Hayallerimizde sükûnet, huzur ve emniyetin remzi bir dünya var!.. İmam Şâfiî hazretleri diyor ki: “Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder!” Çok yüksek bir “gâye-i hayal”e bağlanmalı!.. Bu talebe arkadaşlar, “gâye-i hayal” nedir, bilmeyebilirler. “İdeal”i biliyorlarsa, yarım-yamalak onun karşılığı demek. Ziya Gökalp’ın “ideal” karşılığında kullandığı “mefkûre” tabirini biliyorlarsa, “gâye-i hayal”i de bilirler. Çünkü onlara karşılık “gâye-i hayal”i de Hazreti Bediüzzaman kullanmıştı. “Hayal”in dairesi çok geniştir. O mevzuda siz de çok geniş şeylere dilbeste olacak, hep hayallerinizle onları canlandıracaksınız. Çok güzel, Cennet gibi bir dünya.. ütopyalarda eşine rastlayamayacağınız çok güzel bir dünya.. insanların birbiriyle sarmaş-dolaş olduğu bir dünya.. harp ü darptan söz edilmeyen bir dünya.. insanların birbirlerini yok etme, öldürme ve ademe mahkum etmeleri gibi intikam alma durumu olmayan bir dünya.. veya belli ölçüde bütün bunların lokalize edildiği bir dünya… Hepimizin gâye-i hayali bu. Bu da o mevzuda çok sağlam, köklü, tabHayallerimizde sükûnet, huzur ve emniyetin remzi bir dünya var!..
İmam Şâfiî hazretleri diyor ki: “Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder!”
Çok yüksek bir “gâye-i hayal”e bağlanmalı!.. Bu talebe arkadaşlar, “gâye-i hayal” nedir, bilmeyebilirler. “İdeal”i biliyorlarsa, yarım-yamalak onun karşılığı demek. Ziya Gökalp’ın “ideal” karşılığında kullandığı “mefkûre” tabirini biliyorlarsa, “gâye-i hayal”i de bilirler. Çünkü onlara karşılık “gâye-i hayal”i de Hazreti Bediüzzaman kullanmıştı.
“Hayal”in dairesi çok geniştir. O mevzuda siz de çok geniş şeylere dilbeste olacak, hep hayallerinizle onları canlandıracaksınız. Çok güzel, Cennet gibi bir dünya.. ütopyalarda eşine rastlayamayacağınız çok güzel bir dünya.. insanların birbiriyle sarmaş-dolaş olduğu bir dünya.. harp ü darptan söz edilmeyen bir dünya.. insanların birbirlerini yok etme, öldürme ve ademe mahkum etmeleri gibi intikam alma durumu olmayan bir dünya.. veya belli ölçüde bütün bunların lokalize edildiği bir dünya… Hepimizin gâye-i hayali bu. Bu da o mevzuda çok sağlam, köklü, tabiatlara mal olmuş ve vicdanın bir derinliği haline gelmiş “kültür”e, “vicdan bilgisi”ne, meselenin içtenleştirilmesine bağlıdır/vâbestedir.
Hepimizin arzu ettiği o, ama tabiat deformasyonuna uğramış, bir yönüyle, ruhî bir dejenerasyon yaşayan insanların da kendilerine göre bir “dünya” tasavvurları vardır. Onlar, o tasavvura uymayan her şeye karşı ilân-ı harp ederler, savaş ilan ederler. Dertleri “Bana benze!” derdidir. Onlara benzerseniz, belli ölçüde size yaşama hak ve imkânı verirler. Benzeyemezseniz, gözlerini kırpmadan sizi ifnâ ederler. İfnâ, yok etme demek, fenaya mahkûm etme demek. Sırasıyla belli kelimelerle ifade ederken, çok tekrardan dolayı sizler de ezberlemişsinizdir: “Ta’yîr”, “ta’yîb”, “tahkîr”, “tezyîf”, “tenkîl”, “ibâde”… Bunların hepsi, nüanslarıyla, “yok etme”nin, “bitirme”nin, “karalama”nın, “itibarsızlaştırma”nın türleridir.
Bir de “ümerâ” (emirler, idareciler) bunu yapıyorsa, yaparken de bunu “hakka-adalete uygun” görüyorsa, bu, onların şerîr (çoğulu, eşrâr) olduklarına delâlet eder. Sizin de şerîrlerin şerrine maruz kaldığınıza delâlet eder. Öyle bir dünyada huzur yoktur, emniyet yoktur. Öyle bir dünyada korku, telaş, endişe kol gezer. İnsanlar, güvenle evlerinin içinde, salonun ötesinde, ötenin de daha ötesinde, mahrem dairesinde, yatak odasında yatarken bile, güven duymazlar. “Ya bir roket gelirse buraya!.. Ya bir bomba atılırsa!.. Ya aşağıya bir gazlı bomba atılması gibi bir şey olursa!..” falan… İnsanlar, endişe ile oturur-kalkarlar. Sabahtan akşama kadar ayrı bir korku, akşamdan sabaha kadar da ayrı bir korku, ayrı bir telaş… Bu korku-telaş, tesirini icrâ ede ede, insanların hepsini “paranoyak” hale getirir. Hiç olmayacak şeylerden bile endişe duyarlar. Bir serçe, pencerelerine çarpar, “Bir bomba mıydı?!.” der titrerler hemen. Titremekle kalmaz, evdekilerine de titreme mesajı verirler: “Galiba bu bir bomba idi!” derler. Hanım, titrer; anne, titrer; baba, titrer; çocuklar, titrer. Bunlar, korku üreten korku borazanı gibidirler, böyle bir dünyada. Şirârın, eşrârın hükmettiği, hâkim olduğu, idare ettiği bir dünyada… O dünyayı resmetmeyi, Picasso’ya verseniz, tecrîd mülahazasıyla meseleyi böyle resmeder ve aynen böyle bir dünya çıkar.
Sizin aradığınız dünyaya gelince; çerçevesiyle zihninizde tam oluşturdunuz mu, oluşturmadınız mı, ben, sizin idrak ve düşünce ufkunuza güvenerek diyorum ki: Hayallerinizde siz, öyle bir dünyayı resmediyorsunuzdur ki!.. Resmettiğiniz o dünyayı, dünya çapında Cenâb-ı Hak, realize etmeye muvaffak kılsın!.. El ele, kol kola, sarmaş-dolaş olunan bir dünya.. insanların huzur içinde olduğu bir dünya.. iyi olduğu dönemde -Osmanlı’da olduğu gibi- zekât taşlarının, sadaka taşlarının dışarıya konduğu bir dünya… Çalma-çırpma bahis-mevzuu olmadığı için, insanlar, verecekleri şeyler bilinmesin diye, “Ben verdim, bana karşı mahcup olmasınlar, açık-kapalı bir minnet altında kalmasınlar!” diye, meçhul bir yere, bir kayanın üzerine, bir taşın üzerine, zekâtlarını/sadakalarını bırakıyorlar; ihtiyacı olan da, oradan ihtiyacı kadar alıyor. Ütopyalarda gördünüz mü böyle bir şeyi?!. Onun için, o devletin mükemmel olduğu dönemde, Campanella “Güneş Devleti”ni yazdığında, “Devlet-i Aliyye’yi baştan bilseydim, bu ütopyayı yazmazdım ben! Benim yazdığım şeyler, bir yerde yaşanıyormuş!..” demişti.
Bizim yitirdiğimiz şeyler!..tabiatlara mal olmuş ve vicdanın bir derinliği haline gelmiş “kültür”e, “vicdan bilgisi”ne, meselenin içtenleştirilmesine bağlıdır/vâbestedir. Hepimizin arzu ettiği o, ama tabiat deformasyonuna uğramış, bir yönüyle, ruhî bir dejenerasyon yaşayan insanların da kendilerine göre bir “dünya” tasavvurları vardır. Onlar, o tasavvura uymayan her şeye karşı ilân-ı harp ederler, savaş ilan ederler. Dertleri “Bana benze!” derdidir. Onlara benzerseniz, belli ölçüde size yaşama hak ve imkânı verirler. Benzeyemezseniz, gözlerini kırpmadan sizi ifnâ ederler. İfnâ, yok etme demek, fenaya mahkûm etme demek. Sırasıyla belli kelimelerle ifade ederken, çok tekrardan dolayı sizler de ezberlemişsinizdir: “Ta’yîr”, “ta’yîb”, “tahkîr”, “tezyîf”, “tenkîl”, “ibâde”… Bunların hepsi, nüanslarıyla, “yok etme”nin, “bitirme”nin, “karalama”nın, “itibarsızlaştırma”nın türleridir. Bir de “ümerâ” (emirler, idareciler) bunu yapıyorsa, yaparken de bunu “hakka-adalete uygun” görüyorsa, bu, onların şerîr (çoğulu, eşrâr) olduklarına delâlet eder. Sizin de şerîrlerin şerrine maruz kaldığınıza delâlet eder. Öyle bir dünyada huzur yoktur, emniyet yoktur. Öyle bir dünyada korku, telaş, endişe kol gezer.
İnsanlar, güvenle evlerinin içinde, salonun ötesinde, ötenin de daha ötesinde, mahrem dairesinde, yatak odasında yatarken bile, güven duymazlar. “Ya bir roket gelirse buraya!.. Ya bir bomba atılırsa!.. Ya aşağıya bir gazlı bomba atılması gibi bir şey olursa!..” falan… İnsanlar, endişe ile oturur-kalkarlar. Sabahtan akşama kadar ayrı bir korku, akşamdan sabaha kadar da ayrı bir korku, ayrı bir telaş… Bu korku-telaş, tesirini icrâ ede ede, insanların hepsini “paranoyak” hale getirir. Hiç olmayacak şeylerden bile endişe duyarlar. Bir serçe, pencerelerine çarpar, “Bir bomba mıydı?!.” der titrerler hemen. Titremekle kalmaz, evdekilerine de titreme mesajı verirler: “Galiba bu bir bomba idi!” derler. Hanım, titrer; anne, titrer; baba, titrer; çocuklar, titrer. Bunlar, korku üreten korku borazanı gibidirler, böyle bir dünyada. Şirârın, eşrârın hükmettiği, hâkim olduğu, idare ettiği bir dünyada… O dünyayı resmetmeyi, Picasso’ya verseniz, tecrîd mülahazasıyla meseleyi böyle resmeder ve aynen böyle bir dünya çıkar. Sizin aradığınız dünyaya gelince; çerçevesiyle zihninizde tam oluşturdunuz mu, oluşturmadınız mı, ben, sizin idrak ve düşünce ufkunuza güvenerek diyorum ki: Hayallerinizde siz, öyle bir dünyayı resmediyorsunuzdur ki!.. Resmettiğiniz o dünyayı, dünya çapında Cenâb-ı Hak, realize etmeye muvaffak kılsın!..
El ele, kol kola, sarmaş-dolaş olunan bir dünya.. insanların huzur içinde olduğu bir dünya.. iyi olduğu dönemde -Osmanlı’da olduğu gibi- zekât taşlarının, sadaka taşlarının dışarıya konduğu bir dünya… Çalma-çırpma bahis-mevzuu olmadığı için, insanlar, verecekleri şeyler bilinmesin diye, “Ben verdim, bana karşı mahcup olmasınlar, açık-kapalı bir minnet altında kalmasınlar!” diye, meçhul bir yere, bir kayanın üzerine, bir taşın üzerine, zekâtlarını/sadakalarını bırakıyorlar; ihtiyacı olan da, oradan ihtiyacı kadar alıyor. Ütopyalarda gördünüz mü böyle bir şeyi?!. Onun için, o devletin mükemmel olduğu dönemde, Campanella “Güneş Devleti”ni yazdığında, “Devlet-i Aliyye’yi baştan bilseydim, bu ütopyayı yazmazdım ben! Benim yazdığım şeyler, bir yerde yaşanıyormuş!..” demişti. Bizim yitirdiğimiz şeyler!..
Bu video 19/03/2017 tarihinde yayınlanan “UKBÂ BUUDLU HAYAT” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel…