Bir Baba Olarak Peygamberimiz

Yazar Egeli

Hep zirvelerde dolaşan Allah Resûlü, hayatın hemen bütün ünitelerinde de hep zirvede olmuştu. İnsanlar O’nu ararken, ne kendi seviyelerinde ne de yaşadıkları asrın büyük insanları seviyelerinde aramamalıdırlar. Araştırmacılar O’nu ararken hep dünyanın en yüksek zirvelerini düşünmeli ve hayalen zirveler üzerinde dolaşmalıdırlar ki, kadrine ruhanîlerin destan kestiği o Zât hakkında kadirnâşinaslık yapmasınlar.

Evet, onlar Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) arayacaklarsa mutlaka O’nun ufkunda aramalıdırlar; bizim gibi doğru dürüst hayal bile edemeyen insanların hayalleriyle Hz. Muhammed’e ulaşmak mümkün değildir. Zira Allah (celle celâluhu), mevhibe-i sübhaniyesi olarak O’na her sahada üstünlük bahşetmiştir.

İnsanlığın İftihar Tablosu, bir iftihar tablosu olarak yaşadı ve gurub etti. Beşer O’nun eşini-menendini bir daha görmedi ve göremedi. Bütün insanlık göremediği gibi bazı çağdaşları ve hatta yakınında bulunanlar bile göremediler. Belki pek çokları, varlığını güneşe bağlı sürdüren çiçekler gibi, özlerindeki pörsüme ile ancak O’nun gurubunu anlayabilmişlerdi.. anlayabilmişlerdi ama artık çok geçti. Tabiî ki, ümmeti arasında O’nu tanıyanların, O’na saygı duyanların sayısı her zaman daha çok olmuştur.

Aradan 14 asır geçmiş olmasına rağmen, biz hâlâ, Hatice’ye, Âişe’ye, Ümmü Seleme’ye, Hafsa’ya “Anam!” derken, içimizde anamıza “Anam!” demenin üstünde bir haz, bir zevk duyarız. Elbette ki, bu his, bu duygu, o devirde daha derin, daha köklü, daha içten, daha samimiydi. Ve bunlar, hep O’ndan ötürüydü. Hz. Ebû Bekir, kızı Âişe’ye “Anacığım!” derdi. Zaten, وَاَزْوَاجُهُ اُمَّهَاتُهُمْ “Peygamberlerin zevceleri, mü’minlerin analarıdırlar.”[1] âyeti de bunu söylemiyor muydu? Ve işte Hz. Ebû Bekir de bu mülâhazayla bağrında besleyip büyüttüğü kızı Hz. Âişe’ye “Anam!” diyordu.

Ne var ki bütün bu teveccühler hatta onların ayaklarının altına baş koymalar ve onları, insanlığın en azizi olarak başlarda gezdirmeler, bu gerçek takdirkârların hüznünü, kederini gidermeye yetmiyordu. Evet, daha sonraki saadet fırtınaları bile bu hüznü onların yüzünden silememişti. Birer birer gurub edecekleri güne kadar hüzünle oturdu, hüzünle kalktı.. hüzün düşündü ve hüzün konuştular.

İşte O, zevcelerinin sinesinde böyle fevkalâde bir aile reisi olduğu gibi aynı zamanda derin ve mükemmel bir baba idi.. tabiî, babalığı ölçüsünde bir derinliği temsil eden misilsiz bir dede idi de.. evet, bu sahada dahi O’nun eşi ve menendi yoktu.

O, çocuklarına, torunlarına fevkalâde şefkatle muamele eder.. böyle muamele ederken de, onların nazarlarını ahirete ve maâliyâta çevirmeyi ihmal etmezdi. Onları bağrında beslerken yüzlerine tebessüm eder, okşar ve aziz tutar.. bu arada onların uhrevî meseleleri ihmallerine de asla rıza göstermezdi.

İşte bu anlayış içinde onlara karşı fevkalâde açık, fakat Allah’la arasındaki münasebeti koruma bakımından da gayet ciddî ve vakur idi. Bir taraftan onlara hürriyet ve serbestiyet içinde, insanca yaşama yollarını gösteriyor, diğer taraftan da laçka olmalarına ve yılışıklaşmalarına meydan vermiyordu. Meydan vermek şöyle dursun, aksine çürümelerine karşı bütün hassasiyetiyle göğüs geriyor ve onları hep ulvî ve uhrevî âlemlere göre hazırlıyordu. Bu şekildeki terbiye anlayışıyla Allah Resûlü, yine ifrat ve tefritten uzak orta yolu ve sırat-ı müstakîmi temsil ediyordu. İşte bu durum da O’nun fetanetinin ayrı bir buudunu teşkil etmektedir.

1. Çocukları ve Torunlarına Karşı Şefkati

Müslim-i Şerif’in rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü’nün hizmetçisi olma gibi en yüksek pâyeye ulaşan ve on sene ara vermeden, fasılasız, kemal-i sadakatle bu hizmetini yürüten Enes b. Mâlik diyor ki:

مَا رَأَيْتُ أَحَداً كَانَ أَرْحَمَ بِالْعِيَالِ مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ

“Aile fertlerine karşı, Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha şefkatlisini görmedim.”[2]

Evet, o kadar şefkatli, o kadar içten davranır ve öylesine açık hareket ederdi ki; O’nun gibi bir ikinci aile reisi ve baba göstermek mümkün değildir.

Bu itiraf sadece bize ait olsa, belki ehemmiyeti sınırlı kalırdı. Ancak, karıncayı dahi incitmeyecek kadar re’fet ve şefkatle derinleşmiş milyonlarca insan, ilan ve itiraf ediyorlar ki, bütün varlığı şefkatle kucaklamada Allah Resûlü’nün bir eşi daha yoktu.

Evet, herkes gibi O da bir insan olarak yaratılmıştı ama Allah (celle celâluhu), insanlarla münasebet kursun diye O’nun kalbine bütün varlığa karşı derin bir alâka vaz’etmişti. Ondandır ki, Allah Resûlü, hem aile fertlerine karşı hem de diğer insanlara karşı görülmemiş bir alâka ile dopdoluydu.

Erkek evlâtlarının hepsi daha önceden vefat etmişti. En son Mâriye Validemiz’den bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş, o da yaşamamıştı. Allah Resûlü, onca önemli işlerinin arasında sık sık dâye himayesindeki çocuğunun yanına gider, onu bağrına basar, öper, okşar, sever, kucağına alır, sonra da döner evine gelirdi.[3] Vefat ettiği zaman da yine onu kucağına alıp, bağrına basıp, gözleri dolu dolu hüznünü ifade etmişti. O’nun bu durumuna hayretle bakanlara da:

“Gönül mahzun olur, gözler ağlar; fakat inşâallah Allah’ın dediğinden, Allah’ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz.” demişti ve ardından da dilini işaret ederek: “Allah şununla muâhaze eder.” buyurmuşlardı.[4] Bir kere daha hatırlatalım; O, insanların en merhametlisi, en şefkatlisiydi. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i sırtına alır şurada-burada dolaştırırdı. O seviyedeki bir insan çocuğu sırtına alır ve halkın içine öyle çıkar mıydı? O, alır ve çıkardı. Böyle yaparken de, onların gelecekte kazanacakları şerefi âdeta istikbal ederdi. Bir gün Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin sırtında iken hane-i saadetten içeriye Hz. Ömer girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce نِعْمَ الْفَرَسُ تَحْتَكُمَا “Ne güzel bineğiniz var!” dedi. Ve hemen Allah Resûlü şöyle buyurdu: نِعْمَ الْفَارِسَانِ هُمَا “Ya ne güzel süvariler onlar!”[5] Onlar bu meselenin şuurunda veya değildirler. Fakat Allah Resûlü onları işte böyle onore ediyordu. Bir başka defasında da Hz. Hasan’a: نِعْمَ الْمَرْكَبُ رَكِبْتَ “Ne güzel bineğin var!” diyene karşı: ونِعْمَ الرَّاكِبُ هُوَ “O da ne güzel binici!” cevabını yetiştirmişti.[6]

Evet O, kıyamete kadar gelecek bütün evliyânın babası ve bütün evliyâya ait şerefin, haysiyetin, izzetin ve onurun nüvelerini mahiyetinde taşıyan Ehl-i Beyt’in bu iki mühim imamına hususî teveccühte bulunarak zaman zaman onları omuzunda taşıyordu. Onlara gösterdiği bu ilgi ve alâkanın altında, şüphesiz temsil edecekleri Ehl-i Beyt ve bütün evliyânın da hissesi vardı. Onun içindir ki, Ehl-i Beyt’in mühim bir ferdi olan Abdülkadir Geylânî, haklı olarak, atalarının, Allah Resûlü’nün omuzlarında taşınması itibarıyla şöyle der: “Allah Resûlü’nün mübarek ayakları, benim omuzumda; benim ayağım da, bütün evliyânın omuzundadır.”[7] Herhâlde bu durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Bir başka defasında, torunları omuzlarında çıkagelecek ve bizzat kendisi onlara şöyle diyecektir: نِعْمَ الْجَمَلُ جَمَلُكُمَا وَنِعْمَ الْعِدْلاَنِ أَنْتُمَا “Altınızdaki bineğiniz ne güzel binek ve üstündeki yük olarak sizler ne güzel yüksünüz!”[8]

O, evlât ve torunlarını böyle aziz tutmuş, onların kalbine taht kurmuş ve babalar, dedeler üstü bir sevgiye mazhar olmuştu.

Allah Resûlü, her hususta olduğu gibi, çocuk terbiyesinde de daima orta yolu takip etmişti. Bütün evlâtlarını, torunlarını canı kadar sever hem de bu sevgisini onlara hissettirirdi. Ne var ki, bu sevgisinin kötüye kullanılmasına da asla fırsat vermezdi. Zaten O’nun evlât ve torunları arasında, böyle bir davranışa yeltenen de yoktu. Ancak bilmeden yaptıkları hatalar karşısında, Allah Resûlü’nün takındığı bir tavır, o derin sevgiyi bir vakar buğusuyla sarar ve ılık bir görünümle onları şüpheli zeminde dolaşmaktan alıkordu. Meselâ bir defasında Hz. Hasan veya Hüseyin, henüz yaşları çok küçük olduğu için elini sadaka hurmasına uzatır. Allah Resûlü hemen harekete geçer ve o hurmayı onun elinden alarak: “Bize sadaka hurması haramdır!” der.[9] Daha o yaştan itibaren, onları harama karşı duyarlı yetiştirme, terbiyede dengenin güzel örneklerinden biri olsa gerek.

Medine-i Münevvere’ye her girişinde bindiği merkubun üzerinde, Allah Resûlü’ne sarılmış, birkaç çocuğu birden görmek mümkündür.[10] Demek ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece kendi torunlarına karşı değil, hanesinde, hanesine yakın hanelerde ve daha ötede oturan bütün çocukları, kemal-i şefkat ve samimiyetle bağrına basıyor ve onların gönüllerini sevgiyle fethediyordu.

Evet, O’nun sevgi hâlesine dahil olanlar sadece erkek evlât ve torunları değildi. O nasıl Hz. Hasan ve Hüseyin’i seviyordu, aynı şekilde torunu Ümame’yi de seviyordu. O kadar ki, bazen sokağa çıkarken Ümame’nin O’nun omuzlarında olduğu görülüyordu. Hatta, bazen kıldığı nafile namazlarda dahi Ümame’yi sırtında taşıdığı olurdu. Secde yapacağı zaman onu yere kor, secdeden kalkarken de yine omuzuna alırdı.[11]

Allah Resûlü, Ümame’ye olan bu sevgisini öyle bir toplum ve cemiyet içinde izhar edip açığa vuruyordu ki, bu insanlar daha düne kadar kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. İşte böyle insanlar arasında, Allah Resûlü’nün kız torununa gösterdiği bu ilgi ve alâka, oldukça değişik ve o güne kadar kimsenin görmediği orijinallikte bir hareket tarzıydı.

2. Hz. Fatıma’ya Karşı Sevgi ve Şefkati

İslâm’a göre kız-erkek ayırımı yoktur. Ve Allah Resûlü bunu bizzat kendileri göstermiştir. Nasıl ayrım olabilir ki, birisi Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise diğeri Hz. Hatice’dir. Biri Adem ise diğeri Havva’dır. Biri Ali ise diğeri Fatıma’dır.

O Fatıma ki, Allah Resûlü’nün kızıdır, kıyamete kadar gelecek bütün Ehl-i Beyt’in anasıdır. O bizim de anamızdır.

İşte Allah Resûlü, bu incelerden ince Fatıma yanına gelince hemen ayağa kalkar, onun elinden tutup getirir ve kendi oturduğu yere oturturdu. Hâlini-hatırını sorar, onu sever, okşar ve gönderirken de yine aynı iltifatlarla gönderirdi.[12]

Bir ara Hz. Ali, Ebû Cehil’in kızıyla evlenmek istemişti. Gerçi bu mübarek kadın da ağabeyi İkrime gibi İslâm’a girmiş ve sonsuzluk kervanına katılmıştı; fakat bu evlilik muhtemelen Fatıma’yı rahatsız edecekti. Belki de Hz. Ali böyle bir evliliğin Hz. Fatıma’yı bu şekilde rahatsız edeceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Fatıma gelip durumu Allah Resûlü’ne arz edip üzüntüsünü dile getirince, onu mahzun gören İki Cihan Serveri, çok üzülmüş ve hemen minbere çıkmış ve şu hutbeyi irad buyurmuşlardı: “Duydum ki, Ali, Fatıma’nın üzerine evlenmek istiyormuş. Eğer Ali bu düşüncesinde kararlı ise, Fatıma’yı boşamalıdır. Zira bu durum Fatıma’yı üzmektedir. Fatıma ise benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş olur. Onu sevindiren de, beni sevindirmiş demektir.

Bu sözleri dinleyenlerin arasında Hz. Ali de vardı… Derhal evvelki düşüncesinden vazgeçti ve Fatımasının yanına döndü.[13]

Zaten Hz. Ali, Allah Resûlü’nün kızını gözünün akı gibi aziz tutuyor, onun kendisine karşı böylesine bağlı olduğunu bilen Fatıma da hiç şüphesiz O’nu canından artık seviyordu. Aslında bu ince kadının, sanki, evliyâ ve asfiyâya nüvelik etmesinin dışında da bir misyonu yok gibiydi.. gözleri hep babasında ve O’nun davasındaydı. Allah Resûlü, son demlerinde O’na vefatını haber verdiğinde cihanı velveleye veren ağlamasının; ve ilk vefat edip kendisine kavuşacak olanın da o olduğunu söyleyince bayram sevinciyle gülmesinin başka türlü izahı da mümkün değildi.[14]

Evet, baba onu, o da babasını çok seviyordu. Ancak, Allah Resûlü, Fatıma’yı severken de dengeyi korumasını biliyor, hep ölçülü hareket ediyor ve onu, insan ruhunun yükselmesi gereken âlemlere göre hazırlıyordu. Çünkü ebedî beraberlik ancak orada olacaktı. Kızı Fatıma ile Allah Resûlü, ancak 25 sene beraber olabilmişlerdi. Evet, Hz. Fatıma, Allah Resûlü’nün irtihalinden altı ay sonra vefat etmiş ve vefat ettiğinde de ancak 25 yaşındaydı.[15]

3. Çocuklarını Ebedî Hayata Hazırlaması

Allah Resûlü ebediyete, yani insanların yaratılış itibarıyla talip oldukları şeye talipti. Evet, insan, ebed için yaratılmıştır. Ebedden, Ebedî Zât’tan başka bir şeyle de tatmin olması mümkün değildir. Binaenaleyh O’ndan başka bir şey istemez.. bilerek-bilmeyerek hep O’nu arzular. Bu itibarla da insana ebediyeti vereceğiniz âna kadar onun doyup tatmin olması mümkün değildir.

Evet, insanın sonsuz emelleri ve arzuları vardır. Ona ne verseniz tatmin edemezsiniz! Zaten bütün dinlerin ve peygamberlerin mesajlarının esası da işte bu ukbâ buudlu nizamdır. Bu itibarladır ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir taraftan avuç avuç ve kucak kucak onlara huzur taşırken, diğer taraftan da onları ebedî huzura, ebedî saadete hazırlamayı hiç mi hiç ihmal etmiyordu. Bunun en çarpıcı misallerinden birini şu vak’ada görmek mümkündür:

Fatıma Validemiz, boynunda bir gerdanlıkla Allah Resûlü’nün huzuruna gelir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir rivayette Fatıma Validemiz’in boynundan gerdanlığı alır. Başka bir rivayette gerdanlık Fatıma Validemiz’in elindedir ve Allah Resûlü ona şöyle buyurur:

“İster misin ki halk desin: -burada, halktan maksat, insanlar veya ruhanîler, melekler, sema sakinleri olması arasında fark yoktur- Peygamber’in kızı elinde Cehennem’den bir zincir, bir kolye taşıyor?”

Evet, bir taraftan onları aziz tutuyor, diğer taraftan da teveccühlerini bütünüyle ahirete, Allah’a, ebedî ve uhrevî güzelliklere çeviriyordu. Bu söz Hz. Fatıma’ya yetmişti. Zira bu söz, onun gönlünde taht kuran ve onu bütün letâifiyle fetheden insandan geliyordu. Onun için Hz. Fatıma diyor ki: “Hemen kolyeyi sattım.. bir köle aldım.. o köleyi de hemen hürriyete kavuşturdum ve sonra da Allah Resûlü’nün huzuruna geldim.. geldim ve yaptıklarımı kendisine bir bir nakledince mesrur oldu, sevindi. Sonra da ellerini açıp Allah’a şöyle hamd etti: اَلْحَمْدُ ِللّٰهِ الَّذِي أَنْجَى فَاطِمَةَ مِنَ النَّارِ “(Kızım) Fatıma’yı Cehennem’den koruyan Allah’a hamdolsun.”[16]

Elbette ki, Hz. Fatıma, boynuna taktığı bu kolye ile harama girmiş değildi. Ancak Allah Resûlü onu mukarrabîn dairesinde tutmaya çalışıyordu. Efendimiz’in ikazı takva ve kurb buudluydu. Bu bir cihetle dünyaya karşı alâkasızlık, ama daha çok da, bulundukları yer ve kıyamete kadar temsil edecekleri cemaat itibarıyla, “Ehl-i Beyt”in anasına düşen bir titizlik ve hassasiyet örneğiydi:

Evet, Hasan’a, Hüseyin’e ve daha sonra gelecek Zeynelâbidîn gibi âbidlerin ziya kaynağına ana olmak elbette kolay değildi. Allah Resûlü onu önce Ehl-i Beyt’e, sonra da Şah-ı Geylânîlere, Muhammed Bahauddin Nakşibendlere, Ahmed Rifâîlere, Ahmed Bedevîlere, Şazilîlere ve daha nicelerine ana olmaya hazırlıyordu. Sanki ona: “Kızım sen, öyle bir koca evine giriyorsun ve öyle bir eve gelin gidiyorsun ki, senin o mübarek hanenden teselsülen ortaya çıkacak dünya kadar altın halkalar var. Bırak boynundaki şu altın kolyeyi, sen onlara ana olmaya bak!” diyordu. Nakşîlerin, Rifâîlerin, Şazilîlerin ve daha yüzlerce turuk-u âliye ricalinin altın halkası…

Evet, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne ana olmak kolay değildi. Onun için Allah Resûlü bu hususta, kendi hanesine karşı daha hassas ve daha sert idi. Evet, O, bu davranışlarıyla şefkat ve re’fetin yanında onların nazarlarını uhrevî âlemlere çevirme itibarıyla da sırat-ı müstakîmin ayrı bir yönünü hatırlatıyor ve büyük-küçük bütün fenalıklara karşı kapı ve pencereleri kapatıp onların nazarlarını sadece ahirete çeviriyor ve “Size Allah gerek, Allah!” diyordu. Zira onların yolunda öyleleri zuhur edecekti ki,

“Cennet Cennet dedikleri
Üç-beş köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni!”

diyecek ve bütün ömürlerini ukbâ televvünlü, kurbet buudlu yaşayacaklardı. Bu itibarla da Allah Resûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün kazurattan temizliyor, dâmenlerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[17] Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem)seviyorsanız, yolunda olacaksınız, yolunda olanlar ötede O’nunla beraber olacaklardır.

İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Resûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı çok iyi değerlendiriyordu. “Sevdim, bağrıma bastım, seni azizim bildim. Allah seni ümmetin azizi kıldı. Sen beşerin başında Hz. Meryem gibisin.” Bir zayıf rivayette Hz. Meryem nasıl izzetiyle, Allah Resûlü’ne şöyle dedirtti: “Kadınlar içinde bir peygamber olsaydı, Hz. Meryem olurdu.” Sen de başı o büyüklüğe ulaşan bir kadınsın.. öyleyse en azından onun kadar dünyaya karşı aziz ve dengeli olmalısın.

Şefkat olacak, re’fet olacak, kalble ve hisle kucaklama olacak fakat ahiret adına da kat’iyen bir gevşeklik olmayacak. İşte sırat-ı müstakîm; orta ve en doğru yol! Bir yol ki Allah Resûlü de bu yolun başyolcusu…

4. Hz. Fatıma’nın Hizmetçi İstemesi

O’nun terbiye sisteminden bir diğer kesiti de İmam Buhârî ve Müslim veriyor… Hâdiseyi bize Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor ve diyor ki:

“Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fatıma kendisi yapıyordu. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı.

Bu arada bir harp dönüşü Medine’ye esirler getirilmişti. Allah Resûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Fatıma’ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da babasına gitti fakat evde yoktu. Hz. Âişe: “Geldiğinde ben haber veririm.” dedi, o da geri döndü.

Yatağa uzanmıştık ki, az sonra Allah Resûlü birdenbire çıkageldi. Yataktan doğrulmak istedikse de O buna mâni oldu.. ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği göğsümde hissediyordum. Arzumuzu sordu. Fatıma da durumu aynen nakletti. Allah Resûlü birden uhrevîleşti ve şöyle dedi:

“Yâ Fatıma, Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sadık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! (Yani, senin iki vazifen var: Allah’a karşı kulluk etmek ve sonra da kocana itaatte bulunmak.) Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim. Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa “Sübhanallah”, otuz üç defa “Elhamdülillah”, otuz üç defa da “Allahü Ekber” de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.”[18]

Bunun mânâsı şu idi: Ben senin nazarını uhrevî âlemlere çeviriyorum.. ve orada senin, bana ulaşman ve benimle beraber olman için de iki yol var: Birincisi, Rabbine karşı kulluk vazifende kusur etmemen. İkincisi de; kocana karşı vazife ve mükellefiyetlerini yerine getirmen. Eğer bir hâdim, senin kocana karşı vazifelerinde senin yerini alır ve senin yapman gerekenleri o yaparsa, bu bir ölçüde senin eksik kalmana sebebiyet verebilir. Oysaki senin zülcenaheyn olman lâzımdır. Bir insan nasıl en mükemmel kul olur ve Allah’a kulluğunu en mükemmel şekilde yerine getirir? Bir insan nasıl en mükemmel insan olur ve üzerindeki mükellefiyetleri kusursuz ve arızasız yerine getirir? İşte sana düşen bunları araştırmaktır.

Sen evvelâ, Rabbine karşı kulluğunu en mükemmel şekilde eda et ve mükemmel bir kul ol! Sonra da Ali gibi kıyamete kadar gelecek ehlullahı sulbünde taşıyan büyük bir insana karşı, mükellefiyetlerini yerine getir ve mükemmel bir insan ol! Ol ki, bütün mükemmeliyetlerin ve mükemmellerin toplanma yeri olan Cennet’te benimle beraber olabilesin!

Burada, Hz. Ali ile ilgili, istidradî bir hususu arz etmeden geçmeye gönlüm razı olmuyor. Hz. Ali ki, Allah Resûlü ona, kızını hem de hiç tereddüt etmeden vermişti. Çünkü onda, Hz. Fatıma gibi bir nebi kızına koca ve bir nebiye damat olma liyakatı vardı. Zira o şah-ı evliyâ idi.. ve evliyâya baba olabilecek mahiyette yaratılmıştı. Öyle ki, Allah Resûlü bir gün şöyle buyuracaktı: “Her peygamberin nesli kendinden devam etmiştir; Benim neslimi ise Ali devam ettirecektir.”[19] Yani Benim soy ağacımı o sulayacak, o yetiştirecek ve o tımar edecek. Neticede semerâtı toplayanlar da benimle beraber, Ehl-i Beyt içinde onu da anacaklar. Binaenaleyh, meseleye bu yönüyle bakılacak olursa, Hz. Ali’ye itaat, aynen Allah Resûlü’ne itaattir. Allah Resûlü’ne itaat da Allah’a itaat demektir.

Zaten umumî mânâda kocalık hakkı için, Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah’tan başkasına secde bahis mevzuu olsaydı, kadınlara, kocalarına secde etmelerini emrederdim.”[20] Eğer böyle bir şey caiz olsaydı, Hz. Ali bunu çoktan hak etmişti. Evet, eğer erkeğe secde bahis mevzuu olsaydı, başta Hz. Ali gelirdi. Hz. Fatıma’nın zülcenaheyn olması için Hz. Ali ve ona hizmet bu denli önemli olunca Hz. Fatıma’nın hizmetçi kullanması, onun kanatlarından birinin kırılması demektir. Böyle tek kanatlı biri ise Hz. Hasan’a, Hz. Hüseyin’e, Şah-ı Geylânî’ye.. ve kıyamete kadar gelecek bütün aktâba, müceddidîne, müçtehidîne ana olamazdı. Allah Resûlü onu bu büyüklükte bir ana yapmak için, âdeta dünyaya ait bütün alâkalarını kesiyor, onun nazarını tamamen ahirete çeviriyordu. Zira Allah (celle celâluhu) da O’nu böyle yapmış ve böyle terbiye etmişti:

Evet, dünyaya gelmeden babasını almış.. ve O, gözünü dünyaya açtığında, baba adına dayanacak bir şey bulamamıştı. Altı yaşına gelince de diğer desteğini çekip almış.. ve daha hayatının mebdeinde O’na nur-u tevhîde, sırr-ı ehadiyete giden yolları açmıştı. Vâkıa, belki bir süre, izzet ve azamete perde, bakıp himaye edene de şeref, Abdülmuttalip vesâyeti yaşanmıştı ama bu, O’nun nazarında artık delik deşik olan sebepler adına hiçbir şey ifade etmiyordu. Ebû Talib’in bakımı görümü ise, amcalık himayesini aşamamış bir vesâyet.. ve uhrevî buuduyla Hz. Ali’ye baba olmaya bahşedilmiş külfet suretinde bir nimetti. Bu yakınlık sayesinde bir gün gelecek O da Ali’yi alıp yanında yetiştirecek, Şah-ı Merdân, Haydar-ı Kerrar ve şah-ı evliyâ hâline getirecekti. Allah (celle celâluhu), O’na böyle davranmış, esbabı bütün bütün çekip almış.. ve O’nu bütün hissiyatıyla kendine tevcih etmişti. Sen sebepler âleminde gezemezsin, sen her noktada رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ hakikatini[21] temsil etmelisin. Allah’a güvenmeli ve Allah’a dayanmalısın.

Fatıma O’nun kızıydı. Hakk’ın terbiye adına kendisine lütfettiği ve ihsanda bulunduğu şeyleri O, kızından esirgeyemezdi. O kız ki, Hz. Hasaneyn’den Hâtemü’l-evliyâ’ya kadar, birçok velinin anası olacaktı. Bu itibarla onun bu mübarek meyvelere çekirdek olabilecek mahiyette yetiştirilmesi lâzımdı. İşte bundan dolayı Efendimiz, bir taraftan fevkalâde re’feti, şefkati, sevgisi ve gönüllerinde taht kurmanın yanında, diğer taraftan da Fatıma’nın nazarını hep uhrevî âlemlere çeviriyordu.

5. Terbiyede Saadet Hanesinin Umumî Atmosferi

Allah Resûlü’nün saadet hanesinde sürekli bir haşyet tüter dururdu. Orada oturmalar, kalkmalar hep haşyet televvünlüydü. Allah Resûlü’nün bakışlarını yakalayabilenlerin, o bakışlarla her zaman Cennetlerin imrendiriciliğine veya Cehennemlerin ürperticiliğine ulaşmaları, hatta görüp hissetmeleri mümkündü. Namaz kılarken O’nun titreyip ürpermeleri, kâh ileriye kâh geriye gidip gelmeleri; Cehennem endişesiyle sarsılmaları; Cennet arzusuyla üveyikler gibi kanatlanmaları o hanenin hususiyetlerindendi ve o evde daima görülüp, bilinen şeylerdi.

Evet, O’na bakan her zaman Allah’ı hatırlardı. İmam Nesâî naklediyor: “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu.”[22] O, daima ağlamalı, kaynamalı bir içle Allah’a teveccüh eder ve namazını öyle kılardı. Âişe Validemiz kaç defa O’nu Rabbisinin huzurunda, başı yerde titreyerek, irkilerek secde eder vaziyette bulmuştu.[23]

Tabiî ki, O’nun bu hâli, ev halkına da müspet yönde tesir ediyor ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu. Allah’tan çok korkan bu Nebiler Sultanı’nın, hanım ve evlâtlarında da aynı haşyet, aynı korku vardı. Çünkü Allah Resûlü, hep yaşadığını söylüyor ve söylediklerini de yaşadıklarıyla misallendiriyordu. İnsanın yaşadığını söylemesindeki tesiri, en bariz şekli ve en çarpıcı keyfiyetiyle ancak O’nun hanesinde görebiliriz. Yeryüzünde mevcut bütün pedagog ve terbiyeciler, bütün terbiye sistemleri adına, bildikleri ne kadar malumatları varsa hepsini seferber etseler, insan yetiştirme adına, o hanedeki müessiriyete ulaşamazlar.. ve ulaşamamışlardır da.

Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yapmak ve anlatmak istediği şeyleri daha ziyade davranışlarıyla temsil ve ifade etmiş, sonra da davranışlarından dökülen bu şeylere tercüman olmuştur. Allah’a karşı nasıl haşyet duyulacak, nasıl mahviyet içinde olunacak, secdeler nasıl bir derinlikle eda edilecek ve nasıl iki büklüm olunacak.. rükû nasıl yapılacak.. ka’dede nasıl büklüm büklüm olunacak, gecelerde nasıl feryat edilecek… Allah Resûlü bütün bunları evinde yapmış, sonra da, arkadaşlarıyla sohbetlerinde: “İnsanlar şöyle yapmalıdırlar. Çocuklarına şu şekilde sahip çıkmalıdırlar. Hak ve hakikate şu denli tercüman olmalıdırlar.” demiş.. ve dedikleri de hem kendi hanesinde hem de dışarıda, hemen hüsnü kabul görmüş ve inanan insanların sinelerinde mâkes bulmuştur.

Her şeyden evvel O, eşi ve menendi olmayan bir baba ve dedeydi. Hayat adına bize çok basit gibi görünen bu husus, esasen her insan için aşılması gereken en zor engel ve engebelerden biridir.. ve Allah Resûlü bu engeli en kolay şekilde aşmış en birinci baba ve dededir.

Hem O, öyle evlât ve torunlar yetiştirmiştir ki, onların sulbünden gelen ne kadar altın halkalık insan varsa, hepsi de insanlığın ufkunda, âdeta asırlara saçılmış güneşler, aylar ve yıldızlar gibidirler. Bu husus, sadece Allah Resûlü’ne mahsus bir mazhariyettir ki, Cenâb-ı Hak, O’nu bu mazhariyette de tek ve yektâ kılmıştır. İçlerinde tek bir mürted barındırmayan.. veya başka bir ifadeyle, içlerinden tek bir mürtedin çıkmadığı tek nesil, hem de milyonlara varan sayılarıyla Allah Resûlü’nün neslidir.

Nice Hak dostları vardır ki, kendileri çok büyük olmalarına rağmen, evlerinde yetiştirdikleri evlâtları itibarıyla fevkalâde fakirdiler. Onların evlâtları veya evlâtlarının evlâtları, azıp sapmış ve şeytanın ağına takılmışlardır. Günümüzde dahi bunun yüzlerce misalini gösterip anlatmak mümkündür. Ancak Allah Resûlü’nün evlât ve torunlarıdır ki, hiçbirisi yetiştikleri haneye, o hanenin mânâ köklerine ihanet etmemişlerdir. Değil ihanet etmek, her fırsatta bu cibillî alâkayı göstermiş ve vefa misali olmuşlardır.[24]

Evet, işte bu da yine Allah Resûlü’nün risaletinin bir delilidir ki, insan ne kadar dâhi de olsa bu ölçüde bir terbiyeci olması kat’iyen mümkün değildir.

[1] Ahzâb sûresi, 33/6.
[2] Müslim, fedâil 63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/112.
[3] Müslim, fedâil 62-63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/112.
[4] Buhârî, cenâiz 44; Müslim, fedâil 62; cenâiz 12.
[5] Bezzâr, el-Müsned, 1/418.
[6] Tirmizî, menâkıb 30; Hâkim, el-Müstedrek, 3/186.
[7] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 6/16.
[8] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 3/52.
[9] Buhârî, zekât 60; Müslim, zekât 161.
[10] Buhârî, cihad 196; Müslim, fedâilü’s-sahabe 65-68; Ebû Dâvûd, cihad 54.
[11] Buhârî, edeb 18; Müslim, mesâcid 42.
[12] Tirmizî, menâkıb 60; Ebû Dâvûd, edeb 143.
[13] Buhârî, nikâh 12, 16; Müslim, fedâilü’s-sahabe 93-96.
[14] Buhârî, menâkıb 25; Müslim, fedâilü’s-sahabe 98-99.
[15] Hâkim, el-Müstedrek, 3/176-177; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/54, 57.
[16] Nesâî, zînet 39; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/278-279.
[17] Müslim, birr 165. (Lafız farklılığıyla; Buhârî, fedâilü’l-ashab 6.)
[18] Buhârî, fedâilü’l-ashab 9; Müslim, zikr 80, 81; Ebû Dâvûd, harâc 19.
[19] Tabarânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 3/43; Deylemî, el-Müsned, 1/172.
[20] Ebû Dâvûd, nikâh 41; Dârimî, salât 159.
[21] “Rabbimiz! Sana güvenip Sana dayandık; Sana yönelip, Sana karşı olan konumumuzu koruma arzusuyla Sende fâni olduk ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine sûresi, 60/4)
[22] Nesâî, sehv 18.
[23] Müslim, salât 221; Ebu Dâvûd, salât 147.
[24] Birkaç densizin önce bu intisabı istismarları sonra da ihanetleri bu umumî esası cerhetmez.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy