Gene bir anneler günü sabahı… Kalbimde yoğun bir sevgi hissi, bir yandan da yüreğimden fırlamak isteyen hıçkırıklar… Ama ağlamayacağım annem…
Nazlı çiçeğinizdim sizin…İlk göz ağrınız ve tek kızınız.Elbette kardeşlerimi de beni de aynı severdiniz ama kız çocuğunun yeri bir başka derdiniz. Sevgi dolu bir çocuktum ben. Çünkü kalbime koyduğunuz o koşulsuz sevgi ruhuma, benliğime, sözlerime, düşüncelerime, gülüşüme işlemişti.. Büyüyünce kime benzemek istersin diye sorduklarında herkes sanatçı, entellektüel vb. isimleri söylerken ben “Anneme” derdim.
Küçükken en büyük korkum annemden ve babamdan ayrı kalmaktı. Bazı geceler düşüncelere dalar, sessiz sessiz ağlardım; ya bir gün ailemden ayrılmak zorunda kalırsam diye. Sonra Allah’ın merhametini ve hep benimle
olduğunu düşünürdüm ve hislerim teskin olur uykuya dalardım. Sonra büyüdüm, lise çağında bir genç kız oldum. Ailemin sevgisi kadar bana verdiği manevi değerler de çiçeklendi kalbimde.Güzel niyetlerim vardı… Ülkem için ve tüm insanlık için. Üniversite sınavına girdim. Güzel bir üniversitenin çok sevdiğim bir branşında öğretmenlik kazandım. Aile mesleğiydi öğretmenlik. Benim kalbime de nakşolmuştu bu yüzden. O çok korktuğum ayrılık zamanı
yaklaşmıştı işte… Gitmeyebilirdim. Bulunduğumuz şehirde de bir üniversite vardı. İstediğim branş olmasa da gene güzel bir bölüm bulabilirdim kendime göre. Ama ideallerim vardı. Çocukların zorlandığı bu dersi onlara
kolaylaştırmak istiyordum, kolaylaştırırken sevgimi yüreklerine akıtmak istiyordum. Yalnız olmadıklarını hissetsinler istiyordum. İnsanlığa faydalı doktorlar, mühendisler, öğretmenler, bilim adamları yetiştirmek
istiyordum. Çiçek değil, toprak olmak ve bir sürü çiçeğe vesile olmak istiyordum. Ayrıca ailem de daha iyi bir üniversitede eğitim almamı istiyordu. Hatta: “Ailede yeterince öğretmen var, bir sene daha hazırlan
iyi bir üniversitede tıp oku.” diyorlardı. Ama ben öğretmen olmak istiyordum ve bu isteğimi saygı ile karşıladılar. Ben lisedeyken Hizmet hareketi ile tanışmıştım. Bu vesile ile de üniversite kaydı için gittiğimizde benimle aynı üniversitede okuyacak tertemiz arkadaşlarla ve üst dönem ablalarla tanıştım. Hatta bir kaç tanesiyle aynı evde kalmaya karar verdik. Ailem de çok sevmişti arkadaşlarımı, bu yüzden içleri rahatladı. Ama gene de ayrılık günü çok zor oldu… Ailem üniversite okuyacağım şehre arabamızla götürdü beni. Kalacağım yere bıraktılar. Babam
çok üzgündü ama metanetliydi. Annemse ayrılırken öyle bir ağladı ki içimden bir parça söküldü gibi hissettim. Ve o an çok güçlü olmak zorundaydım. Ben de ağlasam annem iyice kötü olacaktı ve ayrılık iyice zorlaşacaktı. İçime
akıttım gözyaşlarımı ve annemi teselli ettim. O da biraz daha rahatladı. Ama biliyordum yol boyunca hatta günlerce ağlayacaktı.
Gittiler ve öylece kalakaldım. Etrafımda kim var kim yok unutmuştum. Her şey donmuştu sanki. O an hala küçücük bir kız çocuğuymuşum gibi hissettim ve annemin gitmiş olmasının rahatlığıyla ağlamaya başladım. Sonra birden omzumda sıcacık eller hissettim. Bu eller bize yardımcı olmak için çırpınan güzel kalpli ablaların elleriydi. Sarıldık ve ben daha çok ağladım. Sonra beni teselli ettiler hatta güldürdüler ve üniversite dönemim başladı…
Tatillerde memlekete gitmek tarifsiz bir duyguydu. Memlekete giderken yaptığım otobüs yolculuklarının tadı hala damağımdadır. Biletimi namaz vakitlerini de dikkate alarak hep aynı saatte alırdım. İkindiyi kılar otobüse biner akşam namazını da mola yerindeki mescide denk getirirdim. Gökyüzü kıpkırmızı olurdu mola yerine yaklaşınca
ve ben kulaklıklarımı takar mola yerine kadar güzel fon müziklerinin akışına bırakırdım kendimi. Vuslata az kaldı diye düşünürdüm.
Annem her seferinde en sevdiğim yemekleri yapardı. En başta da “yaprak sarması”. Sıla-ı Rahim yapmanın bereketi dolardı ruhuma. Enerjim tazelenirdi. Dönüşlerde ailem beni otobüse bindirirken gene ayrılık duygusunu derinden hissederdim. Ben: “Otobüse kadar gelmeyin, arabadan ineyim, kendim bineyim.” derdim hep. Onlarsa illa gelmek isterlerdi. Otobüs hareket etmeden hemen önceki el öpmeler, kucaklaşmalar, sonra otobüs gözden
kayboluncaya kadar el sallamalar… Böyle geldim gittim öğrencilik boyunca… Sonra öğrencilik bitti. Çalışmaya başladım, aynı zamanda gençliğin bilinçlenmesi, ailelerin duyarlı olması için yapılan organizasyonlarda gönüllü işler de yapıyordum. Çok mutluydum vaktimi güzel değerlendirebildiğim için. Sonra evlendim. Babam gelin kuşağımı bağlarken gene hıçkırıklar düğümlendi boğazıma ama ağlamadım. Hem onları iyice üzmek istemiyordum, hem de bu dünyadaki ayrılıkların geçici, gerçek vuslatınsa ahirette olduğunu biliyordum. Yaşadığım şehir ailemin yaşadığı şehre dört-beş saat uzaklıktaydı. Ailem her zaman yanımızda olmaya çalıştı. Belli aralıklarla gelirlerdi yanımıza. Annem her seferinde derin dondurucumu mantılarla, sarmalarla, soslarla doldururdu.Onların iki günlük ziyareti
bile çok mutlu ederdi bizi. Kızımla anneannesinin arasında çok ayrı bir bağ vardı. Hala da öyledir. Anneannesinin yeri çok ayrıdır.
Ve derken günler günleri kovaladı ve o kanlı 15 Temmuz gecesi geldi. Haince bir oyun oynanmıştı. Ben darbe olmadı diye sevinirken, bir baktım; darbe Hizmet hareketinin üzerine yıkılmıştı. Ve ortalık birbirine girmişti…O günden sonra her şey başka olacaktı. Ne olduğunu anlayamamıştık bile. Kafam çok karışıktı ama bildiğim tek şey
Hizmet hareketinin darbe ile alakası olamayacağıydı. Aksine Hizmet hareketi darbelere karşıydı ve her zaman Sivil Anayasa taraftarı oldu. Sonrası malum… Binlerce haksızlığa uğrayan masum, anne babasından zalimce koparılan evlatlar, can verenler, hapishaneye atılanlar, işkenceye uğrayanlar, toplumdan dışlananlar… Evet bir gecede Hizmet hareketine uzaktan bile selam veren herkes terörist ilan edilmişti. Hakkaniyetli davranan başka görüşten insanlar da bu yaftadan nasibini alarak tutuklandı. İnsanlara türlü türlü iftiralar atıldı. Radikal bir kesim tarafından
katlimiz vacip, mallarımız da helal ilan edildi. Saklanmak zorunda kaldık.Ailelerimizle uzun süre görüşemedik. O saklanma günleri binlerce sayfalık bir roman olur… Ve uzun ve çok zor bir süreç sonunda eşimle ciddi bir
kararın eşiğine geldik. Önümüzde dört seçenek vardı: Ya teslim olacaktık , ya yakalanacaktık .Evladımız yıllarca anne babasından ayrı kalacak ve toplumda da horlanacaktı. Ya önü meçhul bir şekilde saklanmaya devam edecektik ki bu çok büyük bir psikolojik işkence idi.Ya da Allah’a tevekkül edip hicret edecektik. Hicret seçeneğine yoğunlaştık ama karar vermesi çok zordu. Yol riskliydi. İnsan kendi için her riski alabilir ama işin içinde evlat olunca risk almak çok zor oluyor. Ama öbür seçenekler de evladımız için çok zordu. Sonunda Allah’a tevekkül ederek hicret etmeye karar verdik. Başa gelecek bir hal varsa her yerde olurdu. Bu kararı ailelerimize söyleyemedik. Çünkü duysalardı endişeden hasta olurlardı.
Annem.. Darbeden sonra neredeyse her gece elleri açık oturur biçimde dua ederek uyuyakaldığını duyduğum annem. Babam… Dualarını rüyalarımda hissettiğim babam… Kayınbabam… Seksen yaşını aşmış pir-i fani kayınbabam.
Bu korkuyu onlara yaşatamazdık. Zaten yüksek ihtimalle de yola çıkmamıza razı olmazlardı.Yoldu bu, her şey mümkündü. Helalleşemedik, veda edemedik. Allah’a emanet ettik sevdiklerimizi ve kendimizi. Evet gene bir ayrılık
yaşıyordum ama bu öncekilere benzemiyordu. Ve Rabbim lütfetti adaletle yönetilen emin bir beldeye getirdi. Tabi gene romanlık anılar… Özledim çok özledim… Üç buçuk yıla yaklaştı göremedik ailelerimizi. Üstelik öyle
bir üç buçuk yıl ki; sanki elli sene gibi… Önden giden atlıları okurken çok etkilenirdim. Dört sene ,beş sene aileleriyle görüşemeyenleri okur duygulanırdım. Bazı hikayelerde ise kavuşmak mahşere kalırdı. İşte üç buçuk
yıla yaklaştı bizim de. Arkadaşlarımdan kavuşması mahşere kalanlar oldu. Sevdiğimiz birinin ölümü zor olsa da, çok üzülsek de Allah’ın emri deyip kabulleniyoruz. Ama cenazelerine bile gidememek bambaşka bir acı.Olsun
değil mi ki Rabbimiz hem Rahimdir hem Hakimdir. Tevekkül sahibiyiz. Sevdiklerimizi ve kendimizi O’na emanet ettik..
Allah bize yeter o ne güzel vekildir. Gerçek menzil ve kavuşma yurdu ise ahirettir.
Büşra Nilüfer