426
Tarih 07.09.2018… Yazmak için yazmak gibi olacak bugün. Her günümüz aynı burada. Kalk, namaz, kahvaltı, Kur’an, kitap, yemek, namaz, ders, kitap, voleybol, yürüyüş, yemek, namaz falan filan…
39 kişiydik bir kişi daha eklendi 40 olduk. Sonra nur topu gibi bir itirafçımız oldu, gitti. Tekrar 39’a düştük. TV’deki haberlerde siyasetçilerin dalga geçer gibi yaptıkları “af muhabbetleri” bile umurumuzda olmuyor artık. Suçlu değiliz ki affetsinler…
Üç hafta oldu revire çıkmaya çalışalı. Nihayet bugün teşrif etti doktorum ve ilaç yazdı, bakalım ne zaman gelecek ilaçlar. Açık görüş hakkımız da geldi geçti bu ay ki. Bir ay sarılamayacağım kızıma… Zihnimi olabildiğince meşgul etmeye çalışıyorum. Bol bol kitap okuyorum ve hayal kuruyorum. Kitapta yazmaya niyetleniyorum bakalım başarabilirsem…
Hayalimde bir dekor kurdum ve kahramanlarımı oluşturdum, bu ara onlarla yaşıyor gibiyim. Dinç kalmaya çalışıyorum. Yemekler çok iç açıcı değil, kantin de yeterli değil, istediklerimizi getirmiyorlar. Yine de aç kalmadığımız için şükrediyoruz. En azından kahveme kavuştum ve sigarayı azalttım. Zaten mahpus hayatı yaşıyoruz bir de üzerine içerideki yasaklar olunca, kendimi iyice kısıtlanmış hissediyorum. Her gün çamaşır yıkamaya çalışıyorum. Elle bir yere kadar yıkanabildiğinden, beyazlarımız asla eskisi gibi olmuyor.
Daha beyaz olamayan bütün beyazlarımı, gri olarak kabullendim, yadırgamıyorum artık.
Günler ibadet ve kurulan onlarca hayalle geçiyor. Havalar inceden soğumaya başladı. Dedim ya bugün yazmak için yazıyorum. Daha doğrusu biraz da zihnimi meşgul edebilmek için.
Bir gün bu karanlık bitecek, aydınlığa ulaşacağız ve o gün ben bir bayram edasıyla evime gideceğim…
YİNE BİR AÇIK GÖRÜŞ GÜNÜ
Eğer cümlelerimden kan akıyor, gözyaşı akıyor, hasret akıyor, hüzün akıyor ise bu cümlelerimin siteminden değil, yaşanan gerçeklerden dolayıdır. Her gün farklı bir acı yaşanan mahpustan mutlu edici, tebessüm ettirecek hikâyeler beklemeyin. Yine öyle bir gün… Gözlerim bir noktaya mıhlanıyor ve içimden bütün benliğimle haykırıyorum:
“Neden?”
Cevap çok basit aslında:
“Kader.”
Kabulleniyorum, inanıyorum ama elimde değil gene de soruyorum:
“Sebep ne?”
Hayattan ise tercihimiz ölüme. Bir ölüm acısıdır yaşadığımız, her açık görüş sonrası ruh halimiz. Ayrılırız. Onlar bizsiz özgürlüklerine, biz ise onlarsız, sebebini anlayamadan kaldığımız koğuşumuza döneriz. Ayaklarımız isyan eder ayrılmak istemeyiz, gardiyanlar ittirir. Son kez döner bir daha bakarız ardından. Son bakışımızı hafızamıza kazırız gün be gün anmak, ağlamak için. Tam kapıdan çıkacakken arkadan bir ses BABA diye. Koşar çocuk sarılır babaya annesinin elinden kaçıp. Baba iri yarı cüssesine rağmen tüm gücü tükenmiş çöker diz üstü ve bağrına basar. Türlü yalanlarla ikna etmeye çalışır kızını. Mahpustur, aksi halde kimse ayıramaz o babayı meleğinden. Sarılırız, ağlarız, yüreğimiz parçalanır, yumruk halindeki elimizi ısırır ve sanki canımızdan can ayrılır gibi ayrılırız ailemizden. Yıllara sığdıramadığımız zamanı, o açık görüş saatine sığdırmaya çalışırız.
Öncesi vardır bu görüşmenin. Üç gün öncesinden başlarız provaya. Söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi yazar ve ezberlemeye çalışırız. Eğer ezberlemezsek heyecandan unutuyoruz, çünkü o an aklımıza hiçbir şey gelmiyor. İlk aşk buluşması heyecanıyla koşar ve hüzünlü bir ayrılık ile bir saatlik görüşümüzden döneriz yine koğuşumuza.
Açık görüşe gitmeden önce ise en temiz kıyafetlerimizi giyer, tıraşımızı olur ve kısıtlı bütçemizle aldığımız ikramlarımızı hazırlardık. Açık görüş yolunda ise bir elimizle heyecandan ve özlemden deli gibi atan kalbimizi tutar, öbür elimizle de ikramlarımızı taşırdık. Ve içeri girer girmez o ilk bakış, ilk sarılma… Bundan gerisini anlatabilecek kelimelerim yok. Çünkü ne söylesem yetersiz kalır. Karşılıklı gözyaşları akıtılır.
Öncesinde kendimize ağlamamak için söz versek de sonradan tutamayacağımızı anlayıp o uzun süredir tuttuğumuz nefesimizi gözyaşlarımız ile bırakırız. Eşimizle, annemizle, babamızla konuşurken bir yandan da çocuğumuzu okşar kokusunu içimize çekeriz.
“Bir daha hiç bırakma.” der masum yüzlü melek. Biz ise susar cevap veremeyiz. Elimizde değildir çünkü… Çok sarılırız çocuklarımıza, stoktur aslında bizim yaptığımız. Bir dahaki görüşe kadar dayanabilmek için, sabredebilmek için stok yaparız. Biz istediğimiz zaman sarılamayız çünkü çocuklarımıza. Odasına girip kafasını okşayamayız veya çocuğumuzun yüzünü güldürecek şeyler alamayız. Elimiz kolumuz bağlıdır çünkü bizim mahpusta..
Ve görüş biter. Biz de biteriz… Koğuşa döndüğümüzde herkes hâlâ beraber olan duygularını hissetmek için köşesine çekilir. Bedenler ayrılır belki ama ruhlar ayrılmazlar. Kapalı görüş ise daha büyük işkencedir bize. Görürüz, duyarız ama dokunamayız, sarılamayız. Bu duygu, bu işkence ruhumuzu acıtır, telafisi olmayan bir yara açar kalbimizde. Yine de her şeye inat boyun eğmeyiz, alışmayız o kalın camlara, bir saatlik görüşlere ve onların direttiği hayata…
Her zaman ruhumuz özgürdür bizim, tutsak olan bedenimize inat…
GERİDE BIRAKTIKLARIMIZ
Aslında geride bıraktıklarımızın tam karşılığını, nelere ve kimlere sahip olduklarımızı gördük, değerini anladık veya sahip olduğumuzu zannettiklerimizin aslında bize ait olmadıklarını gördük. Birkaç selam gönderenden başka dostlarımızın olmadığını gördük. Her hafta zorluklar içinde gelip giden ailemizin tek varlıklarımız olduğunu anladık. Geride bıraktığımız eşyaların aslında hiç bize ait olmadığını gördük. Eşyalar yanı başınızdaysa sizindir. Bir nevi ölmeden ölünüz provasıydı. Bir gün öldüğümüzde hiçbirinin bize ait olmadığını ve bir gün mutlaka unutulacağımızı anladık. Her gün arayıp soran dost, arkadaşlarımızın bir günde nasıl irtibatlarını kestiklerine müşahede ettik. Geride bizi düşünen, bizi özleyen, bizim için gözyaşı akıtan yalnız çocuklarımız, eşlerimiz, anne, baba, abi, ablalarımızdı.
Bir gün haberlerde bazı sapıkların bir kadının evine girip tecavüz ettiği haberini seyrettiğimde üç gün kendime gelememiştim. Eşimiz dul, çocuklarımız yetimdi ve başlarına bir iş gelse biz en fazla üç gün sonra öğrenebilecektik ve hiçbir şey yapamayacaktık. Bu kadar çaresiz bu kadar mahpustuk. Yediğimiz açık büfeler, ticaretlerimiz, arabamız, işyerimiz, gardırobumuzdaki eşyalar, gittiğimiz yollar, vasıflarımız hepsiyle bağlarımız kopmuş ve hepsi geride kalmıştı. Açık görüşlerde bir saate sığdırabildiğimiz aile bağlarımız kalmıştı sadece. Diğer sosyal bağlantılarımız tümden kopmuştu.
Tahliye sonrası o bağlantılar hiç olmadı. Tek tük gerçek dostlarım hariç aranmaya, görüşülmeye korkulan biriydim. Yalnızlığımız tahliye sonrası da devam etti. Korku cumhuriyetinde uzak durulması gereken biriydim artık. İçeride biz sadece kırk kişiydik, can cana et tırnak gibiydik. Tahliye sonrası aslında onların da mecburiyetten öyle olduğunu gördük. Tahliye sonrası onlar da irtibata geçmekten korkuyor, telefonlarını açmıyorlardı. İçerideyken anılarımı hayal kurarak hep canlı tutmaya çalıştım. Rüyalarıma işliyor, hayallerini kuruyordum. Tahliye sonrası onlar da kaybolmuştu. İçeride yalnızken dışarıda tümüyle yapayalnızlığa mahkum olmuştum. Geride bıraktıklarımızın ne kadar anlamsız olduğunu anladım. En büyük zenginliğim elimde kalan yalnızlığımdı. Sahip olduğum sarıldığımda eşim, başını okşadığımda çocuğum ve her daim bizi gözeten namazlarda, dualarda görüştüğüm yalvardığım yaradanım olduğunu anladım. Geride bıraktıklarımızın aslında hiç sahip olmadığımız şeylerin olduğunu gördüm. Yaptığımız bol sıfırlı ticaretler, yemekli toplantılar, bayram, cuma, doğum günü mesajları hepsinin menfaate dayalı bir ilişki olduğunu tüm çıplaklığıyla gördük. Kaderi yaşadık. Kazanım ve kaybedişlerin muhasebesini daha kolay yapıyorum artık.
Hayatın bir varmış bir yokmuş arasına sıkışmış bir lahza olduğunu öğrendim. Kaybedişliği yaşadık tüm benliğimizle. Sıfırı tüketen bir insanın bir sonraki hayatı hep kazanımdır. Ve artık sahte harç kullanmıyorum hayatımda. Temelini daha sağlam atar oldum hayatımın. Yaşım 42 ve yeni doğmuştum. Yıkılan enkaza yeni temel atmak daha bir kolay oluyor. Hayata farklı pencereden bakabiliyorum. Geride kalanlar aslında zaten bizim değilmiş meğer. Artık eşyaya çok anlam yüklemiyorum. Tek üzüldüğüm insanlara artık çabuk güvenemiyorum ve hep bir acaba diyeceğim.
Bir hikâye vardır anlatılır. Arap bir şeyhin çok meşhur, çok pahalı, çok güçlü bir atı varmış. Bütün yarışlardan birinci çıkar, çok gösterişli bir atmış. Rakip aileler toplanmış namlı bir hırsız tutmuşlar bu atı çalması için. Şeyh bir gün bu atla çöle gezmeye çıkmış. Hırsız çölde şeyhin geçeceği yolda perişan bir şekilde yatıp, “Allah rızası için su.” diye inlemeye başlamış. Bunu gören şeyh atından inip hırsıza su verecekken bir dönmüş ki atı yok. “Eyvah” diyip üzülmüş. Hırsız demiş ki, “Ne üzülüyorsun, bir sürü atın var, bir tanesi olmasa ne olur?” Şeyh demiş ki, “ Ben atıma üzülmüyorum, bundan sonra çölde susuz kalan kimseye su vermeyecekler artık buna üzülüyorum.”
Bendeki duygu hali de aslında tam bunun gibi. Evet, bir sıkıntı yaşadık, belki birçoğu hâlâ yaşıyor ve yaraların bir kısmı sarılabilir, tedavi edilebilir ama içimizdeki yıkılan güven, vicdan, samimiyet gibi bir sürü yara tedavi edilebilir mi bilmiyorum. Geride bıraktıklarımıza içeride üzülürken tahliye sonrası bunlara değmediğini anladım. Sadece üzüldüm.
Hayat öğretmeni her daim bize bir şeyler öğretiyor ve öğreneceğimiz çok şey var.