Allah ve Ulûhiyet Hakikati (2)

Yazar Egeli

Zât-ı Ulûhiyete, Ehadiyeti itibarıyla bakılınca, esmâ ve sıfâttan kat-ı alâka ile ondan Zât-ı Baht kastedilir. Vâhidiyet açısından nazar edildiğinde ise, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniye de duyulur, sezilir. Burada vicdanın, O’nu bütün âsârı, ef’âli, esmâsı ve sıfâtlarıyla da mülâhazaya aldığı olur ki, bu da daire-i rubûbiyetin duyulup sezilmesi demektir.

Hakiki hakaik-ı vücud mertebesine daire-i ulûhiyet denmesi, Zât-ı Baht itibarıyla Cenâb-ı Vacibü’l-Vücudu ifade etmesi açısındandır ki, Allah ism-i âzamı da işte bu mertebenin ism-i hâssıdır. Bu mânâda ulûhiyet, âsârı itibarıyla meşhûd, ahkâmı açısından da bilinen fakat ihata edilemeyen, müteâl bir hakikatin unvanıdır. Bizim ulûhiyetle alâkalı bilip idrak ettiklerimiz sadece onun bazı vasıflarından ibarettir. Bu kadarı da, o daire hakkında mârifet-i tâmme adına yeterli değildir. Zira, bizim bilemediğimiz ona dair daha nice evsâf-ı âliye vardır ki, ‘tam kavradım, ihata ettim’ diyebilmek için kendi hususiyetleriyle bütün o sıfâtların da bilinmesi zaruridir. Onu da insanların bilmesi mümkün değildir.

Bir diğer zaviyeden ulûhiyet, tecelli vüs’ati itibarıyla, her hak sahibine mukadder hakkını verme hususiyetiyle daire-i ehadiyet ve vâhidiyete ait tecelli alanlarının ahkâmını da câmi’dir. Küllî-cüz’î bütün ihsanlar, lütuflar o daireden akıp geldikleri gibi o lütuflara karşılık ubûdiyetler, şükranlar da o daireye müteveccihtir.

Ayrıca, ehadiyet ve vâhidiyetin Hazreti Zât’a bakan şöyle bir yanı da vardır: Ehadiyet, meclâsı itibarıyla ezeliyet-i Zâtiyeyi ifade eden ‘ كَانَ الله ُوَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْء ٌ– Ezelde Allah vardı ve beraberinde hiçbir şey yoktu.’ sözleriyle seslendirilegelmiş; vâhidiyet ise daha ziyade lâyezâliyete bakan ‘ كُلُّ شَيْء ٍهَالِكٌ إِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ – O’nun Zât’ı müstesna her şey hâliktir; hüküm O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.’ (Kasas sûresi, 28/88) ferman-ı ilâhisi çerçevesinde yorumlanmıştır. Bu mütalâaya göre, ehadiyet mertebesi Zât-ı Baht’a baktığından dolayı esmâ ve sıfât mülâhazalarına da açık olan vâhidiyetin önünde kabul edilmiştir. Ulûhiyete gelince O, ehadiyete de vâhidiyete de mukaddemdir; zira onda imkân âlemlerinin genişliğinde müteâl bir ihkak-ı hak hususiyeti söz konusudur ki, bütün esmâ-i ilâhiyenin ve sıfât-ı sübhâniyenin zuhur ufku sayılan ‘Rahmâniyet’ mertebesi de onun bir meclâ-ı inkişafı görülmüştür. Bu mertebenin ism-i hâssı, Cenâb-ı Hakk’ın, ehadiyet, vâhidiyet, samediyet, kudsiyet, azamet… gibi esmâ-i Zâtiyesi ve hayat, ilim, sem’, basar, kudret, irade… türünden de evsâf-ı nefsiyesinin râci oldukları ‘Rahmân’ ism-i şerifidir.

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i Zât, evsâf-ı sübhâniye ve icraat-ı hakîmanesini câmi’ mertebeye, me’lûhiyeti iktiza etmesi açısından ulûhiyet, ‘Rab’ gibi bir ism-i sıfâta bakıp merbûbiyeti nazara veren bir mertebeye de rubûbiyet dairesi denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu her iki mertebe hakkındaki nassları kat’idir. Onun emrettiği tevhîd içinde hem ‘tevhîd-i ulûhiyet’ hem de ‘tevhîd-i rubûbiyet’ vardır. Meselâ, İhlâs sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfâtlardan da tenzihi ifade etmesi açısından tevhîd-i ulûhiyeti takrir eder. Kâfirûn sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından tevhîd-i ubûdiyeti takrîr eylemektedir. Fatiha sûresi, değişik âyetleriyle hem ‘tevhîd-i rubûbiyet’ hem de ‘tevhîd-i ulûhiyet’ ve ‘ubûdiyeti’ takrîr buyurur.

Esasen Kur’ân-ı Mübîn bu mülâhazayla tetkike tâbi tutulduğunda, hemen her sûresinde bu iki tür tevhîdin takrir edildiği görülür. Bu cümleden olarak Cenâb-ı Hakk’ın esmâ, sıfât ve ef’âlinden bahseden âyetler ‘tevhîd-i ilmî-yi haberî’ diğer adıyla ‘tevhîd-i ulûhiyeti’, şerîk ve nazîri olmayan Allah’a ibadete delâlet edenler de ‘tevhîd-i iradî-i talebî’ nam-ı diğerle ‘tevhîd-i rubûbiyeti’ gösterirler. Tevhîd-i ulûhiyet, Peygamberimiz’in haber verdiği her şeyi tasdik ve iz’an; tevhîd-i rubûbiyet, emrolunan şeyleri kemâl-i hassasiyetle yerine getirme, nehyolunan şeylerden de uzak durma mânâlarına da hamledilmiştir.

Bütün bunlar o Mevcûd-u Müteâl’le alâkalı bir kısım kırıntılardır ve hangi mânâda olursa olsun, O’nu ifade etmek ve hakikat-i Hakk’a tercüman olmak için kat’iyen yeterli değillerdir. Bugüne kadar binler-milyonlar Zât-ı Hakk’ı beyan ve ilhamlarına dayanarak O’nu tavsif ve tarif etmeye çalışmışlardır -sa’yleri meşkûr olsun-. Defaatle gönül heyecanı, gözyaşı, kalem mürekkebi O’nu anlatmada el ele vermiştir; ama, yine de her şey ötelere ve ötelerin de ötesine emanet edilerek temkin yoluna gidilmiştir. Kim bilir belki de bu hususta:

‘Tarife gelir mi hiç Mevlâ
Tarife gitmemektir evlâ.’

deyip O’nun hususi takrirleriyle yetinmek daha uygun olacaktır

Aslında bütün bu bilmelerin, tariflerin, tavsiflerin neticesi Hakk’a kulluk ve O’na karşı duyulacak aşk u alâka ise -ki bunun böyle olduğunda şüphe yok- biz zâhir ve bâtın duygularımızla bu hususa yönelmeli ve onu gerçekleştirmeliyiz. O, ubûdiyet ve aşk u alâka ile kendisine yönelenleri hiçbir zaman hayâl kırıklığına uğratmamış ve kapısına teveccüh edenleri de armağansız bırakmamıştır.

Ubûdiyet bellidir; ‘Allah sevgisi’ dediğimiz hususun da, biri O’nu sevmek, diğeri de O’nun tarafından sevilmek olmak üzere iki mânâsı vardır. Kur’ân-ı Kerim, bu iki hususa temas sadedinde ‘ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ – O onları, onlar da O’nu severler.’ (Maide sûresi, 5/54) der, hem Zât-ı Ulûhiyetin hem de kulların seven olduklarını ifadenin yanında sevildiklerini de hatırlatır. Elbette ki böyle bir sevgi bizim kendi aramızda olan aşk u muhabbetten çok farklı bir şeydir. O’nun kullarına sevgisi rıza televvünlü bir teveccüh ve âkıbetleri itibarıyla bir taltif; mü’minlerin O’na karşı aşk u iştiyakları ise, bütün güzelliklerin, kemallerin, iltifatların, ihsanların… biricik sahibi olması açısındandır.

Esasen sevmek de aşk da O’nun ayrı bir mevhibesi ve ayrı bir armağanıdır. Bundan dolayıdır ki bir Hak dostu, emsâline tercüman olarak: ‘Ben Allah’ı bildiğimi, sevdiğimi, hep O’nu talep edip rızasına koştuğumu sanıyordum. Neden sonra, O’nun beni anmasının, sevmesinin, dilemesinin, o mevzudaki benim istek, talep ve yâd edilmemin önünde olduğunu gördüm.’ der.

Hazreti Cüneyd ise bu mülâhazaya şöyle bir ses katar: ‘Ben Allah’ı yine Allah’la bildim; mâsivânın (Allah’tan gayrı her şey) mahiyetini de O’nunla tanıdım.’ veya ‘Resûlünün mesajlarıyla öğrendim.’ Evet, O, değişik tecelli dalga boyundaki vahy ü ilhamlarıyla Zât’ını nasıl tavsif etmişse işte öyle bir Mevsûf-u Müteâl ve ne çeşit esmâ ile isimlendirmişse öyle de bir Müsemmâ-yı Akdes’tir. Ne Zât’ı diğer zevâta benzer, ne de sıfâtları başka sıfâtlara; O, öyle bir Evvel’dir ki, yoktur daha evveli; öyle bir Âhir’dir ki, duyurur vicdanlara hep lâyezâli…

Hak dostları, O’na ait esrâra, âfâk ve enfüs âlemlerindeki tecelli-i ef’âlden, tecelli-i esmâya, ondan tecelli-i sıfâta, ondan da tecelli-i Zât’a yürümüş; elde ettikleri mazhariyet ve gördükleri teveccühler sayesinde gaybî seyr ü seyahatlerini minvechin şuhudla taçlandırmış; yer yer tecelli-i Zât aşk u iştiyakıyla çırpınıp durmuş; yol boyu kâh hâl-i pür-melâllerine âh edip inlemiş, kâh vuslat ve üns esintileriyle şâd ü hürrem olmuş, hep Allah ism-i şerifiyle nefes alıp vermişlerdir. Hakk’a karşı hicap hissiyle, nefislerini sorgulayarak O’nun eşiğine yüz sürüp ‘hiç’ olduklarını haykırarak ve bu yolda ölüp ölüp dirilerek nefes alıp vermişlerdir. Bir mest-i temâşâ bu hususları ne hoş seslendirir:

Muhabbet âleminde kendi kendimden hicap ettim,
Açıldım cism u cân u kalbime bir bir itap ettim;
Tarîk-i aşkda bünyâd-ı hestîyi türâb ettim,
Nigâra mülk-i cismim kenz-i aşkı- çün harap ettim.

Hazreti Mevlânâ: ‘ بَرْ عَاشِقَانْ فَرِيضَه بُوَدْ جُسْتُ و جُويِ دُوسْتْ… ‘ matlaıyla Divan-ı Kebir’indeki bir şiirinde aşkullah ve muhabbetullah ile alâkalı şunları söyler:

‘Âşıklara, O Dost’u araştırmak farzdır. Onların, coşkun bir sel gibi yüzlerini, başlarını yerlere sürerek, taşlara çarparak Dost’un deresine varıncaya kadar koşmaları gerekir. Aslında, dileyen de O’dur, isteyen de O. Biz, bazen akan bir su gibi Dost’un deresine doğru çağlar gideriz. Bazen durgun su gibi O’nun testisinde hapsolur kalırız. Bazen de ateş üstündeki toprak güveç gibi kaynar dururuz.’

O’nu bilenlere sular gibi çağlamak ve gece-gündüz ağlamak düşer; öyle çağlayıp böyle ağlayanlar bir de çevrelerini doğru dürüst okuyabilseler, bugün olmasa da yarın mutlaka O’ndan dolu dolu mârifet ve muhabbet armağanlarıyla mükâfatlandırılarak var olmanın gerçek gayesini elde etmiş olacaklardır.

اَللَّهُمَّ إِنيِّ أَسْئَلُكَ الرِّضَى بَعْدَ الْقَضَى وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلىَ وَجْهِكَ وَشَوْقاً إِلىَ لِقَائِكَ مِنْ غَيْرِ ضَرَّاءَ مُضِرَّةٍ وَلاَ فِتْنَةٍ مُضِلَّةٍ وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ

 Sızıntı, Aralık 2004, Cilt 26, Sayı 311 M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy