Firar ve İ’tisâm

Yazar Egeli

Herhangi bir şeyden kaçma ve uzaklaşma mânâlarına gelen firar; erbâbınca, halktan Hakk’a seyerân etmenin, gölgeden asla ilticâda bulunmanın, damlayı bırakıp deryaya yönelmenin, zerreden vazgeçip güneşe teveccühün ve benlikten sıyrılıp vücudu Hak şuaları içinde eritmenin unvanı olmuştur ki; bunu insanın “seyr-i kalbî” ve “seyr-i ruhâni”sine işaret eden: فَفِرُّوا إِلَى اللهِ “Kaçıp Allah’a sığınınız” meâlindeki âyetle irtibatlandırmak mümkündür.

İnsan, imanı hesabına, beden ve cismâniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır. Böyle bir firârî ve Hak mültecîsinin nasıl pâyelendirildiğini, o kapının sadık bir bendesi olan Hz. Mûsa (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’den dinleyelim:

فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ

“Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı.”[1] Bu beyânıyla Hakk’ın nebîsi, zevk ve vuslata, hilafet ve kurbete varan yolun firardan geçtiğine dikkati çekiyor ve peygamberâne irâdelere öncülük ediyor.

Avamın firarı; varlığın dağdağasından, ma’siyetin çirkinliğinden Allah’ın üns ve gufrânına sığınma şeklinde olur. Bunlar gözlerini her açıp kapayışlarında: رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ“Yarlığa Rabbim ve merhamet buyur; buyur ki, Sen merhameti en hayırlı olansın.”[2] âyetini okur.. ve oturur-kalkar:أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ “Rabbim işleyegeldiğim şeylerin şerrinden Sana sığınırım.”[3] der inlerler.

Havâssın firarı; sıfatlardan sıfatlara, sırdan şuhûda, rüsûmdan usûle ve nefsânî duygulardan ruhâni ihsaslaradır ki:اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ “Allahım Senin gazabından rızâna, ukûbetinden afvına sığınırım.”[4] sözleri onların her zamanki vird-i zebânlarıdır.

Haslar üstü hasların firarı ise, sıfâttan Zât’a ve Hak’tan yine Hakk’adır ki, her zaman: أَعُوذُ بِكَ مِنْكَ “Sen’den yine Sana sığınırım.”[5] der, heybet ve mehâbet soluklarlar.

Bu firarların hemen hepsi de gidip bir ilticâ, bir himâye ve bir i’tisâmla noktalanır. Firar, firar edenin ruh derinliği ile mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olduğu gibi, netice itibarıyla varılan nokta da farklı farklıdır.

Birinciler, otağlarını mârifet yamaçlarına kurar, zerreden güneşlere kadar her şeyle O’nu hatırlar, O’nu anarlar.. ölçüleri aşan isteklere girer ve olmayacak şeyler düşlemeye başlarlar.. ve derken, vicdanlarında: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ“Seni hakkıyla bilemedik.”[6] gerçeğini duyar ve dillerinde:

اِعْتِصَامُ الْوَرَى بِمَعْرِفَتِكَ
عَجَزَ الْوَاصِفُونَ عَنْ وَصْفِكَ
تُبْ عَلَيْنَـا فَإِنَّنَا بَشَـرٌ
مَـا عَرَفْنَـاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ

“Varlık senin mârifetinin peşinde, erbâb-ı lisân seni vasfetmekten âcizdir. Gel tevbemizi kabul buyur; buyur ki, biz birer beşeriz, seni hakkıyla bilemedik.” sözleriyle kendilerinden geçerler.

İkinciler, her an ayrı bir mârifet deryasına yelken açarlar ve hep ayrı ayrı vâridâtın televvünâtıyla ömür sürdürürler. Sürdürürler ama, bir türlü berzahlardan kurtulup tam hayret ufkuna da ulaşamazlar. Gözleri sürekli suûd merdivenlerinde, arşiyeden arşiyeye uçar ve sukût tasavvurundan tir tir titrerler…

Üçüncüler hâlin gel-gitlerinden kurtulmuş, başları her an hayretin ayrı bir derinliğinde ve gözleri “Şerâb-ı aynemâ” ile mahmur öyle mestlerdir ki, içinde bulundukları durumdan, -ihtimal- İsrâfil’in sûruyla bile kendilerine gelemezler. Duygu, düşünce ve tahayyüllerinin derinliğini, ancak yine kendileri gibi mest olan biri ifade edebilir:

آن خِيَالاتي كه دَامِ اَوْلِيَاسْت
عَكسِ مَهْ رُويَانِ بُستَانِ خُدَاسْت

“Evliyâullaha tuzak olan o hayâller ise, Hudâ bahçesinin ay yüzlülerinin cemâllerinin yansımasından ibarettir.” ” بستان خدا” dan maksat, mertebe-i vâhidiyyet; “مه رويان” dan murad da, Allah’ın esmâ ve sıfâtıdır ki, ehadiyyet mertebesinde temâyüz ederler. Bu itibarla, meseleyi şöyle vaz’ edebiliriz: Evliyâullah’ın ayaklarına tuzak olan başka değil, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin tecelliyâtıdır. Ve o tecelliyât, hakikate karşı kapalı olan gözsüzler nazarında hayâletten ibarettir. Sarı Abdullah Efendi’nin ifadesiyle: “Enbiyâ ve evliyânın merâyâ-yı kalbleri, mezâhir-i esmâ ve sıfât-ı külliye-i ilâhiye olmakla, sıfât-ı rabbâniye onların ay yüzlerinin bostanı olup onlara her an ayrı bir sihir sunmaktadır.”

Hâsılı; bunlar, firar edecekleri her şeyden firar edip فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا fehvâsınca, öyle sağlam bir tutamağa sımsıkı sarılmışlardır ki -Allah’ın izniyle- artık onlar için kopup gitmek söz konusu değildir. Zira teveccühte bulunulup kendisine bel bağlanılan Zât, ezelden ebede kadar varlığı devam eden ve her şeyi her zaman görüp gözeten, gerçek varlık ve büyüklük sahibi bir Zâttır ve bunlar O’nu bulmuş, O’nun kopmaz, kırılmaz ipine sarılmış, dolayısıyla da düşüp helâk olmaktan, ayrı kalıp yalnızlığa düşmekten ve yol şaşkınlığı yaşamaktan kurtulmuş olurlar ki, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ“Allah (c.c.), bu ölçüde iman edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[7] mazmununca, onları dört bir yandan kuşatan bütün karanlıklar kalkar. Gözler doğruyu görmeye, kulaklar doğruyu işitmeye başlar; gökler, yıldız yıldız tebessümler yağdırır.. aylar, güneşler bir uhrevî derinliğe bürünür.. zerreden sistemlere kadar her şey okunan bir kitap, temâşâ edilen bir manzara hâlini alır.. baharlar neşeyle kahkaha atar.. yazlar duygularımıza kemâl endamlı melodiler dinletir.. acılar, elemler silinir gider.. köpük köpük her yanı ruhânî zevkler bürür.. ve insanca var olmanın, yaşamanın bütün hazları birden duyulur.

Bu sonsuz ruhânî zevkleri “ilelebed” duymak isteyenler, her zaman fevkalâde bir titizlikle, Allah’ın istemediklerinden istediklerine, yasaklarından emrettiklerine, sevmediklerinden sevip razı olduklarına hicretler gerçekleştirir, firarlar yaşar ve her şeyi O’na bağlamada karar kılarlar ki, hakikî i’tisâm da işte budur.

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ


[1] Şuarâ sûresi, 26/21
[2] Mü’minûn sûresi, 23/118
[3] Buhârî, deavât 2; Tirmizî, deavât 15
[4] Müslim, salât 222; Tirmizî, deavât 76, 113; Ebû Dâvûd, salât 340
[5] Müslim, salât 222; Tirmizî, deavât 76
[6] Bkz. el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2/410; Mer’î b. Yûsuf; Ekavîlü’s-sikat s.45
[7] Bakara sûresi, 2/257

Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy