Çocukken oynardım böyle oyunlar. Uzun zamandır unutmuştum. Sonra, yaşlandıkça da oynamaya başladım. Ama sadece korktuğum, çok korktuğum zamanlarda. Sabahın seherinde kapıma vurulan yumruk sesleriyle uyanır mıyım endişesiyle yorganı başıma çektiğimde mesela. Yahut sevdiklerim, ciğer parelerim bir plastik botla çıkacakları varlık yokluk yolunun ucundayken. Ay ışığının altında nehrin sularına girip çıkan kürekler şşlapp şşlap ederken…
Yüreğim ağzıma geldiğinde onu yerine döndürmek için bulduğum bir şey bu. Geceleri oynuyorum genelde. Yataktaysam, dizlerimi karnıma çekip gözlerimi yumarak. Direksiyon başındaysam gecenin karanlığına dalarak. Bir ağaç hayal edeyim diyorum, hatırladığım her hangi bir ağacı. Onun çevresinde bir çağrışım, bir hatırlama oyununa başlayayım.
O gece yüreğim yine ağzımdaydı. Dut ağacını seçmiştim… Fakat peşinden bir orman sökün edip gelmişti. İğdeler, erikler, söğütler, kavaklar, ardıçlar, kızıl çamlar, meşeler, akasyalar… Kimi kokusu, kimi rengi, sesi, tadı, gölgesi, yaprakları, kökleri, çiçekleri, meyveleriyle çağırıyordu beni; postu onun altına sermem için. Çocukluğumun, ilk gençliğimin, evimizin, mahallemizin, bahçelerimizin, dağlarımızın ağaçları bunlar.
Hepsiyle birden baş edemeyeceğimi anlayınca ormanı taksim ettim. Niye onları başa aldığımı bilmeden, öncelikle dutlar dedim. Bu sefer bir sürü dut ağacı doluştu zihnime. Beyaz dut, kara dut, mor dut, ahududu, çalı dutu. Altında gölgelendiğim, dalında sallandığım, yemişlerini silkelediğim, boyasına boyandığım, renklerine vurulduğum şerbet dolu tulumbacıklar…
Böyle de baş edemedim onlarla. Sadece çocukluğumdaki, hatırladığım en eski dutlara odaklanmaya çalıştım. Köydeki evimiz geldi gözümün önüne. Dere tarafındaki pencerenin altındayız. Orası komşu evin arka avlusu. Ama manzara bizim, göze sınır yok. Tek başına bir ak dut var orada. Sahipsiz. Çünkü dut ağacı sahiplenilmez, o sebiller gibi hayrattır. Gelen geçen, kurt kuş, börtü böcek yer ondan. Parayla satılmaz, poşete-pakete girmez o zamanlar.
Mahallenin çırpı bacaklı yeni yetme oğlanları, yani biz üç beş zıpır, bir çırpıda dutun tepesine ağmışız. Bir annenin yahut ablanın öncülüğünde aşağıya bir sofra bezi açılmış. Bezin etrafını sekiz on kız çocuğu çevrelemiş. Ağacın altındalar. Tam üstlerine denk gelen daldaki zıpır oğlan, ayağıyla pat diye bastığı dala vuruyor. Birden dut yağmuru başlıyor. Sofranın üstüne tok sesler düşüyor. Kızlar gözlerini yumup başlarını eğiyor. Yine de birkaç yerlerinden yakalanıyorlar. Üstlerine bal damlıyor sanki. Oğlan bir daha, bir daha vuruyor dala. Her vuruşunda azalıyor yağmur. Kızlar sergiyi öbür oğlanın altına taşıyor. Pat, pat, pat, patpatpatpa…
Her evden bir kap gelmiş oluyor. İsteyen istediği kadar dut dolduruyor sofradan. Gelemeyen komşuların hakkı ayrılıp bir çocukla evlerine gönderiliyor. Birkaç gün sonra aynı şölen tekrarlanacak. Ama şimdi kızlar pınara koşuyor kaplarıyla. Pınardan akan dağ suyuyla yuyup yıkıyor, iyice ağartıyorlar akça pakça dutları.
Ben dut ağacının dalında bir başıma kalakalıyorum öylece. Nereye gitti o kızlar, o oğlanlar? Tek tek hatırlamaya çalışıyorum. Birkaç tanesi ağabeyim, ablam ve kardeşim zaten. Geri kalanların da çoğu kuzenlerim; emmoğullarım, teyzekızlarım. Onlardan da haberim yok. Bir acı rüzgâr esti, sılamızın ipi koptu. Sallanmadık dal kalmadı…
Ben öylece kalakalmışken bizim evin açık penceresinden bir şarkı yükseldi. Ağabeyim delikanlı o yıllarda. Kasabada teybin tuşuna basıp mahalleye bangır bangır arabesk dinletmek moda. Kızlarla böyle haberleşiyor olmalılar. Aynı sanatçıyı aynı şarkıyı sevenler arasında bir yakınlaşma oluyor. Kasaba Müslümcüler, Orhancılar ve Ferdiciler olarak bölünmüş. Arada bir de İbocular, Cengiz Kurtoğlucular, Hakkı Bulutçular, Neşe Karaböcekçiler.
Bizim evden Ferdi yükseliyor. Daha Emmoğlu’yu bestelememiş, Fadime’nin düğününe gitmekten söz etmiyor. Ne çalıyordu acaba? Merak Etme Sen mi, Huzurum Kalmadı mı, Son Sabah mı, Nisan Yağmuru mu…
Derken gün eğiliyor kasabanın üzerinden. Otlaklara yayılmaya giden inek ve keçi sürüleri sokağa giriş yapıyor. En önde zıp zıp oğlaklar; en arkada dili bir karış sarkmış, vazifesini tamamlamış, kıvrılacak yer arayan yorgun köpekler…
Trafikte ışıklar yanıyor, ışıklar sönüyor bu arada. Arabama yolcunun birini alıp ötekini bırakıyorum. Meşguliyet unutturuyor, geçmişi hatırlama unutturuyor hafakan basacak şeyleri…
Aynı dutun altına bir çadır kurulmuş bu defa. Çadırın içinde yatak gibi bir şeyler olmalı ama bir türlü netleştiremiyorum görüntüyü. Elbette yakın yaşlarda olduğumuz kardeşim ve üç beş komşu çocuğu da orada olmalı. Çadırın önünde birikenlere bisküvi arası lokum dağıtılmış. Bizde de onlardan var. Birer ısırık almışız, kalanı gözyaşlarımızla ıslanmış muhtemelen. Hayal meyal iki adam hatırlıyorum. Adana şalvarı giymişler, kırçıl bir siyah. Şimdi sünnetçi diyorlar onlara fakat sair zamanlarda abdal dendiğini biliyoruz. Yıllardır bizi korkuttukları, abdallar gelince kestireceğiz dedikleri adamlar bunlar. Nasıl olduğu çıkıp gitmiş aklımdan, olmuş da bitmiş maşallah…
Otuz yıl kadar sonra tekrar gidişimi anımsıyorum o ak dutun, o pencerenin altına. Evimiz, doğduğum ev, o çucukluk arkadaşım dimdik ayakta. İçinde benle yaşıt birileri oturuyor olmalı. Çocukları koşuşturuyor sağda solda. Benim oğlanla kız pencerenin altında boş boş durmaktan sıkılıp arabaya gitmişler. Hanım telefonda ablasıyla konuşuyor.
Dutla baş başa kalıyoruz. Göz göze gelip bakışıyoruz. Yaşlanmış, beli bükülmüş. Hayalimdeki kadar kocaman da değilmiş.
“Tanıdın mı beni?” diyorum, pek oralı olmuyor.
“Senin gibi kaç kişi gelip geçti gölgemden bir bilsen!”
Güceniyorum. “Onların kaçı otuz yıl sonra gelip seni ziyaret ediyor, halini hatırını soruyor?”
Dalından bir yaprağı önüme yavaşça, bir zeytin dalı gibi bırakıveriyor. Mevsimsiz gelmişim, yemişleri yok. Mahzunluğu ondan belki de. Elimi gövdesine değdirip kabuklarını okşuyorum. Çıkıp dalına tünemeyi geçiriyorum aklımdan, cesaret edemiyorum. Başımı önüme eğip ağır ağır arabaya doğru yürüyorum. Arkamdan gelen korna sesiyle kendime geliyorum. Yeşil yanmış, fark etmemişim. Arka koltuktaki yolcum telaşlanmış. Birden silkinip oyundan çıkıyor, kendimi trafiğe veriyorum. Peki ama, nereye gidiyordum ben?
…
Bizimkiler pamuk yahut pirinç tarlalarında yürüyor olmalılar şimdi. Allah’ım yürekleri nasıl pır pır atıyordur çocukların. Yok, bunu bu çıplaklığıyla kaldıramam ben. Kendime yeni bir ağaç bulmalıyım. Kaçacağım bir yerler, bir şeyler lazım bana…
Kaynak:Yusuf Ünal | TR724