İbn-i Sina, hicri 370 senesi Saferinde yani Miladi 980 senesi Ağustos ayında Buhara’ya bağlı Khormisen kasabasında doğÂmuş, hicri 428 senesi Ramazan ayının ilk cumasında ( 21 Haziran 1037) den Hem edan’ da vefat etmiştir. Tahsilini nasır yaptığını kendisi şöyle anlatıyor:
“Ben, biraz büyüdükten sonra babam tekrar Buhara ‘ya döndü. Bizi de birlikte götürdü. Buhara’ da muallimliğime tayin ediÂlen zattan ilk tahsile ait şeyleri öğrendim. On yaşıma geldiğim zaman, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş, birçok şeyler öğrenmiştim. Yaşım biraz daha ilerleyince diğer bir zattan hesap, başka birisinden “fıkıh” ve “kelâm” öğrendim. Farabî felsefesine vakıf olan Abdullah Natılı adlı bir âlimden hususi olarak mantık ve felsefe okudum. Sonra resmen ders vermesine ruhsat verilince ayni şahıstan el-macesti’ye başladım. Aynı zaÂmanda tıp da tahsil ediyordum, öğrendiklerimi de hastalar üzerindeki müşahedelerimle ikmale çalışıyordum. Tecrübe ve müşahededen, kitap okumaktan ziyade istifade ettim. Artık ons ekiz yaşıma gelmiştim. Mütemadiyen çalışıyordum. Geceleri ya mütalâa ile veya birşey yazmakla geçiriyordum. Yorulduğum ve uyku bastığı zaman uykumu açacak birşeyler içiyordum. Uykum kaçınca da tekrar mütalâaya koyuluyordum. Uykuda bile zihnim ekseriya, okuduğum şeylerle meşgul olurdu. Çok kere uyandığım zaman, evvelce halledememiş olduğum şeyleri uykuda halletmiş olduğumu anlardım.
Sonraları metafiziğe başladım. Fakat buna ait kitabı belki kırk defa okuduğum halde birşey anlamamış, ümitsizliğe düşmüştüm. Tam bu sırada birgün bir kitapçı dükkânına uğramıştım ki; mezatta bir kitap satıldığını gördüm. Del lal bu kitabı almamı tavsiye etti. Kitabı tetkik ettim. Bu kitap, o zamana kadar bir türlü anlayamamış olduğum, metafiziğe ait Farabi’nin bir eseriydi. Alıp eve dönünce hemen tetkike koyuldum. Bitirinceye kadar dikkatle okudum. Bitirdiğim zaman, o vakte kadar bir türlü anlayamamış olduğum metafiziği tamamıyla kavramıştım. Sevincime sınır yoktu. Secde-i şükrana kapandım. Fakirlere sadakalar dağıttım.”
Çok renkli ve canlı bir hayat yaşayan bu büyük insan, dershanesinde veya kliniğinde olduğu gibi, vezirlik masasında da, hapishane köşesinde de daima düşünen bir âlim, yazan bir müellif olarak kalmıştır.
Beyninde her an şimşekler çakan bu ateşli zekânın meçhuller âleminin derinliklerine dalmak hırsını ve her an yeni bir heÂyecan dalgası içinde çırpınan kararsız ruhunun daimî huzursuzluğunu gidermek maksadıyla, her yerde ve daima okumuş, okutmuş ve yazmıştır.
Onun korkunç kasırgalara benzeyen hayat akışı içindeki derin tefekkürü, daimi didinişi, beyin ve bünyesinin sınırsız bir enerji ve hayatiyet kaynağı olduğunu göstermektedir.
İrfan sahasının genişliğini anlatan eserlerinin listesini tetkik ettiğimiz zaman, karşımızda sistem sahibi bir filozof, hazık ve âlim bir tabib, kuvvetli ve kritikçi bir mantıkçı, keskin nazarlı bir astronomi âlimi, bir riyaziyeci, tecrübe ve müşahedeyi rehber edinen bir tabiat âlimi yükselmektedir. O, zamanında mevcut olan ilimlerden hiçbirine yabancı değildir. Hepsini incelemiş ve hemen hemen hepsine dair eserler yazmıştır. Bu arada en çok hayret edilecek husus da şüphesiz ki; sayısı yüzlere ulaşan eserlerinin en büyüklerini, ihtisas dalgalarının insafsız sadmeleriyle sarsıldığı veya oraÂdan oraya kaçmaya mecbur kaldığı veya bir kalede mahpus bulunduğu buhranlı zamanlarda yazmış olmasıdır. Ondaki ilim aşkı, haiz olduğu harikulade zekâ, tükenmez enerji ile denk sayılacak kadar şiddetli idi. Bunlar ona pek haklı olarak, “Eş’ Şeyh’ ür-reis” unvanını kazandırmıştır.
İbn-i Sina ilimde olduğu kadar ahlâkta da yüksek bir insandı. Siyasî rekabetlerle kendisine binbir türlü ezaları reva görmüş olanlardan intikam almak fırsatını elde ettiği zaman, asla intikama tenezzül etmemişti. Hatta onları cezalandırmak isteyen hükümdarı bu fikrinden vazgeçirmişti.
Batı âlemi küflü hurafeler içinde boğulmuş olduğu bir sırada, o, bütün kâinatın, Yaratanın değişmez kanunlarına bağlı olduğunu, arz kabusunun orojenik ve teknoik kuvvetlerle ve dağların vadilerinin fıtrî kanunlara uygun olarak teşekkül ettiklerini ilmî esaslar dâhilinde izah ediyordu.
Kuvvet mefhumunu Aristo’dan mülhem ele aldığı halde, ondan çok daha fazla dinamizme vardığını görüyoruz.
İbn-i Sina kuvvetlerin çekimi ve ağırlıkların kaldırılması vasıtası ile kuvvetin eserlerini gösteriyor. “Eserin şiddeti ne kaÂdar artarsa kat edilen mesafe o kadar azalır” şeklindeki (mihanik) prensibini hatırlatıÂyordu.
İbn-i Sina, zaman mevzuunda: “ZaÂman ancak hareket vasıtası ile tasavvur edilebilir. Hareketin hissedilmediği yerde zaman da yoktur” diyordu. Hele, zamanın izafiyeti ile alâkalı fikri ise çok enteresan; “Zamanın sükûn ile hiçbir münasebeti yoktur. Aynı zaman muhtelif hareketlerin ölçüsü olabilir.”
İbn-i Sina, ruhun varlığının (benliğin) maddeden başka bir varlık olduğunu da şöyle isbat etmektedir:
1- Ruh (Ene,) Ben Cisim değildir, çünkü bedeni meydana getiren bütün parÂçalar, daima büyümek ve çürümektedir. Hâlbuki benlik ile işaret edilen ruh cevheri, bu hallerin hepsinde de bakidir. Kendisinde değişiklik yoktur. Baki olan, baki olmayandan başkadır. Öyleyse cisim ve cesetten ayrı bir nefs-i natıka, bir ruh vardır.
2- Bütün hallerde insan, kendi zatını ve varlığını idrak etmektedir. Bu idrak vasıtasız olarak meydana gelir. Hiçbir hal yoktur ki, benlik kendi varlığından şüpheye düşsün, kendisinden gafil olsun. Uyku ve baygınlıkta bile.. Demek ki çeşitli senelerde yaptığı iyilik ve kötülüğü kendisinin yaptığını bilen insanda (ben) diyen kuvvet değişip duran, yenilenip tazelenen bedenden ve bedenin parçalarından başka bir varlıktır.
İbn-i Sina’nın tıbbî keşiflerinden bazıları:
Onun, (Kanun) adlı kitabında en çok dikkate değer buluşlar, kan deveranı ve teneffüse ait olanlardır. İbn-i Sina’nın Harvey gibi tam bir devaran şeması çizip çizmediğini bilemiyoruz. Fakat Tıpta Kanun Kitabının muhtelif bölümlerinde dev arana ait hükümlerinde Harvey’e o kadar yaklaşıyor ki, bu fikirleri niçin daha toplu olarak ifade edip tam bir plan vermediğine hayret etmek icap eder. Kelime kelime Kanun’da bu mevzu ile alâkalı ifadeler incelenirse, İbn-i Sina’da hem büyük, hem küçük kan dolaşımı hakkında oldukça açık bir fikrin mevcut olduğu görülür.
Umumiyetle İbn-i Sina’nın nabız hakkındaki fikirleri incelendiğinde hem kendinden önceki hem de sonraki hekimlerde, ondaki kadar kuvvetli ve derin müşahedeÂlere rastlanamaz. İbn-i Sina, bizzat atardaÂmar cıdan hastalıklarından doğan nabız değişmeleriyle; kalbi normal olmayan işleyişinden meydana gelen nabız değişmelerini kafi olarak birbirinden ayırmış ve böylece modem anlayışlara yol açmıştır. Bunlar öyle keşiflerdir ki, dünyanın bunları kavrayabilmesi için uzun asırların geçmesine ihtiyaç vardır.
Eski âlimlerden çoğu teneffüste, akciğerlerin hareketlerini aktif telakki ediyorlardı. Hâlbuki “El’Kanun fi’t-tıb”da İbn-i Sina şöyle diyor: “Göğsün hareketi bizzat olup, akciğerin hareketi göğse bağlı olarak meydana gelir.” Bu hüküm, akciğerlerin haÂreketlerini aktif değil pasif telakki eden modern fizyolojik bilgimize uygun gelmektedir.
İbn-i Sina nefes ritmasını hârikulâde bir incelikle tasnif eder; ona göre nefes şöyle taksim olunur: 1- Büyük nefes (Teneffüs organları hareketi mümkün olan her yönde toplu halde hareket eder) 2- Uzun nefes (Hararetin eksikliğinden) 3- Küçük nefes (ağrı, sızı, acı, olduğunda) 4- Hızlı ve yavaş nefes 5- Sıcak ve soğuk nefes 6- Mütevatir ve alışılmış nefes, 7- Zayıf ve kuvvetli nefes, 8- Kesik ve devamlı nefes (göğüs kaslarında kasılma, büzülme olursa) 9-Çirkin ve güzel kokan nefes, 10- Düzgün ve muhtelif nefes.
Bu kadar ince bir tasnifin manası ancak “deney metodlarının” inkişafından sonra, yani 9’uncu asrın ikinci yansında kavranmaya başlanmıştır.
Doğum hâdisesinin izahı hususunda da İbn-i Sina, kendinden evvelkileri çok geçmiştir. Malumdur ki Aristo ve Hipokrat’a göre cenin, hamilelik müddetinin bitmesinin sonunda kendi kuvveti ile aktif olarak rahimden çıkar. İbn-i Sina bu hükÂmü şöyle tashih eder: “Karın kaslarının rahimde olan cenini sıkıp dışarı çıkarmakta yardımları olur.” Demek ki, İbn-i Sina, ceninin aktif olarak değil pasif olarak ve ana uzvunun karnı tazyiki ve rahim kasılmaları ile çıkarılmakta olduğunu biliyordu.
İbn-i Sina’da, kaslardaki “boşaltma tertibatına” ait de bazı fikirlerle de karşılaşıyoruz. Mesela, mesane bahsinde: “İdrar kabı ağzında bir kas vardır ki mesaneyi çevrelemiştir, gevşeyince tutma gücü kaybolur.”
Sphincher kasının işleyiş mihanikiye-ti de hakikaten böyledir.
Kasların hararet meydana getirdiklerinin, İbn-i Sina tarafından sezilmiş olduğunu gösteren şu ifade de oldukça entereÂsandır: “ Kaslar, soğukluğun şiddetini kırıcıdırlar.”
Schrutz 608’nci sayfasında İbn-i Sina’dan uzun boylu bahsederken Plemit’ lerin kati olarak tefrik edilişini ve ampiyem (iltihap birikmesi)’lerin açılmasının ve tahliyesinin. İbn-i Sina’ya râcî olduğunu zikretmektedir. Sadece şu iki keşif, bir ismi ebedileştirmeye kâfidir.
Sinirler ve merkezi sinir sistemi sahasında da (Kanun)’da pekçok orijinal malûmat mevcududur. Meselâ, sinirlerin faydaları bahsinde, şunları söyler
1- Beyin diğer organlara his ve hareket verdiğinde sinirler onların aralarında vasıtalık yapar.
2- Eti sertleştirir, bedeni takviye eder. Karaciğer, dalak, akciğer gibi his olmayan organların faaliyetlerini temin eder.
Beyinden gelen his ve hareket sinirlerinden ancak başta ve yüzde olan organlar ve karındaki ciğer ve bağırsaklar istifade ederler. Diğer organlar his ve hareketi, omurilikten çıkan sinirlerden alırlar.”
Bu hükümler, henüz ibtidâî de olsalar beyin ve omurilik sinirlerinin tefrikine dair ilk adımlan teşkil etmektedir.
İbn-i Sina’nın en iyi tetkik ettiği hastalıklardan birisi de şüphesiz sanlıktır. Bu hususta “El-Kanun fı’t-tıp” isimli kitabında şu izahatı veriyor. “Sarı sanlığın çoğu kere sebebi karaciğer ve öd kesesi cihetlerinden, siyah sanlığınki ise, dalaktandır. Bazen karaciğere de bağlı olur.
Biz deriz ki, safra sanlığı safranın çok meydana gelmesiyle olur. Veyahut fazla meydana gelmese de, akışının engellenmesi sebebiyle toplanıp çoğalır.
Keza, akrep ve yılan sokması da safra doğurur. Kuzey yelleri estiğinde ve soğuk kışta da sarılık çok olur. Terlemek âdeti olanlarda da sanlık meydana gelir. İstifra edememeden doğan sanlıklar; öd kesesi, bağırsaklar ve diğer organlardan birinde toplanan safranın istifra edilmeyişindendir. Sebebi ise, mecralarının tıkanması ve karaciğerle mecra arasındaki tıkanıklıktır. Karaciğerin, sıcak yumru şişlerinden (yani tümör ve kist) de sarılık olur. Karaciğere soğuk dokunsa, karaciğerde olan mecraları (yani boşaltma kanalları) tıkanır.
Bazı kere de öd keselerinin mecrasında tıkanıklık olur.
Sarılığın alâmetleri: İdrarın rengi koyu olur. Şehveti az, susuzluğu çok, idrarda kırmızılık… Sonra idrar şiddet üzere sarı ve nihayet siyah olur. Kıvamında koyuluk ve koku olur.”
Kanundan aldığımız ve İbn-i Sina’nın keşiflerinden ancak bir kısmını gösterebilen bu satırlar, dâhinin ilim âlemine verdiği hediyelerin azametini ortaya koymaya kâfidir sanırım. İbn-i Sina bu keşifleri kadar da tıp ilminin hakiki mahiyetini ve tabibin vasıflarını gösteren yazılan ile zihinlerde silinmez bir iz bırakmıştır.
Tıbba hem koruyucu, hem şifa verici bir ilim nazarı ile bakan İbn-i Sina, bu suretle tababeti ilimlerin ilmi telakki etmiş ve tıbbı en yüksek mertebeye ulaştırmıştır. Hatta yalnız ameli tıp çemberi içinde kalanlarla geniş bir genel kültüre dayanan hekimleri birbirinden ayırarak birisine sırf tabib, diğerine filozof tabib ismini vermiştir. Filozof tabib unvanını kendinden önce geçenler arasında Galen’e vermiştir. Kendi buluşu olan bu mefhuma en çok yaraşan isim şüphesiz kendi adıdır.
Safvet Senih