İnsana verilen hislerin, kabiliyetlerin dengeli kullanılmayışı neticesi bir herc-ü merce varıp dayandık. Haksızlıklar tepe tepe yığılıp, mazlumlar, altında mengenede sıkılanlar gibi ezilirken kanlarından terlerinden ümranlar kurulmak istendi. Merhametsizlik katı bir maddeciliğe döndü. Ruhun, vicdanın teneffüs ettiği maneviyat âlemini, silme-inkâr etme, materyalizmin katı kalıpları içine insanın sonsuza uzanan bütün hissiyatını dondurup hapsetme, insanlığı bir kaç asırdır tahammülsüz acılarla kıvrandırdı. Ve öyle bir medeniyete köle etti ki, onun çarkları insanlığı eriten tüketen bir sistemi çevirmekte ve kurduğu dolap, semavi? bir bela, bir musibet gibi başlarda dönmekte.. Çünkü temelinde hak yok, kuvvet var.. Medeniyet temsilcileri, kuvvetli oldukları için kendilerini felsefeleri icabı haklı kabul etmekte. Her biri hiçbir esasa istinat etmeden istedikleri milletleri, devletleri ezip geçmekte, istediklerini bir ahtapot gibi emip tüketme gayreti içinde yarışmaktalar.. İşte Afrika, işte Asya, işte geri kalmış ülkemiz ve işte esir mazlum milletler..
Bu medeniyetin temel felsefesi şahısların da içlerine sindiğinden, insan tabakaları arasında da aynı şeyler olmakta; toprak altında maden ocaklarında çalışıp “küt-u la yemut’ imkânlarla ömür tüketenlerin yanında, gayr-ı meşru yollarla hiçten, yoktan kazanç temin edenler, bir gecede büyük bir topluluğun alın terini, göz nurunu har vurup harman savuranlar, ulvi bütün insani hislerini yitirmiş insan azmanları var…
Hedefte fazilet ve rıza-i İlahi unutulmuş, herşey menfaat esası üzerine oturtulmuş.. İşte sırf menfaat kavgasından, açık pazar aramadan çıkmış olan cihan savaşları!. Bir menfaate çok eller uzanınca bundan başka ne olabilir ki? Belki ilk de orta çağın zulüm ve vahşetleri bu iki korkunç savaşta olanlardan çok geri kalmaktadır, Daha fecisi milletler veya aynı millet fertleri arasında çıkarılan fitneler, sırf silah satıp menfaat elde etmek için körüklenmektedir.
Hayat düsturu, rekabet ve mücadele esası üzerine kurulduğundan, bu medeniyet kendisini giyotine götürecek evladım kendi kucağında büyütmektedir. Yerine göre insanlık, açlık ve ihtiyaç içinde kıvranırken temel ihtiyaç maddeleri bile olsa, kendi hesapları için, menfaatlerini bir noktada tutabilmek arzusu ile tonlarcasını denize dökme salahiyetini kendilerinde bulmakta, Allah’ın bütün insanlığın istifadesine yarattığı ve onun kullarının el emeği ile elde edilen İlahi ihsanlar israf edilmektedir.
Bu anlayış, insanlar arasında ırk, sınıf farklarını lisan-ı hal veya belâgatlı bir lisanı kal ile körüklemekte.. Çünkü yetiştirdiği, birbirine bazen düşman, bazen dost görünen ikiz çocukları, diş ve tırnaklarına uygun, geri kalmış, bölünmüş, parçalanmış topluluklar, istismar edecek sınıflar ve guruplar aramaktadırlar.
Sansür koymadan her önüne gelene el uzatmayı “zevkli yaşayış” sayan, kabir ötesi ölümsüzlüğü inkârından dolayı gün ha gün bu anlayışı ile insanı dört ayaklılardan aşağı düşüren en süfli hayat tarzına “gerçekçi değerlendirme” kabul eden Epikür taklitçisi bu medeniyetin felsefesi herşeyi alt üst etmiştir.
Fosilleşmiş bu fikirlere sahip çıkışın neticesi ruhi tatminsizlik, fikrin temiz kaynakları kalb ve vicdanı fersiz bırakmış bakışları bulandırmıştır. Değer ölçüsü noktasından herşey tepe taklak olduğundan insan artık sırt üstü sürünür bir vaziyet almış ve herşeyi ters görür hale gelmiştir. Böylece altı üst, yüceyi çukur, narı nur zanneder olmuştur. Neticede ise, kalb yoksulluk, ruhi açlık onda ne sürur bırakmıştır ne de huzur. Sıkıntılar sefahatlere atmış, sefaletler sefaletlere itmiş, insanlık için zor mu zor günler başlamıştır. Ama kurtlaşmış bir ağaca dönen bu fersude medeniyet ve anlayışa karşı, iman kökümüzden bağlı bulunduğumuz solmayan, pörsümeyen bir medeniyet var. Kutsi bir ihtizazla baharda uyananlar, başlarındaki gubarı silkeledikten sonra işte bu medeniyetin temellerine tutunmaya başlamıştır. İçi kof, yıkılmaya namzet büyük kütüklerin dibinde yeni tuba filizleri, narin nahif fidanlar elbette pek cüce görünecektir ama bu büyük küçük farklılığına bedel, ölüme gidişle gençliğe yöne- iş tezadı bütün bir cihanda ümitli bir şu- ur halinde gelişmektedir. Çünkü bu medeniyet fıtridir. Temelinde “Benim yanımda en kuvvetliniz zalimden hakkını alamayan mazlum: en zayıfınız da mazluma hakkını vermeyen zalimdir.’ diyen Nebi Halefinin hak düsturu vardır.
Hedefinde, İskenderiye’de Hıristiyan halktan, gene onları korumak ve maslahat-ı umumumiyeyi temin etmek için topladığı vergileri, büyük düşman ordularına karşı şehri koruyamayacağını anlayıp terk ederken tekrar halka teslim eden kumandanımızın fazilet anlayışı vardır.
İnsanlar arası rabıta anlayışı, ırklar ötesi bir iman duygusu ile rengine ve diline bakmadan herkesi kucaklama havasıdır.
Hayat düsturu “İyilik ve takva üzerine yardımlaşın.” Kutsi prensibi ile zerreden küreye bütün kâinatta cari olan “teavün” dür. Bu esasa göre kâinatta hiç birşey birbiriyle rekabet halinde değildir. Aksine herşey diğerleri için bir tamamlayıcı olup onlara medet vermektedir. Ulvi bir nizamla, çok hassas bir muvazene ile]birbirine tutunmuş olan şu büyük-küçük kâinat cüz’leri arasında ufak bir düşmanlık ve hodgamlık olsaydı, şu muazzam ve müthiş ahengi görmemize imkân olmazdı. İşte insan bu insicamlı ağacın meyvesi olduğundan kuracağı fıtri medeniyetin mühim bir esası da, bu dayanışma prensibi olacaktır.
Körüklenen sınıf mücadelelerine alet olanlar, yaşadıkları âlemdeki umumi akıştan habersiz, kendi kuruntuları ile kurdukları karanlık ve dar dünyalarının içinde körebe oynayan rüştüne ulaşamamış çocuk ruhlardır. Çünkü büyük bir kitap olan kâinatın şartlı olarak bazı sayfalarını, -onları da tabii ve fıtri şekilleri ve renkleriyle değil de- gözlerine takılan gözlüklerin ölçü ve renkleri altında sığ kapasiteleriyle mütalaa edebilmişlerdir. Değerlendirmeleri ne kadar belagatlı olursa olsun, tatbikat devamlı onları yalanlamıştır Çünkü tecrübe teoriyi dinlemez. Kış, bahar edebiyatına kulak asmaz.
Medeniyetimizin en mühim semeresi, insana layık gelişme ve refahı, ruha uygun tenevvür ve tekâmülü tekeffül etmesidir. Buna tarihimiz şahittir. Sayfalarını dolduran melek-misaller ve kerem-namdarlar insanlığın ufkunda insanlık ve fazilet kutbu birer yıldız olarak parlamaktadırlar.
Hem de medeniyetimizde azınlığın saadeti değil; umumun, hiç olmazsa ekseriyetin saadeti esastır. “Kendisi tok iken, komşusu aç olarak sabahlayan” bu medeniyete mensup değildir. Bu anlayışa göre, “Bir mahallede bir kişi açlık sebebiyle ölse, oradaki sakinlerin hepsi de, katiller olarak İlahi Divanda hesap vereceklerdir.”
Safvet Senih