Fizik ötesi âlemler

Yazar Egeli

Arş

Lügat itibarıyla, çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku mânâlarına gelen arş; bütün gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan, maddî-mânevî umum kâinatlarla alâkalı ilâhî emir, irade ve meşîet-i sübhaniyenin ilk tecellî ve zuhur mahalli ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu yüce âleme “Arş” dendiği gibi onun tersi sayılan ve altı kabul edilen yere de “ferş” denegelmiştir. “Arş’a çıkılır, ferşe inilir.” sözleriyle, bunu daha bir netleştirmiş ve Arş u ferşi iki kutup şeklinde göstermişlerdir; devriyelerden birine arşiye ve diğerine de ferşiye denmesi de bu mülâhazaya bağlıdır.

Arş’ı, kinâî olarak, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin ilk tecellî ufku şeklinde yorumlamanın daha uygun olacağını söylemeden edemeyeceğim; zira böyle bir yaklaşımda Allah’ın hayyiz ve mekân mülâhazalarından münezzehiyeti de ifade edilmiş olmaktadır. “Arş’a istivâ” sözü bir hakikat-i mübhemedir; yoksa, Hakk’ın ne Arş’ta oturması ne de kurulması söz konusudur.

Eski astronomi Arş’a, bütün eflâkı kuşatan, dokuzuncu, en büyük ve muhît felek nazarıyla bakıyordu. Aynı zamanda ona “felek-i âzam” ve “felek-i atlas” da diyordu. Böyle bir yaklaşım o günkü astronomik telakkilere göre doğru sayılabilirdi. Şimdilerde ise, astronomlar farklı şeyler söylüyorlar. Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve müfessirîn hazerâtının mütalâalarına gelince, bence asıl üzerinde durulması gereken de bu olmalı.

Arş, Âlemlerin Rabbi itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın tekvînî ve teşrîî emirlerinin mahall-i tecellîsi, kudret ve azametinin matla-ı münevveri; fevkânîliği mutlak, esrarı Allah’a emanet sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i fiiliyenin câmi bir aynası ve canlı-cansız bütün varlığın şekillendirildiği –tabir caizse– bir tezgâhıdır. Böyle olunca da gözü madde, cisim ve fizikî varlıklardan başka bir şey görmeyenlerin onu anlaması mümkün değildir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer konu da Arş’a istivâ meselesidir. Eski-yeni pek çok yorumcu bu mevzuda bir hayli farklı düşünceler serdetmiş ve nefes tüketmişlerdir.

Evvelâ, اِسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ[1] sözünde onun üzerine yükselme, fevkânî bir durum izhar etme… gibi hususlara işaret yanında, hâkimiyetini duyurma, kudret ve azametini gösterme türünden mânâlar da söz konusu olabilir. Zira Arş, bütün zamanları, mekânları, cihetleri kuşatan bir varlık olması itibarıyla orada bunların hiçbiri yoktur ki, hayyizden ve mütehayyizden de söz edilebilsin.

Sâniyen, Allah madde, cisim, cevher, araz ve mütehayyiz olmadığından, O’nun istivâsında da bizim oturma ve kurulmamıza benzer şeyler söz konusu değildir. Nasıl olur ki O, Kur’ân-ı Kerim’in de ifade buyurduğu gibi, bütün arz ve semavâtı yed-i kudretinde tutmanın yanında insana da şah damarından daha yakın bir kudret-i kâhire ve bir Rahmân u Rahîm’dir.

Sâlisen, bizim gibi âciz kimseler hakkında dahi “Hâkim oldu, tahtına oturdu veya kuruldu.” dediğimizde, “Ahkâm ve emirlerini herkese kabul ettirdi, iradesini dört bir yana duyurdu ve saltanatına baş eğdirdi.” şeklinde bir şeyler anlarız. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasında ise bu tür yaklaşımlar O’nun mukaddes ve münezzeh olmasının vacip neticesidir.

Aslında selef-i salihîn ta baştan itibaren, İbrahim Hakkı Hazretleri dilinden ifade edecek olursak, O’nu şöyle tavsif etmişlerdir:

“Ne cism ü ne arazdır ne mütehayyiz ne cevher,
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden dahî elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.

………………………………..
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde
Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.”

Bu tür yaklaşım ümmetin büyük çoğunluğunun kabul ettiği bir yaklaşımdır ve Ehl-i Sünnet akidesi de bu telakkiye göre örgülenmiştir. İlkler, bu tür konular üzerinde münakaşaya girmemiş; hatta bu kabîl müteşabihatla alâkalı sorulara dahi cevap vermeden kaçınmışlardır. Öyle ki, İmam Malik Hazretleri’ne istivâ ile alâkalı soru soran birine, Hazret bir miktar teemmülden sonra ona dönmüş ve “İstivânın ne olduğu belli, keyfiyetini idrak etmek mümkün değil, onu olduğu gibi kabul vacip, bu tür bir soru da bid’attır.”[2] diyerek kestirip atmıştır.

Ne var ki, daha sonraları, Müslümanlar arasında, pek çoğu itibarıyla yabancı menşe’li düşünce akımları zuhur edince, o dönemdeki ulemâ (müteahhirîn) bazılarının “istivâ” sözcüğünden çıkardıkları, tecsim, hayyiz ve mütehayyiz… gibi bâtıl yorumlara karşı bu kelimeyi Kitap ve Sünnet’in ruhuna uygun tevil ederek saf yığınları sapık düşüncelerden sıyanet etmeye çalışmışlardır; çalışmış ve özet olarak şu yorumlar üzerinde durmuşlardır:

1. İstivâ sözcüğü, hâkimiyet ve mülkiyetin tamamiyeti, nizamın da ekmeliyetinden kinaye bir tabirdir. Kur’ân-ı Kerim’de, istivânın geçtiği hemen her yerde böyle bir hâkimiyet ve tedbire vurguda bulunulması da bunu göstermektedir.

2. İstivâ sözüyle tekvînî emirlerin arka planındaki âdât-ı ilâhiye hatırlatılarak eşyanın ilk yaratılışta olduğu şekilde perdesiz, hâilsiz bırakılmadığına, esbap ve ilelin, izzet ve azamete perde yapıldığına telmihte bulunulmuştur.

3. Yine bu kelimeyle, mebde’de bütün eşya O’nun ilim, kudret ve iradesiyle var edildiği gibi, daha sonra da her şeyin Arş’ta mütecellî O’nun hâkimiyet ve kayyûmiyetiyle devam ettiği/edeceği ihtar edilmiştir.

4. Bu kelimenin üzerinde isti’lâ mânâsıyla, Allah hâkimiyetinin, beşerî idare ve tedbirlerle kıyas edilemeyecek ölçüdeki ihatası hatırlatılmıştır.

5. Yine bu kelime ile, bizim fevkalâde bu’dumuz ve O’nun manzar-ı a’lâdan her şeyi ve herkesi gören-bilen ve onlara kendi nefislerinden daha yakın olan kurb-u mutlakı ifade edilmiş gibidir.

Bunlar ve benzeri tevillerle ulemâ-i kirâm, ehl-i İslâm’ı tecsim, hayyiz, mütehayyiz ve ittihad gibi dalâlet mülâhazalarına yuvarlanmaktan sıyanet etmeye çalışmış ve bize fikir istikametimiz adına her zaman başvurabileceğimiz önemli argümanlar hazırlamışlardır. Onların bu samimî sa’y ve gayretlerini şükranla karşılamanın yanında firak-ı dâllenin sapık fikirleri söz konusu olmadığı durumlarda, fakir, bu tür konuların hakikatini Hazreti “Allâmü’l-Guyûb”a havale ederek İmam Malik gibi davranmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.

Müfessirîn-i izâmdan bazıları, Kürsî ile Arş’ın aynı şey olduklarını söylemiş ve her ikisinin de evsâf-ı sübhaniye ve hâkimiyet-i ilâhiyenin mahall-i tecellîsinden başka bir şey olmadıklarını vurgulamışlardır. Ancak pek çok muhakkikînin beyanlarının yanında İbn Kesîr’in “el-Bidâye ve’n-Nihâye”de zikrettiği hadis ve eserler bu iki mahall-i tecellînin birbirinden farklı şeyler olduğunu göstermektedir.[3] Evet, konuyla alâkalı Efendimiz’den şerefsudûr olmuş ehâdîs ve âsâr, Arş’ın Kürsî’den başka olduğunu ve ondan milyon defa büyük bulunduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Kürsî kâinatlardan ne nisbette büyük gösterilmişse, Arş’ın da Kürsî’den o kadar geniş ve kuşatıcı olduğu ifade buyrulmuştur. Onun bu vüs’atini ortaya koyma sadedinde, arz, sema, Cennet, Cehennem, Sidretü’l-Müntehâ, Beytü’l-Mâmur… gibi bütün ulvî âlemler Arş’ın ihatası altında gösterilmiştir.

Bununla beraber, Arş’ın bu genişlik ve kıymeti, kendine ait vüs’at ve ihtişamında değil de, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve hâkimiyetinin birinci derecede mahall-i tecellîsi olmasında aranmalıdır. Evet, onu bu âlem ve ötelerde kıymetler üstü kıymete ulaştıran bu mahalliyet ve mir’âtiyettir; bu itibarla da onun eşi-benzeri yoktur.

Arş, evsâf-ı kemaliye ve esmâ-i fiiliyenin mahall-i tecellîsi olması açısından izafî bir sınırsızlığı haizdir. Bir mânâda her varlık onda başlar ve onda sona erer.. onda zaman, mekân ve cihet de söz konusu değildir; çünkü onun bütün bunları aşkın bir fevkânîliği vardır.. ve o bu keyfiyetiyle dünyayı da kaplar ukbâyı da.

Biz, bütün bunları tam idrak edemesek de, Kur’ân ve Sünnet-i Sahihanın haber verdiği çerçevede onun mevcudiyet ve fonksiyonlarına inanır; hakikatini kavrayamayacağımız itirafında bulunur ve mahiyet-i nefsü’l-emriyesini Hazreti Allâmü’l-Guyûb’a havale ederiz. Onu düşündüğümüzde sıfât-ı sübhaniyenin ilk meclâsını ve esmâ-i fiiliyenin en nuranî aynasını hatırlar; onun ötelerde ehl-i imanın başına saldığı/salacağı ukbâ gölgeleriyle doyar gibi oluruz.

Arş, Kürsî her şeyin üstünde ve zamanları, mekânları aşan birer mahiyeti haizdirler; ne var ki onların bu hususiyetleri lâzamânî ve lâmekânî olan Ezel ve Ebed Sultanı’ndandır, dolayısıyla da izafîdir.

Her biri bir bilmece gibi görünen bu muğlak ve muamma konuları kavramada akıl zorlansa, ilimler acz itirafında bulunsalar da, her zaman O’na müteveccih “latîfe-i rabbaniye” ne eder eder kendi ufkundan bir kısım hakikatlere ulaşarak itminana vesile olabilecek pek çok şey bulabilir; ifade darlıkları yaşasa da gönlünün dilinden değişik şeyler dinleyebilir.. kavradıklarını hamd ü senâlarla seslendirir, dahasına arzusunu ortaya koyar, kavrayamadığı hususlar karşısında da اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ[4] der ve kendi arş-ı kemalâtına, ihata serhaddine saygılı kalmasını bilir.

Aslında mü’min, bildiği şeylerin yanında pek çok bilmediklerinin de olabileceğini baştan kabullenen bir insaf insanıdır. O, kalbinin cihanları kuşatacak bir vüs’atte olduğuna inansa da, bu latîfenin en önemli bir derinliğinin de kendi idrak sınırlarını ve boşluklarını bilmekten geçtiğinin farkındadır; sürekli acz ü fakr soluklar ve gözünü asla Allâmü’l-Guyûb’dan ayırmaz.

Arş’la alâkalı, Bediüzzaman Hazretleri’nin de enteresan mülâhazaları vardır; konuya son noktayı koymadan özet olarak ondan da söz etmek istiyorum. Bediüzzaman Hazretleri Arş’la alâkalı şu mütalâayı serdediyor[5]:

Arş, Zâhir-Bâtın, Evvel-Âhir isimlerinin halitasından ibarettir. Halitanın bir buudunu teşkil eden ism-i Zâhir itibarıyla Arş mülk, kâinatsa melekût olur. İsm-i Bâtın açısından Arş melekût, kevn ü mekânlar ise mülk olur. Yani Arş’a ism-i Zâhir itibarıyla bakılsa kendi zarf, kevn mazruf; ism-i Bâtın zaviyesinden nazar edildiğinde de o mazruf, kâinatlar da zarf olur. Keza, ism-i Evvel itibarıyla ona bakıldığında وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ[6] âyetinin ifade ettiği âlemin bidayetini işaretler; ism-i Âhir itibarıyla da سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمَانِ[7] hadisinin imada bulunduğu nihayete vurguda bulunur. Bu itibarladır ki, Arş’a, bu dört isimden aldığı hisse-i tecellî ile bütün varlık ve kâinatların sağını-solunu, altını-üstünü, içini-dışını kuşatan bir halita nazarıyla bakabiliriz.

Bediüzzaman “Arş-ı Âzam” ve “Arş-ı A’lâ” ile alâkalı bu mülâhazalarının yanında bir de şöyle bir Arş telakkisinden söz eder[8]:

Cenâb-ı Hak, mahlukat-ı arziyeyi rubûbiyeti noktasında bir arş yapmıştır –buna Arş-ı Âzam’ın izdüşümü de denebilir– bu umumî atlasın önemli bir unsuru olan havayı emir ve iradesine bir nevi arş; nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş; suyu ihsan ve rahmetine farklı bir arş; toprağı da hıfz ve ihsanına ayrı bir arş yapmış ve bunlardan üçünü mahlukat-ı arziye üstünde gezdirmektedir. Eğer Kâbe, ötelerden bir şeyin izdüşümü veya aynası, insan ayrı bir şeyin mir’ât-ı mücellâsı, fizik âlemleri de metafizik âlemlerin bağı-bahçesi ve serası ise, dünyamızdaki hava, su, nur ve toprak unsurlarının da ulvî âlemlere ait bir şeyin aynası, ziyası ve izdüşümü olması gayet normaldir.

Sofîlerin Arş hakkındaki mütalâaları biraz farklıdır; onlar, müfessir ve kelâmcıların mülâhazalarını reddetmemekle beraber, ona, “akl-ı küll, nefs-i külliye, âyât-ı tekvîniye” gibi ad ve unvanların yanında وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ[9] âyetinden hareketle “Arşü’l-hayat”, “Arşü’l-meşîet”; bütün zerrat, bütün mürekkebât, arz u sema ve eflâkı ihata etmesi açısından “Arş-ı Rahmânî”; Levh-i Mahfuz hakikatinin bir aynası olması zaviyesinden de “Arş-ı Âzam” deyivermişlerdir. Mü’minin kalbine de arş demişler ise, onu bir “beyt-i Hudâ” gördüklerinden dolayı demişlerdir. Sofîler arasında böyle bir yaklaşım çok yaygındır; İbrahim Hakkı Hazretleri:

“Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pak eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.”

derken, bir başka Hak dostu onunla alâkalı şunları söyler:

“Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır
Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.”

Kürsî

Oturulacak özel yer, taht, kaide mânâlarına gelen ve Arş-ı Âzam’ın altında “mevzi-i kademeyn” konumunda, kâinatı muhit bir âlem-i mânevînin unvanı bulunan Kürsî, müfessirîn-i kirâma göre, Cenâb-ı Hakk’ın hükümlerinin tecellî ve icra alanı olup Arş’ın bir alt tabakası kabul edilmiştir. Arz u semadaki her nesne ve herkes, ecrâm-ı ulviye ve onların kendilerine lâyık sekenesi Kürsî’nin ihata dairesi içindedir. Bu itibarla insan, varlık ve bütün âlemler bu Kürsî’de mütecellî ahkâm ve evâmirle sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ahkâm, her şeye hâkim Kürsî’nin Sahibi’ne ait; emirler O’ndan; görüp gözetme de O’nun şe’n-i rubûbiyetinin muktezasıdır. Bütün harekât ve şuûn O’ndandır ve O, bütün bunlardan haberdardır; usûlünden-fürûundan, küllîsinden-cüz’îsinden, nefîsinden-hasîsinden, gizlisinden-açığından… bilir göklerdekileri ve gökler ötesindekileri, bildiği aynı anda gönüllerde oluşan his ve heyecanları, kafalardaki düşünceleri ve damarlardaki deverânı.. O, var ettiği her şeyi görür-gözetir, evirir-çevirir, değiştirir-başka kalıplara ifrağ eder de, Kur’ân’ın ifadesiyle, ne yorulur ne de uyuklar; Arş’ı sıfât-ı sübhaniyesine bir taht-ı perdedar yapar, Kürsî’yi de icraat-ı rubûbiyetine bir makarr. Yaratır yarattıklarını, devam ettirir hayatı-memâtı; görür ve gösterir Kürsî’den Hayy u Kayyûm olduğunu…

İlk müfessirlerden günümüzün tefsircilerine kadar İslâm ulemâsı, teferruattaki farklılık mahfuz, Kürsî hakkında şu mütalâalarda bulunmuşlardır:

Kürsî, arzî semanın fevkinde ve fakat Arş’ın altında bütün kâinatı kuşatan, “mevzi-i kademeyn” olarak yâd edilen bir pâyitaht zamanıdır. Onun yapı unsurları, maddî âlemin temel taşlarından farklı; ne atom ne elektron, ne anti-atom ve anti-elektron, hatta ne de iyon, Allah’ın bilebileceği fizikötesi bir mevcut.. o bir cisimdir ama, bildiğimiz cisimlerden değil; bir mahiyet sahibidir fakat, idrak ufkumuzu aşkın bir keyfiyeti haizdir.. cisim, cevher, araz olmadığını da söyleyebiliriz; ancak Zât-ı Ulûhiyet’in selbî sıfatları kabul ettiğimiz bu evsâfı, en aşkın varlıklar için dahi kullanmayı düşünmeyiz/düşünemeyiz ve bunu bu şekliyle itikadî bir konu gibi görürüz.

Kürsî, hem varlığı kuşatan hem de kevn ü mekânlarla müşterek mütalâa edilen, tefsircilerin ifadesiyle, hem muhît hem de muhât –Bediüzzaman’ın Arş mevzuundaki zâhir-bâtın mütalâaları hatırlansın– bir mahiyet-i muallâya sahiptir. O tahtın sahibine gelince, O’nun için ne zaman ne mekân ne de cihet söz konusudur:

“Ne göklerde ne yerlerde,
Ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir
Ki hiç olmaz mekânullah.” (İbrahim Hakkı)

Arş O’nun arşı, Kürsî O’nun kürsîsidir ama O Müteâl Varlık’ın bunlarla münasebeti oturma, kurulma, yerleşme, tahayyüz etme ve ihtiyaç duyma şeklinde değildir. O, bildiğimiz varlık türlerinden değildir. Vücudu hakikî bir vücud ve kendindendir; ulemâ-i İslâm’ın ifadâtıyla, “Vacibü’l-Vücud”dur; zıddı, niddi ve misli yoktur. Kürsî ise bir mânâda O’nun emirlerinin tecellî ve tenfiz mahallidir ve bizim için arka planları kavranamayan nâkabil-i idrak hakikatlerden bir hakikat ve hayret duygularımızı tetikleyen bir muallâ duraktır. Şimdiye kadar onunla alâkalı pek çok şey ifade edilmiş ise de, bu yorumların hiçbirinin onun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini aksettirdiği söylenemez. Söylenenler yanlış değildir ve idlâl ifade etmemektedir. Ama murad-ı ilâhî açısından, o hakikat-i uzmâya “delâlet-i bi’l-mutabaka” ile delâlet ettiği de iddia edilemez.

Kürsî’ye, şu madde âleminde varlığa ait bütün hususiyet ve ahvâlin tecellî ve zuhur mahalli de demişlerdir ki, bilcümle ulvî âlemler ve onların bağrında gerçekleşen oluşumlar, tebeddüller, tagayyürler, teşekküller, televvünler orada mütecellî emir ve ahkâma bağlı bir vetire içinde cereyan etmektedir: Zerreler, kaderî bir programla o Kürsî’den akseden emir ve irade ile döner dururlar; yıldızlar, sistemler orada mütecellî ahkâma göre âhenk içinde varlıklarını sürdürürler; melekler, ruhanîler gözleri orada evâmir-i tekvîniye ve teşrîiyeyi yerine getirirler; hâsılı, mikro âlemden makro âleme varlık oradan sâdır olan emirlerle yürür, orayla irtibat sayesinde âhengini korur ve kendine göz ucuyla baksa da bütün benliğiyle oraya müteveccihen yaşar.

Eski astronomi ve Batlamyus mülâhazaları çerçevesinde Kürsî’yi yorumlayanlar onu sekizinci sema tabakasında “sâbit âlemler ufku”, Arş’ı da dokuzuncu semada “felek atlası” şeklinde yorumlamışlardır. Bu onların ilmî ufukları itibarıyla kendi anladıkları.. Nebiler Sultanı’nın beyanına göre Arş da Kürsî de onlara bağlı hakikatler de bizim kıstaslarımız açısından ihata edilecek türden değildir.. ve şu şekilde-bu şekilde onlara birer keyfiyet belirlemek de bizi aşar. İnsanlığın İftihar Tablosu, Kürsî’nin mahiyet-i nefsü’l-emriyesinin azametini ifade sadedinde: “Bütün kâinatlar Kürsî’ye nisbeten çöle atılmış bir halka mesabesindedir.”[10] buyurur. Bu bir ihata, muhteva, fonksiyon, meclâ ve mir’âtiyet, tabiî bilâtemekkün ve bilâtahayyüz bir taht-ı rabbanî olması itibarıyladır; bu açıdan da Arş’ın altında ondan daha muallâ ve azametli bir şey yok demektir.

Vâkıa, bazı fuhûl-ü ulemâ Kürsî’yi kendi azameti ve Arş’ı da o baş döndüren ihtişamıyla kabul etmenin yanında birincisini mekânî, ikincisini de zamanî görmüşlerdir. Bu, zaman ve mekânın birer hakikat-i sâbiteye nisbeti mânâsında bir yaklaşımsa kimsenin buna diyeceği bir şey olamaz ve böyle bir yorum Arş u Kürsî’nin zaman ve mekân üstü birer hakikat olmalarına da mâni değildir. Ayrıca böyle bir ifade ile onların zaman ve mekân üstü olmalarındaki izafîlik kastediliyorsa ona da bir şey denemez; zira mutlak zaman ve mekândan münezzehiyet Zât-ı Ulûhiyet’in selbî sıfatlarındandır ve başka bir şeyin O’nunla o hâsse-i lâzimeyi paylaşması asla söz konusu değildir.

Hâsılı, Kürsî, ilâhî saltanat ve hâkimiyetin bir mahall-i tezahürü, ilm-i muhît-i rabbanînin bir meclâsı, mazhar-ı hâssı ve zihinlerimizde o sonsuz kudret, irade ve ilmi ihsas etmenin kaynağı mânevî ve nuranî bir taht-ı Rahmân u Rahîm’dir.

Yüksek bir nisbeti ifade etme adına Kâbe-i Muazzama’ya “Beytullah” dendiği gibi nisbetlerinin ulviyeti, ihtiva ettikleri mânâların vüs’ati ve fonksiyonlarının enginliğiyle, Arş’a “Arşu’r-Rahmân”, Kürsî’ye de “Kürsî-i Rabbânî” denmiştir. Ne denirse densin, maksat, o ulvî nisbetle ulûhiyetin azametini ifade, büyük-küçük kâinatların O’nun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu da ifhamdır. Meseleye böyle yaklaşmayıp da gereksiz teferruata girdiğimiz takdirde haddimizi aşmış ve mahiyetlerini tam kavrayamadığımız hakikatlere saygısızlıkta bulunmuş oluruz.

Evet, kâinatları kaplayan bir Kürsî vardır.. ve bu Kürsî tasavvurlar üstü müteâl bir taht-ı Rahmân u Rahîm’dir. Bütün eşya ve şuûn orada tecellî eden ilâhî emir, irade, kudret ve meşîetle varlığa ermekte ve mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Ancak biz kat’iyen o Kürsî’nin hakikatini bilemediğimiz gibi arka planındaki esrar-ı ulûhiyete de akıl erdirmemiz mümkün değildir. Sofîler Kürsî’yi kudret-i ilâhiyenin zuhur ufku, emir ve nehy-i rabbanînin ifâza mahalli ve esmâ-i fiiliyenin de ilk matlaı görmüşlerdir.. görmüş ve acz ü fakr mülâhazasıyla o kudrete yönelmeyi yenilmezliğin sırrı saymış, emr u nehy mevzuundaki duyarlılığı Sahib-i Kürsî’ye vefanın gereği bilmiş ve bütün varlığı da esmâ-i ilâhiyenin tezahürü, mahall-i tecellîsi ve armonisi şeklinde duymuş ve zevk etmişlerdir.

Sidretü’l-Müntehâ

Sidr, lügat itibarıyla Arabistan kirazı demektir. Ayrıca bu kelime, hayret ve göz kamaştırma mânâlarına da gelmektedir. “Sidretü’l-Müntehâ” ise sınır, serhat ve imkân âleminin hududu gibi görülmektedir. Onu, fânilerin ulaşabilecekleri en son nokta diye yorumlayanlar da olmuştur. Müfessirîn-i kirâm değişik ehâdîs ve âsârı değerlendirerek Sidretü’l-Müntehâ’yı, yedinci semanın üstünde, Arş’a yemînen mücavir, altından müttakilere vaad edilen Cennet ırmaklarının fışkırdığı bir şecere-i mübareke şeklinde resmederler. Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) onun ihata alanını anlatırken “Gölgesinde bir süvari yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi katedemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir.”[11] buyururlar ki, bu ifade kesretten kinayedir. Daha büyük rakamlarla ifade ettiğinizde de mübalâğada bulunmuş sayılmazsınız. Zira Sidre, bütün hilkat âleminin âlem-i emir ufkunda bir serhaddi mesabesindedir. Orada imkân âlemi sona erer.. her yana ser çekmiş varlığın dalı, yaprağı, sürgünü gider oraya dayanır.. ruhanîlikte derinleşen rabbanîlerin, melekût-u eşyaya nüfuz edebilen müterakkî gönüllerin nazarları ancak oraya varabilir; nazar-kadem vahdetine ulaşmış kümmelîn gider oranın eşiğine takılır ve orada herkes hayretle soluklanmaya durur. Zira daha ötesi gayb âlemleri alanına girer ki ona da Allah’tan başka kimse muttali değildir.

Kelimenin özündeki diğer mânâ itibarıyla Sidretü’l-Müntehâ, öyle bir hayret ve dehşet ufku, öyle bir kalak ve heyman zirvesidir ki, “Ne mekân vardır anda, ne arz u sema.. ve akl u fikr etmez bu hâli fehm-i hâl.” (Süleyman Çelebi). İnsanlık, var olduğu günden itibaren ne mânâ kahramanları yetiştirmiştir ama, Hz. Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) başka kimse o ufka yükselememiş ve kimse o zirveye ulaşamamıştır. Hâlen ve zevken ulaşanlar ise, başları dönmüş ve bakışları bulanmış olarak hayret ve heyman içinde kalakalmışlardır. O idi ki “Gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük burhanlarını müşâhede etti.”[12] Bu makam Sidretü’l-Müntehâ idi ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu ufuk, vücub-imkân arası kudsî ufuktu.[13] Bu zirvenin ilk ve son seyyahı, yüzü suyu hürmetine kâinatların var edildiği Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.. ve O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Konuyla alâkalı ne hoş söyler Süleyman Çelebi:

“Ermedi evvel gelen bu devlete,
Kimse nail olmadı bu rif’ate.”

Bizim için, ne onun ledünnî derinliklerini ne görüp duyduklarını ne de zevk edip yaşadıklarını tasavvur etmek mümkün değildir. Biz, duyduklarımızı olduğu gibi korur ve asfiyânın yorumları içinde onları anlamaya çalışırız.

Bazı sofîlere göre, Sidretü’l-Müntehâ, Cenâb-ı Hakk’ın, ibâd-ı mükerremîninin zâhir, bâtın, ruh, nefis, akıl, vehim ve mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine, sırasıyla, ism-i Zâhir, ism-i Bâtın, ism-i has, sıfat-ı Rab, ism-i Rahmân, ism-i Hak’la teveccüh ufku ve evsâf-ı sübhaniyesiyle bir tecellî zirvesidir ki, bütün müktesep beşerî bilgiler, mârifetler, ihsaslar, ihtisaslar ne kadar derin ve yüksek de olsa nihayet gider oraya dayanır ve daha ötesine de geçemez. O ufkun ötesine geçildiğinden söz etmeler tamamen konunun hâlî, misalî ve zevkî yanıyla alâkalıdır ve bizim idrak ufkumuzu aşan müteâl konulardandır.

Beyt-i Mâmur

Mâmur ev veya mabet demek olan Beyt-i Mâmur, semanın üstünde, hadisin ifadesiyle, her gün yetmiş bin meleğin –bu, kesretten kinaye, yetmiş milyon da olabilir– ziyaret veya tavaf ettiği, bir kere tavaf edene bir daha sıranın gelmediği/gelmeyeceği,[14] ibadetle mâmur, göklerde Kâbe’nin aynı ve bir çeşit onun hizasında nuranî bir hazîredir. Aslında Beyt-i Mâmur’un da ve tabir yerinde ise yeryüzünde onun izdüşümü sayılan Beytullah’ın da birer mâmur hazîre olarak yâd edilmeleri, her iki mukaddes evi de, hemen her gün, her saat, her dakika tavaf eden melek, ruhanî ve ins ü cinnin onlara gösterdikleri içten ihtiram ve ziyaretlerinden dolayıdır.

Beyt-i Mâmur, Kur’ân’da üzerine yemin edilen kutsal mekânlardan biridir[15]; arzın göbeği ve beled-i emînin gözbebeği Beytullah da onun arzdaki aksi olarak diğeridir. Biri göktekiler metâfı, diğeri arzdakilere bir mahall-i tavaf.. göklerde “Beyt-i Mâmur” deyip dönenlerin aynı zamanda Kâbe’nin pervaneleri olmadığı söylenemez; arzdaki semavîlerin Beyt-i Mâmur’a tâzimlerini iletmedikleri de iddia edilemez. Nazargâh-ı ilâhî olan bu iki beytin tavafında da tâif ve ziyaretçinin Hakk’a özel bir teveccühü ve teveccühüne iltifat alması söz konusudur. Bu mukaddes mekânlara yolu düşenler Hakk’a misafir olmuş sayılırlar. Böyle bir bahtiyarlığa ermiş olanlar da kendilerini âdeta bir diriliş çağlayanına salmış olurlar; olur ve ebedî hizlân diyeceğimiz küfür ve dalâlet gibi mutlak bir haybetten –inşâallah– kurtuluverirler. Evet, Beyt-i Mâmur’a eren ve imandan kaynaklanan bir cehde bağlı Beytullah’ı gören, dalâlet ölümüyle ölmez ebedâ.

En sağlam kaynaklar Beyt-i Mâmur’un göklerin üstünde olduğunu kaydederler. Sahabeden bazıları ve müfessirîn-i kirâmdan bir kısmı ise onun, Hz. Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) dönemine kadar Kâbe’nin bulunduğu yerde ya da mânevî bir bağla Beytullah’la iltisak içinde bulunduğunu, o devrin insanlarının ona gereken saygıyı göstermemeleri ve tufan hâdisesinin zuhuruyla, Allah tarafından, semada Kâbe’ye muhâzî bir yere kaldırıldığını söylerler ki gayba ait böyle bir şey karşısında bize, “İşin hakikatini Allah bilir.” demekten başka bir şey düşmez.

Seleften bazılarının, Kâbe’yi ayn-ı Beyt-i Mâmur görmeleri bir anlamda kabul edilse de, –Allahu a’lem– bu, izdüşümle aslın birbirine iltibasından kaynaklanmaktadır ve Kur’ân’ın ilk ve ikinci kez indiği yerleri bir görmeye dayanmaktadır.

Çok az bir kesim, Kur’ân-ı Kerim’in “Levh-i Mahfuz”dan dünya semasına indirildiği ilk durağın “Beytü’l-İzzet” olduğunu söylerler ki, burası da ilâhî beyanın haricî vücud nokta-i nazarından ilk tecellî alanı olması itibarıyla metâf-ı kudsiyândan sayıldığından, ikisinin ayniyetine gidilmiş ve Beyt-i Mâmur’a, Beytü’l-İzzet denmiş.

Sofîlerden bazıları, Beyt-i Mâmur’u, “bekâ billâh maallah” kahramanlarının kalbi diye yorumlamış ve Arş u Kürsî’de olduğu gibi izafî olanı ya da izdüşümü hakikî ve aslî gibi mütalâa etmişlerdir. Aslında Sidretü’l-Müntehâ’nın Beyt-i Mâmur’la, Beyt-i Mâmur’un Kâbe ile ve kademe kademe hepsinin mü’min kalbi ile bir alâkası vardır ve bir mânâda kalb hem bir Arş hem bir Sidre hem bir Beyt-i Mâmur hem de Beytullah’tır. Elverir ki o kalb “kalp” olmayıp “kalb” olsun…

اَللّٰـهُمَّ يَا مُنَوِّرَ الْقُلُوبِ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِأَنْوَارِ مَعْرِفَتِكَ وَأَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْعَارِفِينَ وَعَلَى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلِصِينَ الْوَاصِلِينَ.

[1] “Arşı üzerine hükümran oldu.” (Furkan sûresi, 25/59)
[2] el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 2/165; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 7/219-220.
[3] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 1/8-17.
[4] “O’nu nâkabil-i idrak kabul etmek şeklindeki acz, tam idraktir.” (el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/252; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103)
[5] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.95 (Hubâb).
[6] “Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.” (Hûd sûresi, 11/7)
[7] Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 2/338; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît 8/144.
[8] Bediüzzaman, Mektubat s.336 (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Makam, Beşinci İşaret).
[9] “Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.” (Hûd sûresi, 11/7)
[10] İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel, es-Sünne 1/247, 304.
[11] el-Bezzâr, el-Müsned 127/10; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/10, 27/54.
[12] Necm sûresi, 53/17-18.
[13] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 617 (Otuz Birinci Söz, İkinci Esas, İkinci Temsil).
[14] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264.
[15] Bkz.: Tûr sûresi, 52/4.

Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy