Enkaz Hayranlığı ve Biz

Yazar Egeli

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç
Kara sevdâlı birer âşıktı.
Bir hayâlet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rüyâlarına;
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli
Gittiler görmeğe Kaf dağlarına.

Y.K.

Neslimiz, yaşadığı dönemi bir enkaz yığını halinde devraldı. Yıkılmadık ve sökülmedik hiç bir tarafı kalmamış bir enkaz halinde… Topyekün batı, bir sıkılmışlığa ve inançsızlığın sahnelendirdiği bunalmışlığa gidip dayanırken, böylesine ölüme atılışının önüne çıkacak da olmadı; olamazdı da.. Zira batı, bu yıkılış ve tükenişi bir gelişme ve keşif olarak alkışlıyor; eşya ve hadiselere artık değişik zaviyeden bakıyordu. Ona göre eski topluluk ve telakkiler bir tabu, bir peşin hüküm, bir hareketsizlik ve humûdet; ortada görülen her şey ise iki yüzlü bir cemiyetin gelenekleri… Bütün bir geçmişi boyunca omuzunda taşıdığı mukaddesleri üzerinden atan batılı, bir mahbesden kurtulmuş gibi, Andre Gide’nin dilinde “Dünya Nimetleri” ne kavuşuyor ve kendisini visale ermiş görüyordu: “Evet evet kapkara geçti, gençliğim; içim pişmanlıkla dolu. Toprağın tuzunu tadamıyorum. Ne de şu koca tuzlu denizinkini.. Ağzım kapalı kaldı ve ellerim meyvelere uzanamadı; çünkü dua etmek için birbirine kenetlenmişlerdi.” Zavallı batılı… Kendini meydana getiren mâzi’nin, örf’ün ve geleneklerin tahtına oturttuğu “dünya nimetlerinin cadılaşmasından başka ne gördü acaba! Koskoca bir sa’y-ı heder..”

Bu umumî geliş, gidiş ve dökülüşler karşısında, edebiyat, felsefe, estetik sahalarında neyin kalıp, neyin kalmayacağını söyleyebilir miyiz? Neyin kayıplara karışacağını, hangi nev-zuhurların yarınımızı işgal edeceğini kestirebilir miyiz? Uydurduğumuz teselli edebiyatı, zihnimize karşı ayrı bir tenâkuz ve göz göre göre kendi kendimizi aldatma değil midir? İşte olup bitenler: “HArap iller, yıkılmış hânumanlar, zâirsiz bucaklar, kimsesiz çöller..” Teknik ve sanainin o iddialı inkılâbını müteakip, insanlığın kırılan gururunun, hırpalanan ruhunun asıl sebebini nede aramalı; onun arkada bıraktığı, bir mezbaha dehşetindeki şu manzara, pozitivist düşüncenin bir fetiş haline getirilmesinde aranmayıp da nerede aranmalı…

Beşeriyetin düşünce dünyasını istilâ eden bu davetsiz misafirler, daha doğrusu zorbalar, onu hortlak haline getirip kendi kendini katlettirdikten başka, bütün ümitlerini de alıp götürmüş ve yerine bir sürü buhran bırakmışlardır.

Yeni buhran dönemi, önümüzde bütün bir canlılığın külleştiğini, hayalimizde kurduğumuz sırça sarayların karanlığa gömüldüğünü ve geçmiş milletlerin kaderi olarak bildiğimiz bitme ve tükenmenin bizim için mukaddes olduğunu hissettirdi.

Şimdi Ninova’yı, Bâbil’i daha iyi anlıyor; Roma’yı, Atina’yı görüyor gibi oluyoruz. Artık tarih uçurumunda herkese yetecek kadar gediklerin bulunduğunu bir kere daha anladık. Doğrularımız yeniden değişmeye başladı. Putlar yine yıkılmaya yüz tuttu ve iliklerine kadar batılıyı bir korku sardı… Kendi kendini tanımama korkusu… Cihan harbi ürpertiye dâyelik yaptı ve onu batı için bir kâbus haline getirdi.

Hiroşima’nın mezar taşında kırılan medeniyet kâsesi, bütün bir Avrupa şehrâyinin’deki renkli lambaları söndüren yıldırım şerarelerine döndü. Bilmem ki Atlantis’in yerle bir edilişinde insanlık bu kadar endişe ve korkuya tutulmuş muydu?.. Evet, “Dünyada bir eşi olmayan Cihan harbi” görülmedik bir ürküntü hasıl etmişti. Medenî imkanlardan, fennin cadılığından, tekniğin merhametsizliğinden ürküyordu insanlık. Ve o kendini kitaplara verdi. Yıkılan dünyasını kitaplarla, kilise ve dualarla yeniden kurmağa çalışıyordu. Sözler hep eski kurucular ve koruyucular üzerine söyleniyor; şiir ve nesir şehitlerden ve kahramanlardan bahisler açıyordu. Çeşit çeşit felsefeler ve ayrı ayrı idealler, zeka ışığının bütün tayflarıyla, batılı ruhun bitiş ve tükenişini aydınlatarak renklerini her tarafa yayıyordu.

Bir kaçış ve arayış curcunası içinde bîçare batı, sığınak peşinde ve bir avuntu arkasında beyâbânı tepip durdu. Heyhat artık o kapana kısılmış bir fare gibi “her şeyi olduğu gibi kabul etme” felsefesiyle teselli olmaya çalışıyordu. Existansiyalizm türküleri söylüyor ve ona kurtarıcı bir simit gibi sarılıyordu. Ama, acaba halâskarı onun arzu ettiği kadar eksantirik olabilecek miydi? Askerî buhrana alıştı, iktisadîyi nasıl atlatacaktı?.. Yarını ne olacak ve bugünkülerden yarına ne kalacaktı? Değişen hayat ve hadiselere felsefe yetiştirebilecek miydi? Bütün bunlara aydınlık getirmeden batının belini doğrultması mümkün değildir.

Bizlere gelince, gaip kıt’aya göre kanarya adaları sekenesi. Dağların doruklarında kalmamıza rağmen, kendimzi batmışlara imrenme içinde bulduk. Medeniyet sefaletinin ayaklarımızın dibinde çukurlaşma ve derinleşmesine karşılık zirvelerde olan bizler, ona ve ufunetli çamuruna destanlar söylemeye durduk.

Keşke o kadarlıkla kalsaydık.. Kendini ateşe atan kelebekler gibi bir yalancı mum için uçup uçup gittik; gittik de geriye dönmeyi de düşünmedik.

Yaşadığımız devirde insanımız, hep böyle meçhuller arkasından koştu. Hep görünmedik, bilinmedik şeylere bel bağladı. Hayalden şatolarda, âşığına visal va’deden bir fettan’a, bir alufte’ye tutulmuştu. “Mehlike Sultan’a” âşık olmuştu.. Heyhât! Mâşuk diyarında, çoktan hazân esmiş, bağlar bozulmuş, kaynaklar kurumuş, sular kesilmiş; surlar yıkılmış, yollar perişan olmuştu.

Acaba onu sardırdığı bu dünyadan uzaklaştırmak mümkün olacak mıydı? Bunu şimdiden kestirmek çok zor… Ama neylersin ki kurtuluşumuz da yine ona bağlı.. Asırlardan beri hayal peşinde koşanlara, kendinden kaçanlara; yalnızlara ve öz-yurdunda gariplere…

Yine de şu binbir tomurcuğun diriliş soluduğu şu günlerde, yurduna küsüp gidenlerin yeniden yuvaya dönecekleri ümidini beslemekteyiz.

Sızıntı, Mart 1979, Cilt 1, Sayı 2  M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy