf edeceklerdi. Allah Resûlü, on binlik bir ordunun karşısında silah olarak sadece kılıcı bulunan 1600 kişi ile böyle bir zafer elde ediyordu.. kendini herkese kabul ettirme ve kalblerin kapılarını aralama zaferi.

Meselâ Urve İbn Mesud, Süheyl İbn Amr, murahhas olarak oraya kadar gelmiş Allah Resûlü ile görüşmüşler, ashabın O’na bağlılıklarına şahit olmuş ve Allah Resûlü’nün davranışlarından, O’ndaki Allah’a (celle celâluhu) imanın, O’ndaki mehâfetullahın ve O’nun üzerindeki peygamberâne hallerin çok tesirinde kalmışlardı. Derken içlerindeki buzlar erimiş, bakış zaviyeleri başkalaşmıştı. Ve bu insanlar çok yakın bir gelecekte inanıp İslâmiyet’e girmeye namzet idiler. Hatta, daha o zaman bile Mekke’ye döndüklerinde, oradaki sertlikleri kırmış ve Müslümanların lehine havayı yumuşatmışlardı.[6]

Bu arada Müslümanlıktaki yumuşatıcılık ve müşriklerdeki sertlik, yer değiştirmelere bile sebep olabiliyordu ve bunun canlı misalleri de vardı.[7]

Evet, mütereddit ve mütehayyirler, bir bir Allah Resûlü’nün safına geçiyorlardı. Belki zâhiren Hudeybiye, bir geriye dönüştü, ama, pek çok ganimeti olan bir gerilim dönüşüydü. Ayrıca bunun ötesinde Kureyş’ten de emin olunacaktı. Artık arkadan saldırmayacaklardı. Tabiî bu arada bir de pakt teşekkül etmişti: Benî Bekir’le Kureyş, Benî Huzâa ile de Müslümanlar ayrı ayrı birer pakt kurmuşlardı… Ve bunlar, birbirlerine saldırmayacaktı. Bundan dolayı Allah Resûlü, çok seviniyordu. Zira, tam 10 sene çölde, birçok kabileye İslâm’ın sesini, soluğunu duyurabilecekti.

1. Çıban Başı Hayber

Hudeybiye dönüşünde Allah Resûlü, bir çıban başı olan Hayber’in üzerine yürüdü. Yahudiler burada daima fitne kaynatıyorlardı. Bazen, Katafan’la kafa kafaya veriyor, bazen Benî Nadîr’le anlaşıyor, bazen de Kureyş’e çanak tutuyor; ama mutlaka ve her zaman Müslümanların aleyhine oyunlar plânlıyorlardı. Zaten Kureyş’i tahrik eden ve onlara cesaret veren de bunlardı. Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te hep onların kışkırtması vardı.

Artık onları te’dip etme vakti de gelmişti. Allah Resûlü, yine bir yıldırım harekâtı düzenledi. Hudeybiye’ye gelenler, umre yapamamışlardı ama, cihad yapıp umrenin boşluğunu doldurabileceklerdi. Efendimiz, sahabeden bir kısmını Katafan üzerine gönderdi.[8] Çünkü Katafan, Hayber’in dostuydu. Bu durumda Katafan, esas hedefin kendileri olduğunu zannederek kendi başlarının derdine düştüler.. ve böylece Hayber’le olan irtibatlarında bir kopukluk oldu. Oysaki, Allah Resûlü’nün hedefi Hayber’di… Onlar, “Ha geldiler-ha gelecekler.” diye korkulu rüyalar göredursunlar, Allah Resûlü, yine bir gece yürüyüşü ile, kimseye hissettirmeden, Hayber’e ulaştı.

Hayberliler için bugünün diğer günlerden hiçbir farkı yoktu.. herkes mutat işine gitmek üzere ellerinde ziraat aletleriyle bağ, bahçe ve tarlalarına gideceklerdi. Ancak, kaleden adımlarını dışarıya atar atmaz donakaldılar. Karşılarında müsellah bir ordu ve başlarında da Allah Resûlü. Yeniden gerisin geriye kaçmaya başladılar. O esnada Müslümanlar da en gür sadâ ile اَللّٰهُ أَكْبَرُ خَرِبَتْ خَيْبَرُ “Allahu Ekber! Hayber harab oldu.”[9] diye haykırıyorlardı. Artık Hayber’in işi bitikti.. yollar teslim olmaya doğru kayıyordu. Ne var ki Hayber’e yine de bir Haydar-ı Kerrar lâzımdı, lâzımdı ki Hayber kalesinin kapısını alsın ve bir kalkan gibi kullansın.. kullansın ve İslâm ordusunu şahlandırsın.[10]

Öyle de oldu; Hayber, Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh) eliyle fethedildi. O gün sancak ona verilmiş ve Allah Resûlü, onun hem sevilen hem de seven olduğunu müjdelemişti ki; bu Allah ve Resûlü tarafından sevilen, Allah ve Resûlü’nü seven ondan başkası değildi.[11] Ve, Hayber, en kısa zamanda, en az zayiatla İslâm’ın yed-i beyzasına teslim oluyordu.

Hayber’de esir alınanlar arasında Hz. Safiyye Validemiz (radıyallâhu anhâ) de vardı. Allah Resûlü’nün nikâhı altına girme bahtiyarlığına eren bu büyük kadının ayrı bir megâzî buudu vardır… Bu büyük kadınla Allah Resûlü, bir de Hayber’i içinden fetheder. Çünkü Safiyye Validemiz, bundan böyle bütün nüfuzunu Hayber’de İslâm adına kullanacaktır.

2. Mute Destanı

Efendimiz’in yokluğuna terettüp eden boşluklarla beraber, kendi içinde dolu dolu bir destan. Evet kendisi iştirak edememekle beraber, İslâm’ın âfâk-ı âleme yayılmasına sebep olan Mute destanını zikretmeden geçemeyeceğiz. O Mute ki, orada Allah Resûlü’nün en çok sevdiği insanlar şehit düşmüş ve orada gömülmüşlerdi. Zeyd b. Hârise (radıyallâhu anh), ardından Cafer b. Ebû Talib ve onun da ardından Abdullah b. Revâha (radıyallâhu anh) Cennet’e Mute’den uçmuşlardı.. ve Mute, aynı zamanda bir askerî dehanın günyüzüne çıkmasının da destanıdır. Allah’ın (celle celâluhu) kılıcı Halid, ilk defa İslâm saflarında kendini Mute’de ispatlamıştır.[12]

Sulh esnasında Allah Resûlü, dünya hükümdarlarını İslâm’a davet etmiş.. bunlardan bazılarından müspet cevap alırken;[13] bazıları da red cevabı vermiş.. hem de bütün bütün edep sınırlarını çiğneyerek ve kendi karakterlerini sergileyerek küstahça davranmış ve küstahça cevaplar vermişlerdi.[14]

Busra Emiri Şurahbil de bu son gruba dahildi. Şurahbil b. Amr, esasen Arap olmasına rağmen, Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bu yeni dinine olan taassubunu da gelen elçi Hâris b. Umeyr’i öldürtmekle göstermişti. Allah Resûlü’nün gönderdiği elçinin öldürülmesi affedilecek gibi değildi. Ayrıca, diğer hükümdarlara fikir vermesi açısından da tahribi oldukça büyük sayılırdı.

Efendimiz, derhal 3000 kişilik bir ordu hazırladı ve başlarına da azatlı kölesi, mânevî evlâdı -ki İslâm, sonradan böyle evlât edinmeyi kaldırmıştır- Zeyd b. Hârise’yi (radıyallâhu anh) geçirdi. Ardından da: “Zeyd’e bir şey olursa kumandayı Cafer, ona da bir şey olursa, Abdullah b. Revâha alsın!” ferman etti.. ve: “Eğer ona da bir şey olursa, kumandayı Allah kılıçlarından bir kılıç alsın!” buyurdu. İsim zikredilmemişti ama, hâdiseler onun Halid olduğunu ortaya çıkaracaktı.[15]

İslâm ordusu, Mute’ye vardığında 200.000 kişilik beklenmedik bir orduyla karşılaştı. İki sayı arasında ürperten bir farklılık vardı: İkiyüzbine karşı, üçbin insan…

Buna rağmen, “Zafer elde edemesek de şehitlik elde ederiz!” deyip savaşmaya karar verdiler.. ve ilk üç kumandan birbiri ardınca şehit oldu. Derken, o âna kadar değişik yiğitlerin göğsünde taşınan sancak, sonunda gelip Halid’e ulaştı. O gün Halid’in elinde tam 9 kılıç kırılmıştı.[16]

Halid (radıyallâhu anh), bir taraftan savaşırken, diğer yandan da, bir kısım ustaca manevralarla, zayiat vermeden orduyu Medine’ye götürebilmenin yollarını araştırıyordu ki harp tekniği açısından bu büyük bir başarıydı. Gerçi, geriye çekilmeye kapalı sahabi ruhu bundan çok rahatsız olacaktı ama, Kur’ân’ın ölçüleri içinde bunun böyle olmasında zaruret vardı. Buhârî ve Ahmed b. Hanbel, baştan sona vak’ayı şöyle naklederler:

“Allah Resûlü, ashabı arasında oturuyor ve Mute’de cereyan eden hâdiseyi aynen anlatıyordu: İşte bayrağı Zeyd İbn Hârise (radıyallâhu anh) aldı, atını sürdü âdeta budadılar ve düştü, şehit oldu.. işte şimdi sancağı Ca’fer İbn Ebî Talib (radıyallâhu anh) aldı, işte onu da şehit ettiler.. işte Abdullah İbn Revâha (radıyallâhu anh) aldı ve o da Cennet’e uçtu. Ve şimdi de Allah (celle celâluhu) kılıçlarından bir kılıç aldı, idbâr ikbâle dönüyor!”[17]

Ve bir başka kaynağa göre biraz sonra da şöyle buyuracaklardır: “Ben üç şehidi, Cennet’te yürürken gördüm. İkisinin boynunda bukağı vardı. Başlarını sağa sola döndürmelerine mâni oluyordu. Ca’fer’in (radıyallâhu anh) boynunda bir şey yoktu ve o dümdüzdü. Çünkü o, düşmana karşı saldırırken, gözünü kırpmadan, başını sağa sola çevirmeden, dümdüz gitmişti.”[18]

Sahabe dahi olsa bazılarında ölüm endişesi olabilir.. ve onlarınki hiçbir zaman mahzur buudlarına ulaşmaz… Tabiî, Allah Resûlü’nün gördüğü, berzah âlemine ve misal âlemine ait tablolardı.

Benî Asfar’ın gözü korkmuştu… Evet, üç bin kişilik bir ordu. Halid (radıyallâhu anh), usta manevralarıyla kimsenin burnunu kanatmadan Medine’ye kadar gelebilmişti. İbn Hişâm’ın rivayetine göre bu muharebede verilen şehit sayısı 12’dir.[19] Mute’nin neticesinde etrafa, İslâm’ın varlığı kabul ettirilmiş.. ve artık Benî Asfar’da İslâm’ın adından bahseder olmuştu. Onlar arasında da Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâd-ı cemîli dillerdeydi. İnansınlar, inanmasınlar herkesمُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ “Muhammed Allah’ın resûlüdür.” tabirini kullanıyorlardı.

Bu umumî mânâdaki hazırlıklar yapıldıktan sonra, rüyanın gerçekleşme zamanı gelmişti.

لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذَلِكَ فَتْحاً قَرِيباً * هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللّٰهِ شَهِيداً

“And olsun ki Allah, Peygamberi’nin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey inananlar! Sizi Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Size, bundan başka yakın zamanda bir zafer verecektir. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi, Kur’ân ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak da Allah yeter.” (Fetih sûresi, 48/27-28)

3. Mekke’nin Fethine Doğru

Allah Resûlü’nün gördüğü rüyalar, sadık rüyalardır. Nübüvvetin ilk altı ayında gördüğü rüyaların, sabah aydınlığı kadar açık olduğunu ve gece ne görürse, gündüz onun aynen çıktığını, Âişe Validemiz nakleder.[20]

İşte Efendimiz’in gördüğü rüya! O, Mescid-i Haram’a, Kur’ân’ın tasvir ettiği şekilde girecekti. Cenâb-ı Hak, Habîbi’ne gösterdiği bu rüyayı, yukarıda zikrettiğimiz âyetiyle artık gerçekleşmiş gösteriyordu.

Efendimiz’in rüyaları, vahiyle içli-dışlı olmakla beraber, buradaki “rüya”, “rü’yet” kökünden “görme” mânâsına da gelebilir. Yani nasıl Cenâb-ı Hak, bazen O’na, Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Levh’i göstermiştir; ve nasıl bazen kıyamete kadar olacak hâdiseleri gözünün önüne sermiştir; aynen öyle de, bir gün Mescid-i Haram’a emniyet ve güven içinde gidilip, hac ve umre yapılacağını da göstermiştir.

Bu görme, rüyada da olabilir açıktan açığa da; bu da bir tevcih.. ister kelimenin zâhirine göre rüyayı kendi mânâsında, isterse “rü’yet” mânâsında kabul edelim, netice değişmeyecektir. Mühim olan, Allah Resûlü’ne gösterilen o tablonun aynen cereyan etmiş olmasıdır. O tabloda Mekke’nin fethi vardır; ve daha şimdiden hâdiseler, Müslümanları böyle bir zemine doğru çekmektedir.

Hudeybiye anlaşmasından sonra, Kureyş’e bağlı kabilelerle, Müslümanlara taraftar kabileler arasında bir pakt kurulduğunu, yukarıda söylemiştik. Kureyş’e bağlı, Benî Bekr kabilesi, Müslümanlara bağlı Benî Huzâa’ya saldırıp katliamda bulununca, Hudeybiye anlaşması ihlâl edilmiş ve anlaşma maddeleri hükümsüz hâle gelmiş oluyordu. Durumun vehametini anlayan Ebû Süfyan, derhal Medine’ye geldi. Anlaşma maddelerinin aynen geçerliliğini temine çalıştı; fakat onun teklifleri kabul görmedi.[21]

Artık, ok yaydan çıkmıştı.. ve Allah Resûlü, bir harp hazırlığı içindeydi. Her zaman yaptığı gibi niyet ve gayesini fevkalâde gizli tutuyordu. Bu defa sırrını vezirleri ve hayat arkadaşlarından da gizli tutmuştur. Öyle ki, Hz. Ebû Bekir, bir gün kızı Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) evine gidip de, onu yol hazırlığı yaparken bulunca, Resûlullah’ın nereye gitmeyi düşündüğünü sormuş ve Hz. Âişe Validemiz’den (radıyallâhu anhâ): “Vallahi babacığım ben de bilmiyorum!” cevabını almıştı.[22]

Evet, hareket bu denli mahrem tutuluyordu. Hz. Ebû Bekir ki O’nun en yakını ve en çok sevdiği insandı. Hicrette dahi yol arkadaşı olarak onu seçmişti. Buna rağmen yapılmakta olan sefer hazırlığının hedefi ondan dahi gizli tutulmuştu. Bu da, Allah Resûlü’nün nasıl ulaşılmaz bir erkân-ı harp olduğunun bir başka buudu. Allah Resûlü’nden bu dersi alan Fatih, bir gün şöyle diyecektir: “Sırrımı sakalım bilse, onu dahi keser atarım!” İşte Allah Resûlü’nün sır vârislerinden bir kutlu serdar!.

Allah Resûlü sır adına askerî harekâtında hep tevriye yapmıştır. Esas hedefi daima saklamış ve başka şekilde anlaşılmasını sağlayacak karineleri nazara vermiştir. Zannediyorum modern erkân-ı harpler de farklı düşünmüyorlar. Şayet, bir yerden çıkartma yapacaklarsa, çıkartmanın meydana getireceği gürültünün on katını bir başka yerlerde çıkarırlar. Daima alternatifli hareket ederler ve gerçek hedefi hep saklarlar. Nerden çıkartma yapacaklar? “A” bayırından mı, “B” bayırından mı, “C” bayırından mı bilinmez. Fakat bunlar 14 asır sonra gelişen harp tekniğiyle alâkalı şeyler… Bunların gerçek kâşifi Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Mektep görmemiş, medrese görmemiş, öğrendiklerini bütünüyle Cenâb-ı Hak’tan öğrenmiş bir ümmî, fakat a’lemü’l-ulemâdır. Ve O’nun için bize bir daha “Muhammedün Resûlullah” dedirtmektedir.

Evet, yine hedefini saklıyor, yine çölde kuş uçurtmuyordu.. ve kurduğu haber ağıyla kim ne götürüyor, kim ne getiriyor, hepsini bir bir tespit ediyordu. Bunlar, ister vahiy yoluyla, ister o büyük firasetin, fetanetin, firaset ve fetanetiyle olsun; fark etmez; O, çölü avucunun içi gibi takip edebiliyordu.

İşte bir misal: “Bedir’de bulunmuş bir sahabi, yanlış bir içtihadla, harekâtın son anlarında, Mekke’ye doğru gidildiğini anlayınca, bu durumu haber veren bir mektup yazıp gönderiyor. Bu mektubu su taşıyan saka bir kadın götürmektedir. Allah Resûlü hemen Hz. Ali ile Zübeyr b. Avvam’ı çağırarak durumu onlara bildiriyor ve onlar da yıldırım hızıyla gidip kadından bu mektubu alıp getiriyorlar.”

Bu gizlilik, ta Mekke’ye bir konak mesafe kalıncaya kadar devam ediyor ve kimsenin, ordunun gelişinden haberi olmuyor.

Hz. Abbas Ebû Süfyan’ı Efendimiz’e getirdiğinde artık Mekkeli için yapacak bir şey kalmamıştı.[23] En hızlı at ve develerle kaçmak isteseler dahi kurtulamayacaklardı.. gayri Mekke o kadar kıskıvraktı.

Ancak Allah Resûlü, yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi. Ne kendi askerlerinden ne de Mekkelilerden zaiyat verilmesini istemiyordu. O’nun bu hassasiyeti sayesindedir ki, koskoca Mekke fethinde Müslümanlardan şehit olanların sayısı sadece 3 kişiydi. Hâlbuki hâlâ Allah Resûlü’yle harp etme düşüncesinde olan bir sürü gözü dönmüş Mekkeli vardı.. ve bunlar “Her çibâd âbâd!” diyecek türden insanlardı.

Efendimiz, tam 10 bin askerle gelmişti.. evet, iki sene evvel 1600 kişiyle gelip geriye döndüğü Mekke’ye şimdi 10.000 insanla girecekti. Ancak O, bu gücü, onların içlerindeki gerçek kuvvet ölçüsünde değerlendirmiş ve Mekkelilerin görebildiği bir yerde, kişi başına bir ateş yakılmasını emretmişti. Mekkelilerin bildiği, her çadır için bir ateş yakılmasıydı.[24] Dolayısıyla onlar 10.000 ateşi görünce en az 30.000 insan tarafından muhasara edildiklerini sandılar.. ve bu durum, onları bütünüyle felç etti. Öyle ki artık teslim olmaktan başka çareleri yoktu. Zaten Ebû Süfyan da Mekke’ye döndüğünde, sadece bunu tavsiye ediyordu.

Çünkü gökteki yıldızları seyreder gibi, yanan bu ateşleri seyretmiş ve bütün bütün mukavemetini yitirmişti. Zira artık o da bu gece, cahiliyenin son gecesidir ve fetihle Müslümanların arasında, sadece bir gece kalmıştır.

Allah Resûlü’nün alternatifli stratejisi devam ediyordu. Mekke’ye girerken orduyu altıya taksim etti ve Mekke’ye altı koldan girildi. Sadece başlarında Halid b. Velid’in (radıyallâhu anh) olduğu kol, İkrime ve yanındakilerle çatışma zorunda kalmıştı. Diğer birlikler hiçbir engelle karşılaşmadan Mekke’ye girmişlerdi.[25]

O gün için Mekke’de mesele çıkarabilecek tek insan Ebû Süfyan’dı. Hâlbuki Allah Resûlü bir cümleyle onu da yumuşatmıştı: “Ebû Süfyan’ın evine sığınanlar korunmuştur!”[26] Evet, Ebû Süfyan’a verilen bu kadarcık bir pâye dahi, onun elini kolunu bağlamaya yetmişti. Hatta ondan sonra Ebû Süfyan, teslim olmayı teşvik eden en hararetli insan hâline gelmişti. Elbette ki bütün Mekkeliler Ebû Süfyan’ın evine sığacak değillerdi. Allah’ın (celle celâluhu) evi, Ebû Süfyan’ın evinden korunmaya daha lâyıktı. Ve Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Kâbe’ye sığınanlar da korunmuştur!” Ve, bir süpriz karar, tarihte ilk defa, dışarı çıkma yasağı konuluyordu. Bu, can güvenliği için gerekli olduğu kadar, ordunun rahat hareket edebilmesi için de gerekliydi. Bu mülâhaza ile Allah Resûlü: “Kendi evine girip saklananlar korunmuştur!” diyordu.[27] Böylece Mekkelilerden gelmesi muhtemel bütün direnişler önlenmiş oluyordu.

Efendimiz’in iştirak ettiği diğer gazvelerden sarf-ı nazar, sadece şu Mekke fethi ve burada tatbik ettiği askerî ve siyasî strateji dahi zannediyorum O’nun ne büyük bir askerî deha olduğunu göstermeye kâfidir. Evet, Mekke’nin fethi tek başına, bütün insaf ehline مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dedirtecek büyük bir hâdisedir.

Sanki O, Mekke’yi birkaç kere fethetmiş gibi plânın her safhasında, gayet rahat hareket etmiştir. Kafasında plânladığı hususlar noktası, virgülüne kadar aynen çıkmış, O da ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştır. Tabiî, fethin ardından ilan ettiği umumî af ve gösterdiği engin mürüvvet, Mekke insanını derhal O’na teslim olmaya ve İslâm’a girmeye çekmiştir. Bu, ne şirin bir zorlamadır ki, bir gün içinde bütün Mekkeliler Müslüman olmuştur.

Şimdi sıra, bu yeni potansiyeli aksiyona çevirmeye gelmiştir. Aman Allahım! Bu ne müthiş bir inkılâptır ki, dün O’na düşmanlıkta canlarını verenler, bugün O’nun düşmanları karşısında canlarını vermeye hazırlanmaktadırlar! Evet, Allah Resûlü’nün bakışları kime isabet ettiyse o, kömür iken birden elmas hâline geliverdi. Başka teşbih ve benzetmelere ne gerek var? O, kendi ashabını gökteki yıldızlara benzetmemiş miydi?[28]

Evet, Allah Resûlü, dün çukurlarda yuvarlanan, ruhları çamurlaşmış bu insanları, bir gün gibi kısa bir zaman içinde, semaya perçinlemiş ve ışık saçan birer yıldız hâline getirmişti. Getirmekle kalmamış, onlara ebedlere kadar misal olma ruhunu da üflemişti.

4. …Ve Huneyn Bâdiresi

Mekke’nin fethiyle, ortada duran ve hangi taraf galebe çalarsa o tarafa meyletmeye kararlı bulunan kabileler, teker teker İslâm’a dehalet etmeye başladılar. Bu gelişme Sakîf ve Havâzin kabileleri arasında hazımsızlığa sebebiyet vermişti. Daha fazla gelişmeye fırsat vermemek için hemen harekete geçtiler ve çölde buldukları çapulcularla beraber 20-30 bin kişilik bir ordu kurdular.[29]

Allah Resûlü, istihbarat için Abdullah b. Ebî Hadred’i (radıyallâhu anh) bu kabilelerin arasına göndermişti. Abdullah, elde ettiği bütün malumatla Allah Resûlü’ne geldi ve durumu rapor etti. Sakîf ve Havâzin kabileleri, büyük bir ordu ile Huneyn’de mevzilenmişlerdi.

Bu her iki kabile de cesaret ve atıcılıkları ile meşhurdu. Ok atmada hepsi de usta sayılırlardı. Bunlara karşı, ekseriyeti yeni Müslüman ve genç bir orduyla mukabele etmek icap ediyordu. Öyle de oldu. Allah Resûlü, derhal Huneyn’e doğru yürüyüş emri verdi. Yoksa, her şey Müslümanların aleyhine dönebilirdi. Zira, bu kabileler şayet Mekke’ye kadar gelme fırsatı bulurlarsa, Mekke’de bozgunculuk için fırsat bekleyenlere, bekledikleri fırsat verilmiş olacaktı. Aynı zamanda, çokları itibarıyla onurları rencide olmuş Mekke’nin yeni Müslümanları, düşmana karşı kavga verirlerse, bu hem onların, uzak ihtimal de olsa, sarsıntı geçirmelerini önleyecek hem de kalblerinde İslâm’ın oturaklaşmasını hızlandıracak ve onları iyiden iyiye İslâm’a perçinleyecekti.

Huneyn’e 12.000 askerle gidildi. Bunlardan 2.000 kadarı yürekten Müslüman değildi. Diğerlerinin ise çoğu genç ve tecrübesizdi. Bu gençlerin başında da Halid b. Velid (radıyallâhu anh) vardı. Düşman “U” şeklinde mevzilenmişti. İslâm ordusunun öncü kuvvetleri ya farkında olmadan ya da bilerek bu “U”nun içine girdiler. Ansızın gelen ok yağmuru sebebiyle de geri çekilmek zorunda kaldılar. Zira çoğunlukla zırhları yoktu, oklar da çok şiddetli ve isabetli geliyordu. Eğer “U”nun içine bilerek girildi ise, geri çekiliş, bir harp oyunuydu. Nitekim okçular, Müslümanların kaçtığını görünce, sevinç çığlıkları atarak yerlerinden çıkmış ve kaçanları takibe koyulmuşlardı. Tabiî farkına varmadan, bir kıskaç içine girmiş oldular. Ve, taarruz eden bu güçler ric’ate mecbur kaldılar. Derken, birkaç saat içinde ölenler ölmüş, kaçanlar da Taif’e sığınmak zorunda kalmışlardı.[30]

Huneyn’in başında da, aynen Uhud’un ortasında olduğu gibi zâhiren bir hezimet yaşanmıştı. Ancak Allah Resûlü, bu en zor durumda dahi fıtrî cesareti ve müthiş fetanetiyle hâdiselerin akışını değiştirmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla mutlak bir mağlubiyeti, parlak bir zafere çevirmesini bilmişti.

Peygamberimiz, tam İslâm ordusundaki panik esnasında ileriye atıldı. Öyle ki, Hz. Abbas (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün bindiği hayvanın gemini zor zabtediyor ve O’nun düşman safları arasına girmesine mâni olmaya çalışıyordu. O ise en gür sesiyle: أَنَا اَلنَِّبيُّ لاَ كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدُ الْمُطَّلِبْ “Ben nebiyim, bunda yalan yok. Ve ben Abdülmuttalib’in torunuyum…” diyordu.[31]

Bunun üzerine Efendimiz’in emrine binaen Hz. Abbas (radıyallâhu anh), Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etti.

Daha sonra Hz. Peygamber’in sesini ve çağrısını duyan bütün Müslümanlar, Allah Resûlü’nün etrafında toplandılar.. mağlubiyet aşıldı ve zafere ulaşıldı.[32]

Burada bir noktaya işaret etmeden geçemeyeceğim: Allah Resûlü, 18 gazâya iştirak etmiş ve hepsinde de büyük zaferler kazanmıştı. Ancak, benim kanaatim odur ki, Uhud ve Huneyn, O’nun askerî dehasını gösterme açısından diğerlerinden daha parlak, daha muhteşem zaferlerdi. Çünkü diğerlerinde, O’nun hafızasında plânladığı şeyler aynen tahakkuk etmiş olduğundan, Allah Resûlü, hiç zorlanmamış, neticeye gayet rahat ulaşmıştı. Hâlbuki, bu iki muharebede beklenmedik hâdiseler zuhur etmiş, O’nun ilk plânları çarpıtılmış, düşmana fırsat verilmiş, ama buna rağmen, netice yine zaferle noktalanmıştır. Beklenmedik hâdiselerde O’nun hiçbir dahli yoktur. Öyleyse, mutlak bir hezimetten kurtulup, parlak bir zafer elde ettiği Uhud ve Huneyn, O Kumandan-ı Zîşân’ın askerî dehasının en parlak bir buududur.

5. Tebuk

Allah Resûlü’nün gerçekleştirdiği yıldırım harekâtından birisi de Tebuk Seferi’dir. Bir aralık, Bizans İmparatorluğunun, büyük bir ordu hazırlayıp Medine’ye gelmekte olduğu şâyiası yayıldı. Bu durum, Müslümanları tedirgin ederken, etraf kabilelerden düşman olanları da ümitlendiriyordu. Zaten Gassaniler’in çevirmek istedikleri entrikalar da herkesçe bilinmekteydi.

Her seferini gizlilik içinde gerçekleştiren Allah Resûlü, bu seferini açıktan ilan etti ve etraf kabilelere adam göndererek onlardan asker ve malzeme yardımında bulunmalarını istedi. O sene civarda ve Medine’de çok zor günler yaşanıyordu. Hava alabildiğine sıcak ve kuraklık ortalığı kavuruyordu. Bir de meyvelerin hasat vakti girmişti. Ama Allah Resûlü, seferberlik ilan etmiş ve yol hazırlıklarına başlamıştı bile. Herkes bu sefere iştirak etmek için âdeta birbiriyle yarışıyordu.[33]

Sefere iştirak heyecanıyla Allah Resûlü’ne gelip de, binek bulunamadığı için kabul edilemeyen nice Müslüman vardı ki, O’nun yanından çocuk gibi ağlayarak ayrılıyorlardı. Kur’ân onların bu hâlini bir ibret levhası olarak âbideleştirmiştir.[34]

Bu arada, münafıklar da boş durmuyordu. Müslümanları seferden alıkoymak için ellerinden gelen her türlü hile ve oyuna başvuruyorlardı. Nihayet Allah Resûlü, 30.000 kişilik bir orduyla Tebuk’e doğru hareket etti. 20 gün kadar Tebuk’te kaldı. Bizans, kendisinde cesaret göremediği için bu orduya karşı mukabelede bulunamadı. Dolayısıyla da Tebuk’te harp yapılmadı; ama duyup işitenler üzerinde müthiş tesiri oldu. Zira düşmana öyle bir gözdağı verildi ki, ancak büyük bir meydan muharebesinde aldığı hezimetle düşman bu kadar sinebilirdi. Etrafta bulunan nice Hıristiyan kabileler, Allah Resûlü’ne cizye vermeyi kabul ederek, inkıyatlarını bildirdiler. Niceleri de, din olarak İslâm’ı seçtiler.[35] Bu yönüyle de Tebuk’ü İki Cihan Serveri’nin zaferlerinden biri olarak görmek mümkündür.

[1] Buhârî, menâkıbu’l-ensar 46.
[2] Müslim, tefsir 25; Nesâî, menâsik 161.
[3] Buhârî, megâzî 35.
[4] Müslim, cihad 132.
[5] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/192-193.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/329-330; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/196.
[7] Misal olarak bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/279-280.
[8] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/299-300; Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk, 2/135.
[9] Buhârî, salât 12; ezan 6; Müslim, cihad 120.
[10] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/567.
[11] Buhârî, megâzî 38; Müslim, fedâilu’s-sahabe 32.
[12] Buhârî, fedâilu ashabi’n-Nebi 25; megâzî 44; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/256.
[13] Müslim, cihad 27; Tirmizî, isti’zan 23; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/262-273.
[14] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/271.
[15] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/22-30; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/128; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/255.
[16] Buhârî, megâzî 44.
[17] Buhârî, megâzî 44.
[18] Abdurrezzak, el-Musannef, 5/266, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/121.
[19] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/46; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/259.
[20] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3.
[21] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/42-52.
[22] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/52.
[23] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/58-60.
[24] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/58-59; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/289.
[25] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/66-67.
[26] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/62; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/289-290.
[27] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/62; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/289-290.
[28] Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 3/62; Deylemî, Müsned, 4/160.
[29] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/322-326.
[30] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/326 vd.
[31] Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 28.
[32] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/326 vd.
[33] Buhârî, tefsir (9) 18; Müslim, tevbe 53.
[34] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/92.
[35] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 5/9 vd.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy