Şüphesiz, hicret sonrası atılan en önemli adımlardan birisiydi muâhât.
Bu vesileyle Ensâr, hiç tanımadıkları insanlarla kardeş olmuş, varlıklarını paylaşmışlardı!
Artık onlar, kardeşten öte bir kardeş idiler!
(Bu muâhatın zimmetleme boyutu, inşâallah başka bir yazının konusu olur)
Öte yandan, başından beri Kur’ân’ın nüzulüne şahit olan ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde basamak basamak yükselen Muhâcirûn, bir anda Ensâr’ın hocası olmuş, 13 yıllık birikimi onlara aktaran tabii birer muallime dönüşmüşlerdi.
Peygamber fetanetiydi bu; bir taraftan sosyal bir problem kolaylıkla çözülmüş, diğer yandan çok tabii ve doğal bir adımla bir anda Medîne’de, 150 ev mektebe dönüşmüş, çoluk çocuk ve kadın erkeğiyle Ensâr, bu mektebin müdavimleri oluvermişti!
Bu, işin bir yanı.
Diğer yandan, Muhâcirûn da kendine düşeni yaptı, kardeşinin takdim ettiği imkanlarla yetinme yerine alın terinin izzetiyle çarşı pazarın yolunu tuttu.
Gerektiğinde sırtına ipi aldı ve işe, sıfırdan başladılar!
Mekke’den gelenlerin, uluslararası bağlantıları vardı; düne kadar hayatlarının büyük kısmı, Yemen ve Şam pazarlarında geçmişti.
Zira, maişet tedariki için Mekke’de ziraat yoktu; şartlar, hayvancılık için de müsait değildi.
Zâhirdeki bu olumsuzluklar, onları zorlamış ve doğan her çocuk, kendini pazar ve panayırların ortasında bulmuştu.
Yani, çekirdekten tüccar idiler; işi biliyor ve ticari standartların gerektrdiği gibi hareket ediyorlardı.
Evet, Medîne’nin havası müsaitti; kuyuları su, bahçeleri de hurmayla doluydu.
Ancak, tetikleyenler farklı olsa da 120 yıldır devam eden bir kaos, anlamsız bir kardeş kavgası vardı.
Savaş, birilerinin varlık sebebi olmuştu; kestirmeden para kazanmanın yolunu kaosta bulmuş, kardeşi kardeş ile vuruşturarak kan üzerinden imkan devşiriyorlardı!
Medîne’nin vâridâtı, onların kasasına akıyordu!
Zâhirde güzel gibi duran bu durum, onların aleyhinde işliyordu; zira tembelleşmişlerdi!
Sistemi kurmuş, rutinin gölgesinde göbek kaşıyorlardı!
Öte yandan, Mekke’den gelen ortalama 150 kişiyi küçümsemiş, iplerin kendi ellerinde olduğunu düşünerek ciddiye de almamışlardı!
Her şeylerini sıfırlamış olarak gelseler de Muhâcirûn, ciddiyet ve azmiyle çarşı pazara girdi; ticareti, ticaretin kuralları içinde yapıyorlardı.
Üstelik, İslâm’ın getirdiği hassasiyetleri milimi milimine yaşıyor, hallerine akseden duruluk, çarşı pazarı da kendi renk ve desenleriyle bütünleştiriyordu.
Kimseyi aldatmıyor, hak hukuk yemiyorlardı!
Başlangıç itibariyle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbını mevcut pazarlara yönlendirmişti; ağırlıklı olarak Yahudi pazarlarına gidiyor ve onların semtinde tezgah açıyorlardı!
Bir müddet böyle devam etse de bundan rahatsızlık duyanlar oldu; gecenin karanlığında geldi ve ashâbın tezgahlarını kundaklayıp ateşe vermeye başladılar.
Medîne’de kurulan sistemden rahatsızlık duyan ve bu işte de başı çeken en önemli isim, Ka’b İbn-i Eşref idi; belli ki Tevrat kültürünün imkanlarıyla kurduğu saltanatın sarsılıyor olması onu çileden çıkarmış, dini kullanarak şahsi menfaatlerini yeniden geri devşirmek istiyordu!
Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına yeni bir mekan gösterdi ve o günden sonra sahâbe, tezgahlarını burada açar oldular.
Ve, Muhâcir tecrübesi ile Ensâr hassasiyetinin buluştuğu Medîne Pazarı, kısa sürede ticaretin merkezi haline geldi.
Kaostan medet umanlar durmadı ve yine toplandılar; şairlerini devreye koyup eski defterler üzerinden yeni bir savaş kurguladılar!
Hatta, amca oğlu iki kabile Evs ve Hazrec, birbirlerine kılıç çekmiş ve eski savaşı yeniden başlatmak için anlaştıkları yerde buluşmuşlardı!
Ne var ki aralarında Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vardı; haberi alır almaz yanlarına geldi ve Câhiliyye refleksiyle yeniden eskiye dönüşün yollarını bütünüyle kapadı.
Sonrası?
Yoklukta varlık cilveleri görülmeye başlandı; neredeyse ordunun üçte birisini finanse edecek kadar imkan sahibi bir Hazreti Osmân, yüzlerce deveyi yüküyle birlikte tasadduk eden bir Hazreti Talha doğdu.
Daha niceleri…
Tuttukları altın oldu; kazandılar ve verdiler!
Vereceğini vaad eden Allah (celle celâlühu) idi; O da verdi.
Verdiler, yine verdi…
Öyle ya, sıkıntıları kadar fırsatları da olan bir yoldu hicret; sürprizlere, yeniliklere açılan bir rıhtım gibiydi!
Önemli olan, bir Ensâr ciddiyeti, bir Muhâcir hassasiyetine sahip olabilmektir!
Kaynak:Reşit Haylamaz-TR724