Dünya Çocuk Hakları Günü ve Kerbela duası | Veysel Ayhan

Yazar Hizmetten

Önce bir annenin hapishane notlarını aktarıyorum.

“Kışın başıydı kızımı cezaevine yanıma aldığımda.

Bir annenin verebileceği en zor kararlardan biriydi.

Özgürlük mü?

Anne ilgisi mi?

Memurun kucağında demir kapıdan geldiğinde ürkek bakışları ve gözyaşlarından ıslak yanaklarıyla 17 aylık bebeğim kucağıma atlayıvermiş, yüzünü göğsüme gömüp bütün koğuşu gözyaşlarına boğmuştu.

Birkaç saat geçtikten sonra elimden tutup geldiği kapıya doğru beni çekiştirip ‘eve gidelim’ dediğindeki çaresizliğim bir yana asıl zorluklar yeni başlamıştı.

Koridor ve yemek yediğimiz büyük alanda kaloriferler hiç yanmıyor, odalarda ise soğuk gecelerde yanıyordu sadece.

Montla dolaşıyorduk. Kızımı icerde bile mont ve bereyle tutmak zorundaydım.

Ayrı yatak falan yoktu. Yanımda uyutuyordum, demir karyolada betona düşmesin ya da demire çarpmasın diye hep tedirgin…

Çocuklar için yemek de yoktu, ayrı kahvaltı da. O baharatlı, yağlı yemekleri yemesi gerekiyordu tabi benim payıma düşenden.

Meyveleri manavdan, peynir, süt gibi ihtiyaçlarını kantinden almam gerekiyordu.

Maddi zorluğu neyse de bir de ‘süt kalmadı, yoğurt kalmadı’ diyorlardı bazen.

Ben de küçük biberon şişelerinde yoğurt mayalıyordum.

Haftada bir kez manav siparişi geldiğinden sadece 3-4 gün meyve yiyebiliyordu.

Bazen de kalmadı diyorlardı.

İlk gelirken yanında yolladıkları birkaç oyuncağı vardı. Zamanla sıkıldı.

Her yerin beton olduğu dört duvar arasında bir çocuğu oyalamak öyle zor ki…

Yeni oyuncak istedim ailemden.

İçeri almadılar,’yasak’ dediler: ‘OHAL kapsamında içeri oyuncak alımı yasaklandı!’

Bari ‘kitap’ dedim, ‘yasak’ dediler.

‘Çocuk kitabı da olsa’; ‘yasak.’

Avluda düştü, kafasını betona çarptı, ‘içerde doktor arkadaşınız var zaten, takip edin’ dediler.

Hastalandı kış günü, battaniyelere, nevresimlere kustu.

Çamaşırları elimizde yıkadığımızdan kurumadı, battaniye istedim.

Leş gibi bir ince çocuk battaniyesi verdiler. Arkadaşlar kendi battaniyelerini verdiler kullandık. Her sabah sayım için demir kapıyı gürültüyle açan ve genellikle bas bas bağıran memurların sesine ya da adli koğuşunda gece yarısı yükselen kavgaların sesine ağlayarak uyanmalarını saymıyorum bile…

Ve kızım tüm bunları ve çok daha fazlasını bir sene boyunca, yargılamam devam ederken yaşadı. Hala yüzlerce çocuk bunları yaşıyor…” (Nesrin Drkn, Muhreç Akademisyen)

Bir soruyla başlayayım.

Bir bebeğin ve annesinin bunları yaşamasına siz sebep olmuş olsanız?

Hayatınız boyunca sadece böyle tek bir günahınız olsa…

Ne düşünürsünüz?

Anne bir yanda saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlasa, sütünü lavaboya sağsa; bebek diğer yanda feryat etse, çığlık çığlığa çırpınsa…

Böyle tek bir günahınız olsa?

Bu günahla yaşayabilir misiniz?

Peki bu günahla öteye gittiğinizde karşılaşacağınız cezaya itiraz edebilir misiniz?

Bir bahane bulmaya çalışsanız, bulabilir misiniz?

Ben şahsen böyle bir suça bulaşmaktansa on defa ölmeyi tercih ederim.

Ve bunu ötede ceza görmek korkusuyla değil, insanlıktan çıkmak endişesiyle yaparım.

Çünkü bir bebeğe bunları yaşatan canlıya, dünya tarihinin hiçbir zaman diliminde ve coğrafyasında “insan” denmez.

En ilkel ve bedevi kabilelerde bile bu zulme ‘evet’ diyen çıkmaz.

Bu tiplere “hayvan” da denmez.

Bu nedenle de mahkeme kürsülerine oturan ve rahatça böyle hükümler veren varlıklara isim bulmak zor.

Bir pitbul yapabilir.

Çakal, sırtlan veya yılan…

Yapsa yapsa farkında olmadan bunlar yapar.

NEO-ALAMUT KALESİ

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz ki bu bedeli göze alan yüzlerce “insan” görünümlü yargıç var.

İnsanlıklarından vazgeçip çatır çatır böyle hükümler veriyorlar.

Çok kolay söylüyorlar o korkunç kelimeyi:

“Tutuklanmasına oy birliğiyle karar verildi.”

“Hastalığının tutukluluğuna engel olmadığına…”

“Tahliye talebinin reddine…”

“Tutukluluğunun devamına karar verildi.”

“Bu insanların bir Yaradan’ı var. Sahibi var. Bir gün bize hesap sorar” diye düşünmüyorlar.

Milyonlarca insanın hayatını karartıyorlar.

Ağızlarından çıkanın nelere sebep olduğu akıllarına gelmiyor.

Verdikleri tek bir kararın kaç insanı etkileyeceği düşünmüyorlar.

Her biri uyuşturucu almış birer “haşhaşiye” dönüştü.

Ağızlarına pelesenk ettikleri “haşhaşi” iftirası gelip alınlarına yapıştı.

Her biri yeni-Alamut kalesinin beyni yıkanmış birer kâtiline dönüştü.

“Neo-Alamut kalesi”nden gelen emirleri gözleri kapalı işleme koyuyorlar.

Soğukkanlılık içinde cinayetlerini işliyorlar.

Sonra cübbelerini çıkarıp lavaboda ellerinin kanını yıkıyor, evlerinin yolunu tutuyorlar.

Çocuklarıyla kucaklaşıp yemeğe oturuyorlar…

Olan, tek bir vak’a değil.

On binlerce bebek ve çocuğu annesinden veya babasından ayırdılar.

Zindanların nemli betonlarında yaşattılar.

Saatlerce, günlerce, aylarca…

Onlarca bebeği dolaylı olarak öldürdüler.

“Bebek kâtili” yaftası da silinmez şekilde artık alınlarında.

Yüzlerce insanı kanser ettiler, tedavi ettirmeyip hücrelerde ölüme mahkûm ettiler.

Son cinayetlerini geçen perşembe işlediler.

Yusuf Kurt, zindana atıldığında 21 yaşında sağlıklı bir Hava Harp Okulu öğrencisiydi.

Tek “günahı” tatbikat diye komutanlarının emriyle otobüse binip köprüye gelmekti.

Müebbetle yargılanıyordu.

Hücrede kanser oldu.

Ve önceki gün 25 yaşında hastanede vefat etti.

On binlerce harp okulu öğrencisinin, binlerce polis koleji ve akademisi öğrencisinin hayatını, umutlarını ve geleceklerini böyle kararttılar, çaldılar.

TEK DAMLA GÖZ YAŞININ HESABI

Yazıya tek bir günahla başladım.

Siz son 7 yılda işlenen zulmün yekûnunu hesaplayın.

Dağ gibi biriken günah dosyalarını hayal etmeye çalışın.

Neo-Alamut’un en tepesindekinden en alttaki icracıya kadar.

HSK’daki kodamanlardan istinaftaki yargıçlara;

Emniyet müdürlerinden eli kanlı işkenceci polislere kadar.

O kadar çoklar ki…

Böyle yüzlerce hatta binlerce “insan” kılıklı canavar var.

Bir insana bela olarak bu zulümlere sebep olmak kâfi.

İsterse dünyada yakalarını sıyırsınlar.

Hesap verecek olanlar bu binlerce icracıdan ibaret değil.

Bu gürûhun yaptıklarını gördükleri halde hala destekleyen on milyonlar var.

Bunlar da mahşerde aynı mahkemeye çıkacak.

Her biri yüz binlerce dosyadan ayrı ayrı hesap verecek.

Hesabı verilmedik bir saniyelik bile zindan hayatı olmayacak.

Hesabı sorulmadık tek damla göz yaşı kalmayacak.

Tarihte hiçbir topluluğa bu kadar çok bela okunmadı, lanet edilmedi.

Anne sütü kadar masum Harbiyelilileri, canavarca linç edenlere hesap sorulduğu gün gelecek.

Ege’den veya Meriç’ten geçerken boğulan bebeklerin hesabının sorulduğu gün gelecek.

Tıpkı “Diri diri gömülen kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü”nün(Tekvir: 8,9) sorulduğu gün geleceği gibi.

Yaptıklarının yanlarına kalacağını sanıyorlar.

Kur’an yanlarına kalmayacağını vadediyor:

“Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyame, 36)

“Gün gelir ve bütün insanları peşlerinden gittikleri önderleriyle çağırırız.” (İsra: 71)

“Zulüm yüklenerek gelen, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâ-Hâ, 111)

“Sen, o zalimlerin işlediklerinden, sakın Rabbinin habersiz olduğunu zannetme! O, sadece onları, gözlerin dehşetten dışa fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim, 42)

Bize düşen ise Hz. Hüseyin gibi dua etmek.

Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit edilmeden önce küçük yeğeninin hunharca canının  kıyılmasına şahit olur ve göz yaşlarıyla ellerini göklere kaldırır:

“Allahım! Eğer gökten bir zafer ihsan etmeyeceksen, bunu daha hayırlı bir şeyin sebebi kıl ve bu zâlimlerden sen intikam al”

Kaynak:TR724 | Veysel Ayhan

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy